Cahit Zarifoğlu’nun ilk defa yayınlanan öyküsü
Hece Öykü dergisi 87. sayısında Cahit Zarifoğlu’nun ilk kez yayınlanan bir öyküsünü okuyucuları ile paylaştı. Rasim Özdenören öyküye nasıl ulaştıklarını anlatıyor derginin önyazısında. Kahramanmaraş’ta Serdar Yakar’ın arşivinden ulaşılan Yenik adlı öykünün dışında hiç yayınlanmamış iki öykünün daha var olduğu haberini de alıyoruz. O öyküler de ilerleyen sayılarda okuyucularla buluşacakmış. Merakla bekleyeceğiz.
Öyküden ve içeriğinden de bir tahlil yazısı hassasiyetiyle bahsediyor Özdenören: “Konusundan da anlaşılacağı üzere Cahit’in Eskişehir’de planör kursuna katıldığı döneme ait bir öykü… 1958 yılı yaz ayı onun planör kursuna katıldığı mevsim. Uçmaya heves ederdi… Cahit’in metinlerine egemen olan kapalı, üstü örtülü ifade biçiminin onun ilk gençlik dönemindeki metinlerinde de geçerli olduğunu gözlemliyoruz. Bu öykü bize ayrıca izlenimimizin pekişmesini de sağlıyor: Cahit’in metinleri biraz da onun kişisel serüvenini bilmemizle bağlantılı…”
Sevim Burak’ın öykü dünyasına girmek
Hece Öykü’nün dosya konusu Sevim Burak. Birçok yazar Sevim Burak öyküleri ve kitapları üzerine yazılarıyla yer alıyor dosyada. Ben Mehmet Kahraman’ın “Sevim Burak’ı anlamak” yazısına değinmek istiyorum.
Sevim Burak’ın öykü dünyasına nasıl girileceğinin ipuçları veriliyor yazıda. Bunun çok da kolay olmadığının altı özellikle çiziliyor. Bunun sebebini Kahraman’dan öğreniyoruz: “Oysa Burak’ın metinlerinde anlamdan ziyade anlamsızlık, konusuzluk var gibidir.”
Yazıda Cemal Şakar’ın, Seher Özkök’ün, Necip Tosun’un Sevim Burak üzerine yazdıklarına değiniyor Mehmet Kahraman. Merkezde anlamsızlık ve konusuzluk var. Aslında her şey Burak’ın iç dünyasında olup bitiyor. Uzak ülkelerin gizemli büyücüleri gibi kendi dil ve düşünce dünyasının öyküsünü kurmak istiyor Burak.
Son söz Kahraman’dan gelsin: “Bilinçli bir öykü dünyası kurma peşindedir Sevim Burak. Bu şekilde olağanın dışarı çıkabilir ve kendini var eder. Yazı hayata tutunma biçimidir onda… Ben Sevim Burak’ın öykülerini onun hayatını okuduktan sonra sevdim. Anladım diyemiyorum, çoğu öykülerde bütünlük kuramıyorum fakat yine de öyküler bir şekilde beni yakalıyor. Metnin dili, kurgusu, yazarın yazma biçimi bizi kendine çekiyor. Bu da onu değerli kılıyor.”
Adapazarı’nın caddesi, sokağı, insanları
Ne zaman Adapazarı özlemi içimde depreşse bir Necati Mert öyküsü okurum ve özlemim az da olsa diner. Şehrine sevdalı yazarlar sıralamasının en üst sırasında yer alır Necati Mert. Adapazarı’nın tarihini öyküsünde, denemesinde anlatırken adeta o yıllara gider gelir. “Değişen Bir Şey Yok” adlı öyküsünde de Adapazarı’nın caddesi, sokağı, insanları karşılıyor bizi. Şehir adeta nefes alıyor öyküde. Zaman geçse de Necati Mert için şehrin ruhu dipdiri. Yani değişen bir şey yok: “Çıktılar. Kapalı’dan açığa çıktılar. Çark Caddesi de bizim piyasa caddemiz. İhtiyar ayağıyla bile on beş, yirmi dakikada, bilemedin yarım saatte alınır bir uzaklık. Say ki bir, bir buçuk kilometre.”
