Çayla birlikte muhabbetin de demlendiği mekânlar
Kayseri merkezli Şehir dergisi 16. sayısında Kayseri’den başlayarak şehirlere ve insanlara dair hikâyeleri çoğaltmaya devam ediyor. Mustafa İbakorkmaz mekânlardan, muhabbetin demini aldığı güzide mekânlardan bahsediyor. Nerdeyse her şehirde olan ve çayın demini alırken muhabbetin de kıvamını bulduğu mekânları anlatıyor. “Çaycı” adlı mekân ve “Ehl-i Dil Çay Evi” yazının merkezinde yer alıyor.
Kayseri’ye gelip de Ehl-i Dil Çay Evi’nde nefeslenen, muhabbeti koyultan tanınmış isimlerden bahsediyor İbakorkmaz. Kimler uğramış bu mekâna kimler… Ömer Tuğrul İnançer, Ahmet Özhan, Hasan Kaçan, Hayati İnanç, İsmet Özel, Erkan Oğur, Kemal Sayar, Bülent Akyürek, Yusuf Kaplan ve daha birçok isim var bir çayın deminde muhabbeti koyultan.
“On yıllık bir müdavimlik macerasının ardından aklımda şöyle bir soru beliriyor. Mekâna müptela olunur mu? Benim cevabım, olunurmuş, çünkü çay deyince, arkadaşlarımla buluşmak deyince aklıma Ehl-i Dil’den başka bir yer gelmiyor. Bu yüzden belki de bir kullanım kılavuzu hazırlayıp ‘Dikkat bağımlılık yapar.” diye insanları uyarmak lazım.”
Mimar Sinan’ın izinde
Şehir dergisi Mimar Sinan’ın izini sürmeye devam ediyor. Önder Kaya “Şemsi Ahmet Paşa Külliyesi”ni en ince ayrıntısına kadar betimliyor. Mimar Sinan’ın çok fazla bilinmeyen eserleri böylelikle gün yüzüne çıkmış oluyor. “Üsküdar denince ilk akla gelen yapılardan” diyor Önder Kaya, Şemsi Ahmet Paşa Külliyesi için. Şemsi Paşa’yı tanıtarak başlıyor yazısına Kaya. Osmanlı içindeki konumu, aldığı görevler de yazıda aktarılıyor Paşa’nın.
Caminin yapılış süreci ve daha sonraki yıllarda geçirdiği değişimler, depremde zarar gören bölümleri, günümüzdeki durumu da ayrıntılı olarak anlatılıyor: “Caminin güneydoğusunda kalan hazire kısmında daha ziyade 18. ve 19. yüzyıllara ait mezar taşları bulunur. Buradaki taşların bir kısmı gelişigüzel serpiştirilmiştir. Burada yatanların bazıları Bolulu olup Paşa’nın hemşerisi, belki de akrabalarıdır.”
Ali Uzay Peker ile söyleşi
Prof. Dr. Ali Uzay Peker mimar ve akademisyen. Sanat tarihi alanında yaptığı çalışmalar ile tanınan bir isim. Şehir dergisinde kendisi ile özellikle Selçuklu mimarisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Kayseri’yi merkez alarak Selçuklu, Osmanlı mimarisi ve Mimar Sinan konularında düşüncelerini belirtiyor Peker.
Özellikle Mimar Sinan hakkındaki paylaşımları dikkat çekiyor Peker’in: “16. yüzyılda dünya mimarisinin zirveleri Anadolu/Trakya, İran ve Hindistan’dı. Mimar Sinan bu üç dünyanın en özgün mimarıydı. Çünkü en güçlü ve mimari birikim açısından en zengin imkânlara sahip devlet Osmanlıydı. Mimar Sinan yeniçeri olarak fetihlere katıldığı dönemde farklı coğrafyaların mimari yapıtlarını çok iyi inceledi. Daha sonra kendi yapıtlarında bunlardan öğrendiklerini mükemmel bir şekilde birleştirdi.”
Medeniyet’te II. Abdülhamid var
Medeniyet dergisi,43. sayısında Sultan Abdülhamid Han ağırlıklı bir sayı ile okuyucularına ulaştı. Vefatının 100. yılı vesile ile birçok açıdan Abdülhamid Han dönemine ışık tutuluyor.
