Kasım 2018 dergilerine genel bir bakış-1

Şarkî, Aydos, Cımga dergilerinin Kasım 2018 sayıları hakkında Mustafa Uçurum yazdı.

Kasım 2018 dergilerine genel bir bakış-1

Edebiyat ve kültürde hayvanlar

Şarkî dergisinin 6. ve 7. sayısı birlikte çıktı. Uzun bir zaman dilimine ait olan bu iki sayı okuyucular için göz dolduran bir içeriğe sahip. Derginin beklenen, merak edilen bir havası var. Dergi ile buluşunca okuyucu beklediğine değdiğini anlıyor her sayfada.

“Hayvan Çalışmaları Özel Sayısı” ile “Edebiyatta Ve Kültürde Hayvanlar” başlıklı bölüm var dergide. Serpil Oppermann dosyanın ön sözünde şu cümlelerle anlatıyor dosyayı.

“Hayvan Çalışmaları, istisnasız tüm canlıların ontolojik kimliğine ve eyleyici özne olma özelliğine sahip olduğu düşüncesinden doğmuş ve bu bağlamda insanı diğer canlılar ile birlikte evrimleşen bir canlı türü olarak yeniden tanımlamıştır.”

“Tüm canlıları birer birey olarak gören Hayvan Çalışmaları’nda sürdürülen mücadelede, Şarkî dergisinin bu önemli özel sayısının etkili biçimde farkındalık yaratacağını söyleyebiliriz. Sonuç olarak; yüzyıllardır anlatacağımız insan merkezli anlatılardan oluşan söylemleri böylesi çalışmalar değiştirecektir. Çünkü Mathew Calarco’nun deyişiyle, ‘Bizler burada düşüncenin geleceği üzerine sürdürülen bir mücadeleyle meşgulüz.”

Barış Ağır dosyaya “Postkolonyal Anlatılarda Hayvanlar Yazısı” ile katılmış. Yazıdan birkaç bölüm paylaşmak istiyorum. Barış Ağır; yazısında sömürgeci anlayışın yaklaşımlarından, emperyalizmin edebiyata, kültüre bakış açısından da bahsediyor.

“Edebî hayvan incelemelerinde, hayvan imgelerinin anlatının kurgusal ve tematik gelişimi ve karakter yaratım özellikleriyle bağ kurduğunu görürüz. Bu anlamda, hayvanın insanı yansıtan bir ayna işlevi olduğu görülür. Hayvan imgeleri aracılığıyla karakterlerin arzuları ve istekleri somutlaştırır.”

“Emperyalizm bağlamında yapılan hayvan çalışmaları genellikle ırk, sömürgecilik ve kölelik kapsamını ele almıştır. Bazı araştırmacılar ise olaya sosyolojik ve etik açıdan yaklaşmışlardır.”

Postkokolonyal çalışmalar, şiddet olgusunu sömürgeci ile sömürülen arasındaki temasın bir sonucu olarak ele alırlar. Hindistan ve Afrika sömürgelerinde hayvanlara uygulanan şiddet, sömürgeci beyaz insanın sözde üstünlüğünü ve hegemonyasını yansıtır. Vahşi ve evcil hayvanlar, sömürgeci avcılar tarafından farklı muameleye tabi tutulmuşlardır. Yeni koloni arayışlarında sömürgeciler ve emperyalistler, genellikle yanlarında köpek bulundurma  eğiliminde olmuşlardır.”

Jeremy James’in derginin özel sayısı için hazırladığı “Atın Gizemli Mantosu” yazısı derginin şah beyti olmuş adeta.

“Atlar olmasaydı bilgisayarlarımız da olmazdı. Yıldızlara doğru uçmayı bile asla düşünemezdik. Atlar bizim düşünce biçimimizi yeniden şekillendirirdi. Atın şimşek hızında tepki verebilme becerisini görmek ve sürat ve mesafe kavramları ile tanışmak, insanın o ana kadar içerisinde yaşadığı dünyanın ne kadar küçük olduğunu algılayabilmesini tetikledi.”