Şehri tanıyanlar yazarla birlikte adımlarlar sokakları. Bunu yazmayı da anlatmayı da seviyor Necati Mert. Dilinin bütün inceliklerini şehrinin üstüne serpiyor büyük bir keyifle: “Şerefiye Camii, Çark Caddesi’nin ortalarında yer alır. Bahçeli evler Şerefiye’ye kadar sağlı sollu hiç boşluksuz gelir, Kanara da caminin arkasındadır, kaldırılmış olmasına karşın bulunduğu sokağın adı bugün de Kanara’dır, ne ki resmî yayınlarda Kanarya yazıldığı da görülür. Kanara diye bir yer, bir şey duymadım, Kanarya’dır o, diye düşünülmüş olmalı. Hadi, sizin yerinize ben bakayım lügate: Mezbaha, kesimevi demekmiş.”
Göz dolduran bir dergi
Konya-Akşehir merkezli çıkan Ketebe Piyan dergisi ile 9. sayısında tanışabildim. İlk intibam şu ki göz dolduran bir dergi ile karşı karşıyayız. Derginin iki kapağı var diyebiliriz. Bir tarafta ketebe; yani edebiyatın uçsuz bucaksız ikliminden devşirilen şiirler, deneme, inceleme ve öyküler yer alıyor.
Derginin diğer tarafı piyan. Derin anlamlar yüklenmiş piyan’a: Akşehir Gölü çevresinde yetişen bu bölgeye ait bir çiçek. Bu çiçek ile derin bir bağ kurmuş dergi ekibi. Nasıl ki piyan ömrünün son demlerini yaşıyor ve direniyor çağın bütün yok edici güçlerine karşı, bu gençler de ayakta durmak için daha sıkı sarılıyorlar değerlerine. Ellerindeki en büyük güçleri cümleleri. Piyan bölümünde röportaj, film eleştirisi, kitap ve gezi yazıları ağırlıkta. Derginin bu sayısının ortak paydası Nasreddin Hoca. Yani satırlar arasında bir nebze olsun tebessüm biriktirebilmek.
Hasan Kaçan: “Ete kemiğe bürünmüş İslam olarak yaşayan insanlar onlar”
Hasan Kaçan isminin karikatür, dizi, sinema gibi birçok alanla ilgili çağrışımı hemen akla gelir. Eline aldığı her işten yüzünün akıyla çıkmasını bilen bir isimdir Kaçan. “Unutulmazlar” arasında olmayı da bu başarısına bağlayabiliriz. Aradan geçen uzun yıllara rağmen “Ekmek Teknesi” dizisi dendiğinde akla ilk gelen isim Heredot Cevdet yani Hasan Kaçan’dır. Gırgır dergisi, hakeza aynı etkidedir. Bir de Nasreddin Hoca yönü vardır Kaçan’ın. Nasreddin Hoca şenliklerindeki temsili Nasreddin Hoca olmasının dışında fıtrat olarak da hikmetli bir duruşu vardır Kaçan’ın.
Ketebe Piyan’da 9. sayının dosya konusunun Nasreddin Hoca olmasına da dikkat çekilerek Hasan Kaçan ile bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Dizilerden, çizgilerden, memleketin gidişatından bahseden keyifli bir söyleşi olmuş. Zahide Nur Kodal, A. Ali Öncel ve Çağrı Toptaşlı’nın sıkı ve içtenlikli sorularını bizi hiç şaşırtmayan samimiyetiyle cevaplamış Hasan Kaçan.
Osman Sınav’ın Hasan Kaçan için söylediği: “Hasan Kaçan bu dönemin modern Nasreddin Hoca’sıdır.” sözünün üzerine verilen cevabı buraya almak istiyorum.
