Öylesine hızlı yaşıyoruz ki, duymadan, hissetmeden, anlamadan ve anlatmadan, tükenerek harcıyoruz ömrü. Bir an olsun durup bakmıyoruz hiçbir şeye. Hatta kendimize bile. Farkında olmadan eskitiyoruz kendimizi. Malum sonu bile bile yapıyoruz bütün bunları. Gün gelecek ve her şey ters yüz olacak. Bu kesin.
Söz sahibi kişilerin söze ruh katarak okuyucuları irkiltmeleri çok da rastlanan bir tavır değil artık. Çünkü günümüz insanı hikmetli sözler yerine çabuk eskitilen eğreti sözlere bel bağlamayı tercih ediyor. Kimse, tuttuğu yolu değiştirme uğraşında değil. Huzursuz, mutsuz, eksik ve çokça hesapsız bir yaşamı ister istemez tüketmenin ardına düşüyor.
Necip Tosun’un İtibar dergisinin 55. sayısında yer alan “Sûr Nefesi” adlı öyküsü, göz ardı edilmeyecek bir içtenliğe sahip. İlk cümleden başlayan bir ses tüm öykü boyunca kulaklarımızda ve içimizde çınlayıp duruyor. Üst perdeden konuşmuyor Necip Tosun, ders verir gibi değil kalbe dokunur gibi sıralıyor cümlelerini. Bir sûr nefesi beklenen sonu adım adım hissettiriyor. İncitmeden, kırmadan ve dökmeden.
Beklenen ses gelecek
Necip Tosun, günümüz öyküsü dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri. Son yıllarda öykü üzerine yapılan çalışmaların tümünde onun adını görmek mümkün. Öykümüzün yükselen çıtasında Necip Tosun’un mihenk taşı mahiyetindeki çalışmaları yol gösterici özelliğe sahip. Hem öykü kuramı üzerine yaptığı çalışmalar hem de öyküleri günümüz öyküsünün adeta şablonunu sunuyor bizlere.
“Kaybolmuş bir ses arıyorum.” cümlesiyle başlıyor öykü. Bütün öykü bir sesin ardındaki arayışla geçiyor. Necip Tosun aslında biliyor aradığı sesi. Bütün insanlığın bildiği ama unuttuğu/unutmak istediği sesin ardına düşüyor. Aranan ses belli. Mutlak hakikat bu sesi doğruluyor. Yazar, bildiği sese ulaşana kadar içine değen bütün sesleri serazat göklere havalandırıyor. Öyle sesler çıkıyor ki karşımıza, içimiz bazen cız ediyor, bazen ürperiyoruz sesin etkisinden.
İlkokul öğretmeninin tahtaya değen tırnağının sesinden sinek vızıltısına, toz zerrelerinin sesine kadar bütün sesler çınlayıp duruyor yazarın kulağında. Bütün bunlardan geçip asıl sesin ardına düşmek. Bütün sıradanlıkları bir süreliğine de olsa kenara bırakıp her şeyi aslına döndürecek sese kulak kesilmek.
“Oysa ben kurtuluş sesini arıyorum.” diyor Necip Tosun. Bütün sesleri susturacak, hayatı aslına döndürecek ses.
Sarsıcı bir öykü kaleme almış Necip Tosun. Böyle metinlere ihtiyacımız var. Nerede durduğumuzu hatırlatan, nereye doğru yol aldığımızı bir ses eşliğinde hissettiren sözler idraki kuvvetlendirdiği için bazen bir öykü eşliğinde, bazen bir şiirin dizesinde kalplere ulaşmalı. Bu hassasiyetle okunmalı Necip Tosun’un öyküsü.
Büyük bir ateş yakmak
Necip Tosun, büyük bir orkestra eşliğinde bizlere beklenen sesin yankısını hissettirmek istiyor. Yaşamın her alanında bu ses her yeri kaplasın arzusunda. Bu ses öyle büyük olmalı ki kalpleri hizaya çekmeli. Köşe bucak bu sesle dolmalı.
“Görüyorum, kanatlanmış mahşer kıyamet saati çalıyor, kaderin ışığı düşüyor İsrafil’in adımlarına. Derin derin nefes alıyor İsrafil.”
Her gün alametler kapımızı çalarken görmezden gelmeye çalışmak ne kadar fayda sağlar acaba? Görmesek, duymasak bizi etkisine almaz mı olacak olan?
Ses var. Yükseliyor durmadan. Bütün seslerin arasından, gürültülerin kıyısından, kalp atışının ritminden sıyrılıp beklenen sesi duymak gerek. Necip Tosun, “Sur Nefesi”nde bu sesi duyurmak istiyor okuyucuna. Bu öyküyle bir ateş yakıyor, haberler salıyor köşe bucak her yere.
“Sonra büyük bir ateş yakmalıyım.
Bir ateş…
Bir…”
İçimizin onarılmaya çok ihtiyacı var. Böyle metinlerle bize ulaşan haberler, esenliğimize kutlu bir katkı olsun.
Necip Tosun; dergi sayfalarında, kitap sayfalarının arasında yaktığı ateşin aydınlatacağı yürekleri bekliyor. Bir cümle, bazen bütün sıradanlıkları bertaraf edebilir.
Mustafa Uçurum