“At insanın kaderinin başında nöbet tutar. İnsanoğlu onun kemiklerine izlerini bıraktı. Başka hayvanlar da oradaydı: filler, develer, eşekler, katırlar… Onları inkâr etmiyorum. Onlar ve diğer muhteşem hayvanlar da hayati rollerini oynadılar. Fakat hiç birisi atın yaptığı kadar devamlılıkla ve onunki kadar çeşitli sahalarda yer kaplamadı insanın hayatında.”

“Keskin sezgilerinin yanında bir de olağanüstü kapasiteleri vardır atların. Bir at, çoğunlukla, kendinden isteneni öleceğini bilse de yapar.”

Çok yoğun bir dosya çalışması hazırlamış Şarkî dergisi. Bu konuya ilgi duyan, hayvanların aramızdaki gizemli yaşamına edebiyat ve kültür penceresinden bakmak isteyenler için derginin bu sayısını özellikle tavsiye ediyorum. Arşivlik sayılardan bir özel sayı bekliyor okuyucuyu.

Şarkî’den şiirler

Kredi dağıtın yılları zincire vurun
Ölecekseniz bile mercedes’in altında kalın
Bir iyilik yapın sonra yedi iklime atın
Kiramen kâtibinle de öz çekim yapın
Hayal alın hülya satın sarılın ve birlikte batın

Ömer Hatunoğlu

ey son güzellikleriyle çırpınan dünya
bir nedenim olsun diye
açtım derimi, derinimi, iliklerimi
sana

A.Barış Ağır

bu kentin ortasında nice kışlar geçirdin
dizlerine kadar bata çıka dolaştın sokaklarında
nice baharlar, nice yazlar, nice güzler
nice acıyla katlanmış mektuplar gibi
karayazgılı bir ardıçkuşu koydular adını

Mehmet Sümer

her şeyi yaratana da inancım var nathanael
sana da öğreteceğim yaşayarak bunları
tadarak dünyanın tüm nimetlerini
inanmayarak artık olabileceğine günahın
öyle ki son nefesinde bile
anarak o nimetleri ve anlayarak:

hayat, güçlüsün ölümden
hayat güçlüsün, ölümden

Bayram Zıvalı

Türk şiirinin sivil tezahürleri

Aydos dergisi 17. sayısına ulaştı. Derginin elime ulaşan her yeni sayısı daha zengin bir içerikle karşılıyor beni. Dosya konuları, dergiye katılan yeni isimler derken Aydos dergisi özlenen mektep dergi duruşunu pekiştirmeye devam ediyor.

Aydos’tan yapacağım ilk paylaşım Nurettin Durman’a ait. Şiir ve sivil kavramları edebiyat dünyamızda her zaman gündem olmuş kavramlar arasında. Durman’ın dikkat çeken tespitlerinden paylaşımlar yapmak istiyorum.

“Garip şiirinin ardılı olan İkinci Yeni şiirinin sivil söyleminin de şiiridir. Şiiri iyi kurulmuş bir şairler yürüyüşüdür bu. Kendini rahata açan, yeni siyasi yapılanmanın insanları biraz da şaşırtan, baskıcı dönemin ardından yeni bir havaya kavuşturan bir dönemdir 1950’li yıllar. Daha serbest ve daha muhalif söylemler çıkmaktadır ortaya.”

“Yetmişli yıllar Türkiye’si toplumcu şiirin önemli olduğu bir dönemdir. Didaktik ve yüksek ses tonlu şiirler revaçtadır. Şiir meydanlarda okunmalıdır imajı yaygındır.”

Nurettin Durman üzerine düşen bir görevi yerine getiriyor ve yazısını gençlerin yoluna ışık olacak cümlelerle bitiriyor yazısını.

“İki binler Türkiye’sinde elbet edebiyatın kendini bir olgunlaşmaya taşıması gerekmekte eser ortaya koyma cihetinde yeni nesiller ileri bir anlayışın oluşumunu terennüm etmeli özellikle şiiri daha üst katlara çıkarmaya özen göstermeli geleceğin kapılarından özgün eserlerle girilmelidir. Şiir özgürce kanat vurmalı, hayata derin anlamlar katmalı ve tabii sivil olmalıdır.