“Estağfurullah, Nasreddin Hoca’nın moderni bir kere olmaz. Sağ olsun Osman Hoca, iltifat etmiş ama bir kere Nasreddin Hoca olmak için hoca olmak lazım. Tek başına Nasreddin olmuyor. O ikisi birden olduğu zaman irfan ortaya çıkıyor. Bizim zaten bir sürü insanımızın konuşmasında, niye artık şu isimler, yüksek sanat ürünü veren isimler ya da neden zamanımızda Hz. Yunus yok, Hz. Mevlana yok ya da Nasreddin Hoca gibi ilim irfan sahibi insanlar niye yok dendiğinde şunu görüyoruz ki; onlar zaten bizim gibi yaşayan insan değildi ki. Ete kemiğe bürünmüş İslam olarak yaşayan insanlar.”
Karakter var, kalekter var
Sinan Terzi’nin üslubunu seviyorum. Sadece dergilerde yazdıklarıyla değil sosyal medya hesaplarındaki paylaşımlarıyla da dünyaya herkesin baktığı yerden bakmayan, kendi bakış açısını kendi ayarlayan bir isim Terzi. İroni ve dramın yanında, popülizme kaçmayan dokundurmalar onun anlatımına çok yakışıyor. Tam da Ketebe Piyanlık diyeceğim bu üslup dergide kendine yer bulmuş.
“Karaktersiz Kalekter” adlı bir solukta okunacak öyküsü ile dergide yer alıyor Sinan Terzi. Anlık bir durumun öyküsü bu. Karakola düşmüş bir Roman vatandaşın polisle giriştiği tanıdık bildik bir diyoloğun öyküsü. Adı Kalekter. Mesajı da var öykünün. Son söz Kalekter’den geliyor: “Geçen bi anım abla dediydi. Adını nası koyarlarsa öyle adam olurmuş insan. Eeee… Ben diyom yapıyım onu Kalektersiz. Kalekter ep aç bıraktı bizi. Belki karnımız doyar!”
Ketebe Piyan dergisini sevdim. Dergiyi tanıyın, siz de seveceksiniz. Heyecanı bol, umut ışığı derginin tüm sayfalarında hissediliyor. Dergiye emeği geçen herkese kolaylıklar dileyerek yolları açık olsun diyorum.
Kökü mazide olan atî; Yahya Kemal
Dil ve Edebiyat dergisi 114. sayısında Kudüs hassasiyetini yine kapağına taşıyarak çıktı.
Dergide Emir Ali Çevirme, Yahya Kemal’in “Eski Şiirin Rüzgârıyla” kitabından hareketle şairin şiirindeki epik söylem üzerine bir yazı kaleme almış. Edebiyat tarihinde şiirimizin daima gür bir sesi olmuştur. Destan, efsane, koçaklama türlerindeki şiirler milletimizin yiğitliğinin anlatıldığı örnekler arasında sayılabilir.
Modern şiirimizde de epik söylem kendine yer bulmuş, söyleyiş farklılıkları ortaya çıksa da bu tür şiirler varlığını her zaman hissettirmiştir.
Emir Ali Çevirme’nin Yahya Kemal tanımı var yazıda, gayet isabetli bir tanım bu: “Temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış Türk şiirinin, modernizm bağlamında moderniteye geçiş sürecinde yaşamış ve sanatını icra etmiş son büyük temsilcilerindendir.” Yahya Kemal şiirindeki epik/hamasi söylem üzerine tespitleri var Çevirme’nin. Bu söyleyişin çıkış kaynağı da ortaya konuyor yazıda: “Doğduğu şehir olan Üsküp’te, ilk yetişme döneminde tarihe özel alaka duyan Yahya Kemal, Sultan III. Mustafa döneminde yaşamış olan meşhûr akıncı beyi Şehsüvâr Paşa’nın torunudur. ‘Beyatlı’ soyadı, Farsça bir yapı olan ‘Şehsüvar’ın Türkçe karşılığıdır. Yahya Kemal bu kan bağını unutmamış, özellikle gençlik yıllarında modern farklı fikirlere meyletmekle birlikte esas özünün daima farkında olmuştur.”