Filistin, eğitim, İslamcılar, Said Nursi, şehircilik, hastaneler gibi birçok başlıkta Abdülhamid Han’ın çalışmaları ele alınıyor. Murat Acar “Abdülhamid Dönemi Şehirciliği” başlıklı yazısında yedi düvelle mücadele etmenin yanında şehirlerin daha mamur hale getirilmesi için yapılan çalışmaları anlatıyor. Sadece İstanbul’da değil Anadolu’nun birçok şehrinde yapılan yapıların Abdülhamid dönemine ait olduğu ve bu yapılardan çoğunun günümüzde de işlevlerini sürdürdükleri belirtiliyor: “İstanbul’dan Urfa’ya, Bursa’dan Diyarbakır’a, Sinop’tan Adana’ya kadar içerisinde konutların, ticari yapıların ve kentsel dokuyu oluşturan özellikli eserlerin yer aldığı çok çeşitli yapılar Abdülhamid Han’ın saltanatı esnasında inşa edilmiştir.”
Ramazan Tuğ’un II. Abdülhamid Han’ın Filistin hassasiyeti üzerine yazdığı yazısı da dergide dikkat çeken çalışmalar arasında. Osmanlı arşivinden belgelerle öğreniyoruz bu hassasiyetin derecesini: “Sultan Abdülhamid Han bir taraftan Batı’da meydana gelen bilimsel gelişmeleri takip edip Osmanlı ülkesine getirmek için çaba sarf ederken aynı zamanda İslam halifesi sıfatı ve ümmetçi duruşu ile de bütün Müslümanların dertleriyle yakından ilgilenmiştir. Mübarek beldelere, Mekke, Medine ve Kudüs’e ayrı bir ehemmiyet vermiş, üzerine titremiş, isimleri anıldığında gözleri yaşarmıştır.”
Derginin bu dosyadaki en önemli yazısı Kazım Sağlam’a ait. II. Abdülhamid’in İslamcılarla olan münasebetlerinden bahsediyor yazı. Özellikle Mehmet Âkif ile ilgili paylaşılan düşünceler oldukça dikkat çekici: “Asıl üzerinde durmamız gereken husus; II. Abdülhamid ile İslamcıların birbirini niçin anlamadıkları olmalı. Bu mesele bugüne de ışık tutabilir. Aydınlar ile erk sahipleri arasında daima bir kopukluk olmuştur. Erk sahipleri daha reel ve hayatın gerçeklerini öncelerler, idealist insanlar ise daha çok ilke ve ideolojiyi öncelerler. Biri hayatın acı gerçeklerini merkeze koyar, diğeri bağlı bulunduğu dünya görüşünün metinlerindeki ana fikri.”
Sezai Karakoç’la vakit geçirmek
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli bir Sezai Karakoç hatırasını anlatıyor. Samimi bir yazı bu. Duygularını olduğu gibi aktarmış Çiftçigüzeli. Karakoç’u arayıp randevulaşmaları, Karakoç’un hasta olmasına rağmen misafirlerin uzak mesafelerden gelmesinden dolayı onlarla buluşması, hoş sohbetleri, Üstad’ın samimiyeti tüm içtenliğiyle anlatılmış.
II. Abdülhamid ve Sezai Karakoç üzerine özgün metinler okumak isteyenler Medeniyet’in 43. sayısını mutlaka okumalı.
Aziz Haydar Omur’u tanımak
Türk Dili dergisinin 796. sayısında Aziz Haydar Omur hakkında bir yazı kaleme almış İbrahim Özen: “Balkan Savaşı’nın Yaralarını İstanbul’da saran bir Hemşire: Aziz Haydar Omur”
Aziz Haydar’ın hayat hikâyesini anlatıyor Özen. Her bir satırı ibretler tablosu olacak kadar dopdolu yaşanmış bir ömür var karşımızda. On dört yaşındaki oğlu Aziz ölünce dünyaya gelen kızına oğlunun adını verir Haydar Bey. Kızını bir erkek evlat gibi yetiştirir. II. Meşrutiyet’in ilk aylarında kendi imkânlarıyla “Ana” isimli bir mektep açar. Mektebi yanar, Topkapı’da bir ev kiralayıp burada devam eder çalışmalarına.