Şiirimiz sivildir resmiyeti sevmez.”  

Kurgulasak da mı saklasak

Hasan Boynukara’nın Aydos’ta “kurgu” üzerine bir yazısı var. Anlam, içerik, yaklaşım ve bakış açısı olarak kurgu kavramı çokça öznel bir duruş sergiliyor. Boynukara’nın yaklaşımı da örneklerle konuya açılım kazandıran bir yazı olmuş. Çünkü bir metnin kurgu mu gerçek mi olduğuna dair sarf edilen sözler bazen kavram karmaşasını da yanında getiriyor. Bunun sebebi de kurgunun cazibesini koruması.

“Kurgunun kendine özgü dünyasına girmeden onun imkânlarına başvurmadan ortaya çıkan, ifadeye çağrılmış bir insanın beyan/larından öteye gidilemez. Bu ayrıma çok dikkat etmek lazım. Yaşadıklarımızı, beklenti ve korkularımızı, üzüntü ve sevinçlerimizi, nefretimizi ve sevincimizi vb. paketleyip ölümsüzleştirmenin yoludur kurgu. Öyleyse yaşasın kurgu.”

Aydos’tan üç şiir

mecburiyetten açılmayı unutulmuş kapılar
din ile dünyayı ayıracak birbirinden
lacivert giymiş kölelerle kol kola
sen sıkıldın çık dolaş biraz istersen

Kadir Ünal

Gövden iftira halesi olmuş halka halka
Kaç asır yaşlandın yatak yarası sırtın.
Ana dudağı merhamet, yarılır susuzluktan.
Ellerin kalkan mı olur sandın gırtlağına?
Yırtık bir gömleksin sırtından hançerlenmiş
Gönüne kaç ceylan girer saltanatın.

Ulaş Konuk

gökyüzüne bakıyorsun
bulutları bilmeden
bir kuş geçti uzaktan
o elbette ayrı bir
omzunda bir el bekledin
ama kimse dokunmadı

Suavi Kemal Yazgıç

Kök hücreler sadece biyoloji konusu değildir

5. sayısına ulaştı Cımga dergisi. Bir dosya konusu belirlenmese de dergide zamana, mevsime, genel gidişata uygun bir hava oluşuyor. Bu sayıda sonbaharın renklerine boyanmış güze dair şiir ve yazılar bekliyor okuyucuları.

Benim dikkat çekeceğim ilk yazı Muhammed Sinan Kökcü’ye ait. Ali’ye Mektup’lara devam ediyor Kökcü. “Kök Hücreler Sadece Biyoloji Konusu Değildir” diyor bu kez mektubunda. Aslına sadık kalmak üzerine önce Ali’ye daha sonra herkese söyleyecek sözü var Kökcü’nün.

 “Türkiyeli olmak demek geçmişe doğru uzanan kaç yıl demek Ali? Ben altındaki ağılda kuzuların melediği, tavan arasında farelerin cirit attığı, iki katlı, duvarları kerpiç bir evde doğdum. Alt komşumuzun hiç değişmeyen ve birbirini tekrar eden tek kelimelik ama upuzun ninnisiyle uyudum yıllarca. Bir çocuk olarak geçirdiğim yıllar şimdi çocuklarımın çocukça hayallere dalıp uyumalarının ardından bir köşeye çekilip, çayını yudumlayan yetişkin bir adam olarak tefekkür semalarında kanat çırpmaya dönüştü. Şimdi bambaşka bir mekânda bambaşka biri olarak nefes alıyorum. Babam çocukluk ve gençliğime bakarak kendinden ve atalarından bana miras geçen birçok tavır görmüştür. Kendi çocukluğuna ve gençliğine zaman uzadıkça körleşir insan. Yoksa daha tahammülkâr olurlardı babalar. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım on nesil öncesinden dedelerimden benden sonra devam edecek kim bilir kaç nesil torunlara kadar bağlıyız birbirimize. Öyle gözükse de yetmiş yıllık bir nefes alıp vermeyle sınırlı değil bir adam olarak öylece durmak. Kaç asırlık kökler var bir adamda.”