Şiirlerinden örneklerin de yer aldığı yazı, Yahya Kemal’in şiirdeki güçlü sesinin hissettirildiği bir yazı olmuş. “Ey şanlı cedd-i ekberimizâb-ı tîgının / Bî-hadd imiş güneş gibi tenvîr savleti”
Gustave Flaubert İstanbul’u nasıl görmüş?
Batılı yazarların Türkiye ve özellikle İstanbul üzerine yazdıkları hem bir belge olması bağlamında hem de Türkiye’nin Batı’dan görünen yüzünü temaşa etmemiz anlamında dikkate değer çalışmalardır. Doğruluk payı, cümle aralarına sıkıştırılan art niyetli ifadeler, ülkeye ve şehre farklı bakış açılarını gözlemlemek derken Batılı yazarların izlenimleri tarih boyunca dikkatle takip edilmiştir. Aykut Nasip Kelebek de Dil ve Edebiyat’ta Flaubert’in İstanbul seyahatini anlatıyor. Nerval, Gautier ve Flaubert’in seyahatlerine ve Batı algısına da değinerek mukayeseli bir yazı kaleme almış Aykut Nasip Kelebek.
İstanbul, tarihin her döneminde dünyanın gözbebeği bir şehir. Onu anlatmak ve yaşamak edebiyatçılar için de büyük şans. Büyük bir coşkuyla yazılan İstanbul yazılarının yanında Flaubert’inki pek de beğenilmez. Kelebek yazısında bu noktaya dikkat çekmek istiyor: “Gautier ve Nerval gibi İstanbul hakkında adeta roman yazan, şehri baştan aşağı gezip bütün renklerini aktarmak istercesine iştahla konuşan yazarları okuduktan sonra Flaubert’in yazdıklarından tat almak çok mümkün görünmüyor.” Bu tatsızlığın sebebi de ortaya konuyor: “Flaubert ise Doğu yolculuğunun zoraki bir adresiymiş gibi yaklaşır İstanbul’a, gördüklerini yüzeysel bir biçimde, bir üslup derdi taşımaksızın gelişigüzel not eder, adeta görev biliciyle davranır; bu da şehir yazarlığının bütün lezzetini yitirdiği yerdir artık.”
Yazıdan çıkaracağımız sonuç: İstanbul geçiştirmeye gelmeyecek kadar hisli bir şehirdir. Gönülden sevmeyene güzelliklerini göstermez.
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği 10 yaşında
Dil ve Edebiyat dergisi, Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği bünyesinde çıkan bir dergi. Derneğin 10. kuruluş yıldönümünde dergi 114. sayısına ulaştı. Hem dernek hem de dergi, faaliyetleri ile adlarının hakkını vermeye devam ediyor. Kültür sanat gündemimize sundukları katkılar da göz dolduruyor. Derneğin 10 yılını Genel Başkan Ekrem Erdem değerlendirmiş. Derneğin kuruluş süreci, yapılan faaliyetler, derneğin varlık sebebi, ülkemizin kültür-sanat ortamında bulunduğu yer gibi birçok başlık altında anlatılmış dernek.
Ben de “Dilimiz kimliğimizdir.” sözüyle hareket eden, faaliyetlerini sürdüren Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nin nice 10 yıllara ulaşmasını diliyorum.
Kayseri’den payitahta uzanan bir mimar aile: Balyanlar
Şehir dergisi bir Anadolu şehrinin sınırlarını aştığını somut örneklerle gösteren bir belge olarak yayın hayatını sürdürüyor. Haziran 2018’de 18. sayısına ulaşan derginin bu sayısında da ünü Kayseri dışına taşan bir ailenin hikâyesi var. Atalarının Kayseri Derevenk ya da Derevank köyünden olduğu var sayılan bu aile; Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Selimiye ve Davutpaşa Kışlaları gibi hem İstanbul hem de Osmanlı açısından çok kıymetli eserlerin yapımında mimar olarak görev almış: Baylanlar.