Aziz Haydar’ın hemşire olarak cephede gösterdiği fedakârlıklar anlatılıyor yazıda. Aziz Haydar’ı tanıdıkça bu topraklarda yaşamış nice isimsiz kahramanlar olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Feyza Hepçilingirler ile Halide Edip üzerine söyleşi
Feyza Hepçilingirler’in Halide Edip Adıvar- Halka Doğru kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş Enver Aykol. Kitabın hazırlık aşamasını ve kitabın içeriğini anlatıyor Hepçilingirler. Kitap, Halide Edip’in Büyük Mecmua’daki ve Yedigün’deki yazılarından oluşuyor. “Eser benim değil Halide Edip’in” dese de Hepçilingirler, böylesine bir çalışmayı dergi sayfalarından kitap sayfalarına taşımak da büyük bir emek istiyor.
Kitap hakkında detaylı bilgi veriliyor söyleşide. Bu kitabı okuyunca Halide Edip’in yaşadığı dönemdeki edebi hareketlilik gözlemlenmiş olacak. Türk ve dünya edebiyatı hakkındaki düşünceleri, kadın hakları ile ilgili fikirleri ve daha birçok konu birinci ağızdan anlatılmış kitapta.
Türkülerin Türkçesi
Ali Akar, türkülerimizi Türkçe sözcük yapısı bakımından inceliyor yazısında. Önce, türkülerin Türk tarihindeki yerinden bahsediyor: “Anadolu bir türkü coğrafyasıdır. Ülkemizin her bölgesinde farklı ezgiler eşliğinde söylenen türkülerimiz var.”
“Türkülerin dili aslında bir mecaz dilidir. Bu; ince, derin ve işlenmiş bir dildir. Bu işlenmişliği, kelimelerin kazandığı anlam katmanları bakımından ele almak gerekir. Türkü dilinde kelimeler, bu alanın kendine has jargon anlamına sahiptirler.” Türkülerden örneklerle türkülerin söz varlığı ele alınıyor. Örnek kelimeler ele alınarak inceleniyor türküler. Mesela Eski Türkçede kullanılan “bay” (zengin) sözcüğünün türkülerde kullanımına örnekler veriyor Akar: “Bunda bir günde doğar yoksul, baya ( Pir Sultan Abdal), Daima nazarım yoksulda, bayda (Seyrani), Kanı, garrak oldu yoksulu bayı (Dadaloğlu)”
Bir hata nedir ki?
Türk Dili’nden son paylaşımım İsmet Emre’ye ait. “Hataya Dair” yazısı ile yer alıyor Emre dergide. Ne çok hata varmış hayatımızda diyoruz yazıyı okudukça. Hatalar arasında yaşamak denen kaygıyı sürüklediğimizi anlıyoruz ardımızda. İsmet Emre yazdıklarıyla yol gösterici bir görevi üstleniyor. Onun yazdıklarını okudukça olaylara bakış açısında daha bir çeşitlilik olduğunu hissediyor okuyucu. Açılımı güçlü bir anlatım var İsmet Emre yazılarında: “Bir hata bir kaderdir. Ancak küçükse ve ruhunu sadece sıyırmışsa geçer gider ve kaza denir adına. Büyükse ve ruhunu parçalamışsa hep onunla yaşarsın kader denir adına.”
Türkiye’nin şairi Dilaver Cebeci
Her sayısı merakla beklenen dergilerden oldu Yarın. Özellikle dosya konuları ile ses getiriyor. Sadece dergiyle de sınırlı kalmıyor yaptıkları çalışmalar. Ay boyunca söyleşi ve oturumlarla dosya konularını canlı tutmayı sürdürüyorlar. Edebiyat dergilerinin işlevselliğinin tartışıldığı bir zamanda Yarın dergisi sadece ürün yayınlamıyor, aynı zamanda kültür gündemine de etki edecek çalışmalar yapıyor.
Derginin 5. sayısının dosya konusu Dilaver Cebebi. Bu ismin elbette birçok çağrışımı vardır ama akla ilk gelen imge; Türkiye. Hem sözleri ile hem de ezgisi ile artık bir marş gibi dillere düşen “Baş koymuşum Türkiye’min yoluna” eserinin şairi Dilaver Cebeci için ismine yakışır bir dosya hazırlamış Yarın dergisi.