Genetiğiyle oynanan değerlerimiz

Şeyma Y. kanayan bir yaraya değinmiş Cımga’da. Elimizden kayıp giden değerlerimizin ağıtı gibi içten bir yazı.

“Öyle bir zamandayız ki dostlarım, şeytanın bile utanacağı olaylara tanık oluyoruz içimiz yana yana. İçimiz yana yana diyorum çünkü içimiz yanmalı, kor olup akmalı kâinata. Gençlik denilen en kudretli yaşların hakkını verebiliyor muyuz? Yoksa medya ile moda ile uyutuluyor muyuz? Çanakkale’de kurtulmadık, vurulduk!”

“Siyonistler boş durmuyor! Bugün planları sendelese bile yarın yeni planlarla yola koyulacaklar. Hiçbir şey elinden gelmiyorsa bile, bil, öğren ve evladına anlat. O da bilinçlensin. Bilinçlensin ki daha çok dert sahibi olalım. Dertsiz yaşamayı bırakıp dertlenelim. Kendini dertsiz hisseden en büyük derde bürünmüştür, biçare. Yanalım kardeşim, yanalım. İslam’ın nurunu yok etmek isteyenlere inat ruhumuzla, imanımızla, değerlerimizle kül olalım...”

Durmuş Sezgin’den Eylül notları

Dergideki güz havasına değinmiştim. Durmuş Sezgin’in eylüle dair notlarını buraya almak istiyorum.

Eylül; okulun ilk günü, koskoca yaz tatilinden sonra ilk mesai…

Eylül; hasat zamanı, bağbozumu…

Eylül; forma, kitap defter masrafı, gider üstüne gider…

Eylül; şu okul açılsa da kurtulsak beklentisinin hayat buluşu…

Eylül; talebe, muallim, okul, zil, ümit…

Eylül; salça, kuşburnu, pekmez, turşu…

Eylül; dönüş, yaylağı terk ediş, göç…

Eylül; ilk psikolojik roman, Mehmet Rauf…

Eylül; ekinokslardan biri…

Eylül; darbe, darbeciler, 12 Eylül…

Eylül; Menderes, Polatkan, Zorlu…

Eylül; kurgu, kurmaca, 11 Eylül…

Eylül; Vali, adı Recep, soyadı Yazıcıoğlu: Adam

Eylül; bozkırın tezenesi, Neşet Ertaş…

Eylül; kurtuluş, İzmir, 9 Eylül…

Eylül; yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!

Eylül; an gelir -lâ ilâhe illallah- Kanunî Süleyman ölür…

Eylül; muhasebe, muhakeme, ölçü, tartı…

Eylül; sarı, turuncu, şafak, tan, kızıl, kıpkızıl…

Eylül; ayva sarı, nar kırmızı, sonbahar…

Eylül; ölüm, musalla, taht, saltanat…

Eylül; kıymet ve baha kaybı…

Sahi ya sizin Eylül, sizin Eylül hangisi?

İpi koptuğu yerden bağlamak

Cımga’dan son paylaşımım Yaşar Koca’ya ait. Umut vadeden cümleleri var Koca’nın bir mümine yakışır üslupta.  

Bizim de gönüller yapabilmemiz için kötülükten iyiliğe, çirkinlikten güzelliğe, kirden temizliğe, düzensizlikten kurulu bir düzene, ama hep daha iyiye ve hep daha güzele doğru insanları yönlendirmemiz ve bir şekilde gönülleri birbirine bağlamamız gerekiyor. Gelin, biz de telafisi mümkün olan sorunların giderilmesinde bu yöntemi kullanalım. Alışkanlıklarımızı bu şekilde değiştirelim ve her şeyden önce niyetlerimizi de iyilikle bağlayalım ki bir daha ayaklarımıza bağ olan olumsuz düşünceler bizi yolumuzdan alıkoymasın. Şu hayatta tutunduğumuz iplerin ve umutların sağlam olması dileğiyle, Mevla, alışkanlıklarımızı güzel eylesin.”

Mustafa Uçurum


 

 

YORUM EKLE