Önder Kaya,yazısında Osmanlı inşaat sektöründeki gayrimüslimlerin rollerinden de bahsediyor. Özellikle Balyanlar geleneksel mimari tarzında cami, kışla, su yolları gibi eserler yaparlarken Garabet Balyan, çocuklarını Avrupa’ya mimari tahsiline gönderiyor; böylece sonrasında modern yapılar da inşa etmişler: “Kayseri’den yola çıkarak İstanbul’a gelen Balyanlar şehrin çehresinin değişmesinde önemli rol oynamışlar, 18. ve 19. yüzyıl İstanbul siluetinde yer alan pek çok yapıya imza atmışlardır. İstanbul başlı başına marka olan bir şehir. Onun marka değerini yükselten pek çok anıt eserde Balyanların büyük etkisinin olduğu ise tartışmasız bir gerçek.”
Anılar şehirlerin şifasıdır
Şehirlerin şimdiki halini herkes yaşar da geçmiş zaman fotoğraflarına bakmak insan ruhunu bazen daraltır bazen de “Hey gidi günler!” dedirtir içimizden uçup giden insan yanımızın acısını duyarak. Bu yüzden geçmiş zamana dair şehir yazıları yaşadığımız zamanın hatırını, kıymetini bilip birbirimize daha sıkı sarılmamızın bir vesilesidir aslında. Kopup gidiyor içimizden tel tel güzel olan ne varsa.
Şehir dergisinde geçmiş zaman Kayseri’sine ait yazıları büyük bir keyifle okuyorum. Bu sayıda da Ali Aslım anlatıyor 1950li yılların Kayseri’sini: “Kayseri daha gelişmemiş. Yüzyılların ihmali ile imar yoksulu bir kent… Şehir büyük bir kasaba görünümünde o zaman. Toprak damlı, çoğu tek katlı, taş yığma evler…”
Daha sonra bir çocukluk anısı eşliğinde insanlığı, kardeşliği, birlikte yaşama kültürünün ruhunu beslediğini anlatıyor Aslım. Elinden uçup giden balonlara bakarak ve umudunu hiç yitirmeden.
Görsel bir şölen eşliğinde Bürüngüz
Şehir dergisinden yapacağım son paylaşım Dursun Çiçek’in bir Osmanlı köyü olan Bürüngüz hakkındaki yazısı. Sadece yazı değil elbette; Dursun Çiçek’in objektifinden yansıyanlar da süslüyor dergi sayfalarını. Şehir dergisinin görsel yönünün ağır olduğunu her defasında söylüyorum çünkü Şehir dergisi bize görsel şölen de sunan bir dergi: “Bürüngüz bir Osmanlı köyü… Ama Dulkadirliyi, Selçukluyu da içinde taşıyor… Bunun ilk alameti her köşe başında şırıl şırıl akan çeşmeler. Otuzun üzerinde olduğunu tahmin ettiğimiz bu çeşmelerin en eskisi 1500’lü yıllarda Osmanlı döneminde yapılmış.”
Dursun Çiçek yazısında köydeki taş yapılara dikkat çekiyor “taşa ruh veren insanların köyü” diyerek ve ekliyor: “Osmanlı döneminde de İstanbul’un önemli taş ustalarının bu köyden gittiği bilinir.”
İnsanlar, mekânlar rengârenk bir heyecanla can buluyor yazıda. Çeşmelerden gelen su sesinin huzuruyla adımlanan köyde Dursun Çiçek yaşadığı mutluluğu yazısında ve her fotoğraf karesinde hissettiriyor: “Köyden ayrılırken o daracık sokaklarda dolaşan horozlara ilişiyor gözüm. Yaşlı amca geliyor aklıma ve geçmişe, çocukluğuma, köyüme giderek, bir sabah vakti horozun ötüşüyle seher vakti uyanıyorum… Ve nenem içeriden bağırıyor, gün öğlen oldu, hâlâ yatıyorsunuz!”
Mustafa Uçurum