Dilaver Cebeci’nin eşi Ayla Cebeci ile yapılan bir söyleşi var dergide. Cebeci’nin hayatından kesitler, samimi paylaşımlar var söyleşide. Hayat mücadelesi, eğitimci ve şair kişiliği, Türkiyem şiirinin yazılma hikâyesi gibi birçok konu var söyleşide.
Ali Parlak’ın Cebeci adlı şiirinden bir bölüm: “Hayatın toz duman; ıstırap, çile / Meftundun vatana, nazlı hilâle / Umudun bittiği anlarda bile / Alev alev yanan közdün Cebeci”
Samimi bir dosya olmuş bu. Dilaver Cebeci’nin damadına ait bir yazı da yer alıyor dergide. Selim Şener; tanışmalarından, dostluklarından bahsediyor, düşünce dünyasından kesitler sunuyor: “Eserleri onun ruh simyasını yansıttığı için gönlümüze işler ve hiç çıkmaz. Eserleri Türklük ve Müslümanlığın şerefini ve şükrünü taşımak isteyen için bir nimettir.”
Selçuk Küpçük,Dilaver Cebeci şiiri üzerine bir yazısı ile yer alıyor dergide. “Romantik Milliyetçiliğin Estetik Metni: Dilaver Cebeci Şiiri Üzerine” adlı yazısında Küpçük; şiirimizin yaşadığı değişimleri ve etkilenmeleri 1970’li yıllardan başlayarak işliyor. Daha sonra Cebeci şiiri üzerine tespitlerini paylaşıyor: “Ben Dilaver Cebeci şiirine baktığım vakit, içerisinde bulunduğu politik ve kültürel çevre dikkate alındığında (buna tabii ki Bahaettin Karakoç’u da katmak gerekli) sanatsal üretim açısından modernleşme seyri gösterebilen nadir verim alanından birisi olduğunu görüyorum.”
Dosyada Fatih Yalçın, Mehmet Ali Kalkan, Şahin Torun ve Talat Ülker de Dilaver Cebeci üzerine yazılarıyla yer alan isimler.
Cemil Meriç’i okumak gerek
Nuhan Nebi Çam,Yarın dergisinde Cemil Meriç’i anlattığı bir yazısı ile yer alıyor. Biyografik bir yazı değil bu. Bir öykücünün kaleminden çıkan, özgün ifadelerin yer aldığı, Cemil Meriç’e yakışan bir yazı. Cemil Meriç’i satır satır çözümleyen bir yazı kaleme almış Çam. Yer yer duygusal bir üslup çıksa da karşımıza, neticede Cemil Meriç’in ruh dünyasına hepimizi davet eden birçok kapı sunuluyor bize: “Okuduklarının, incelediklerinin, araştırdıklarının üzerine yüreğini koymuştur usta. Bütün bir içtenliğini, samimiyetini ve namusunu.”
Nuhan Nebi Çam’ın yazısı, Neden Cemil Meriç’i okuyalım sorusunu kendisine soran herkes için derin cevaplar içeren bir yazı.
İman harbine hazır mıyız?
Sorumluluk bilincini kuşanarak çıkan bir dergi Yarın. Edebiyatın hoş iklimde latif sözlerle gönülleri hoşnut etmek değil arzusu. Sarsmak, rahatsız etmek, kendine getirmek gibi gizli ve açık görevleri üstlenerek çalışmalar yayınlıyor sayfalarında.
Mehmet Bilal Yamak’ın “Sana söyleyecek sözlerim vardı. Yanına gelince unutverdim…” isimli yazısı kitabın ortasından konuşan bir yazı. Modern çağın ayak oyunlarına karşı girişilecek iman harbinin cenk meydanından sesleniyor okura. Bu çağ bizi bizden koparmak için her gün yeni bir rolle çıkarken karşımıza ne yapabiliriz sorusuna yeni cevaplar bulmaktan başka çare yok: “Kuru diyalektiğin harman yeri olan modern dünyada aşkı kuşanamayanların galip gelecekleri bir tane bile meydan savaşı yoktur. İman harbinin tankı aşk, topu muhasebe, askeri ise meleklerdir. İman harbi sahasına yanmaz kefen ile tahrik edici yorganlarını kuşanarak girenlerin ise kaderi kendileri ile beraber bir neslin de mağlubiyeti olacaktır.”
Mustafa Uçurum