Şiirde esas olan duruştur
Mahalle Mektebi dergisinin 41. sayısı, kırk bir kere maşallah denilecek bir yoğunlukta çıktı. Derginin ilk sayfaları yine öyküye ayrılmış.
Ben Mahalle Mektebi’nden ilk olarak Mehmet Solak’ın “Şiir nasıl mümkün?” yazısına dikkat çekmek istiyorum. Bir şairin şiir üzerine poetik metinler yazması şiir üzerine düşündüğünü gösteren en önemli kanıt. Solak, yazısında şiirin oluşum aşamasını ortaya koyarak “yazmak mı söylemek mi?” ayrımını yapıyor. Hem sözlü şiire hem de yazılı şiire dair tespitleri var Solak’ın. “Yazılı şiir, gündelik dil içinde var olmaz. Dilin gidimli haline yaslanmaz, zaman zaman yararlansa da ondan. Gidimlilik, şiirin düşmanıdır. Şiiri klişeleştirir yahut retoriğe mahkûm eder. İmgelem derinliğidir yazılı şiir.” “Sözlü şiir gelenekseldir, dil ile tezahür eder, dili kullanır; yazılı şiir ise moderndir, dilde tezahür eder, dilde var olur. Dilden ayrı düşünülmez yani, dilden ayrıştırılmaz.”
Şiirin şiir olma halidir esas olan. Yazının temelinde bu düşünce yatıyor. Sözlü ya da yazılı olmasının ötesinde bir duruştur şiir. “Söyleyiş değildir yankı veren, duyuş da değildir. Dilde yankılanan, duruştur; şairin kendine özgü olan ve dilde tezahür eden duruş’u.”
Mustafa Çiftçi’den okuma notları
Okuma notları tarzındaki yazıları önemserim. Okuyucular için bir rehberlik yapar bu tür yazılar. Günümüzde okuyucu denen o narin kitlenin çok kırılgan ve bıkkın olduğu gerçeği de düşünülünce okuma notları daha da önem kazanıyor. Bu sebeple ruha ve gönle şifa okuma notlarına ihtiyacımız var.
Mustafa Çiftçi, Mahalle Mektebi’nde yazdığı okuma notlarına okumanın içimizde tamamladığı parçalarından bahsederek başlıyor. Daha sonra Fahim Bey’de kendisine kalan vurucu ifadeyi paylaşıyor. “ … Bunlar belki hariçten ziyade kendi içlerine bakan her şeyin bol ve kibarlığın tabi olduğu bir devirde yetişmiş ve hâlâ o zamanlardaki şeylere inanır…” Mustafa Çiftçi, Fahim Bey’den alıntıladığı bu cümlelerden sonra şu ifadeleri kullanıyor: “Bu tarifte ‘hariçten ziyade kendi içine bakan’ kısmına vuruldum. Bence bir medeniyetin kendine olan itimadının nişanesi fertlerin kendi içleriyle meşgul olabilecek emniyet hissine sahip olmaktır.”
Daha sonra Mehmed Niyazi’nin yazarlığa başlama serüveninden ve taşrada yazmanın özel ve bereketli yanından bahsediyor Çiftçi.
Yol yorgunluğu bir şiire sığar mı?
Mahalle Mektebi’nden son paylaşımım Mustafa Könecoğlu’na ait “Yol Yorgunluğu” şiiri. Hayatın içinden, sorgulayıcı ve yorucu bir şiir bu. Ruhun yaşadığı cendereyi yazmış şair. Şiirin akıcı olması her ne kadar hayatın ritmini hızlandırsa da yorgunluk hissini bütün dizelere sindirmiş şair. “Çok uzun yollardan geldim ve çok yorgunum / çok yorgunum ve üstüm başım dünya kokuyor / çok şey gördüm, görmediklerimin teminatı say / çok yaşadımsa çok öldüğümün kanıtı olsun”
Modern Türk hikâyeciliğinin doğuşu
Edebiyat Ortamı dergisi adının hakkını vererek okuyucularıyla buluşmaya devam ediyor. Sadece dergi olarak değil, şiir ve öykü yıllığı ile de merakla beklenen, edebiyat dünyamızın nabzını tutan bir dergi olduğunu gösteriyor her sayısı ile Edebiyat Ortamı. Mayıs-Haziran 2018 sayısı ile okuyucularına “Öykü Yıllığı” da sunuyor dergi.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Âlim Kahraman’a ait “Modern Türk Hikâyeciliğinin Doğuşuna Farklı Bir Yaklaşım” yazısı. Kahraman, dünya edebiyatından isimler eşliğinde Türk hikâyeciğinin serencamını anlatıyor. “Türk Edebiyatında Avrupaî kısa hikâyenin ilk örneklerini Küçük Şeyler’le (1308/1891-92) Samipaşazade Sezai Bey vermiştir. Ne o ne de bizde modern hikâyenin asıl babası saymamız gereken Halit Ziya’nın, bu türün Türkçedeki ilk örneklerini verirken Poe’dan doğrudan etkilendiğini söyleyebiliriz.”
Batı etkisi, geleneksel anlatıya dayanan hikâyemiz ve Doğu edebiyatının etkisi birleşince ortaya çıkan modern hikâyemiz hızla gelişen ve varlığını ispatlayan isim ve eserlerle kalıcı olma yolunda sağlam adımlar atmıştır.
“Ömer Seyfettin’in yayımladığı bilinen ilk hikâyesinin tarihi 1902’dir. Türk hikâyeciliğini o yıllara kadar getirmiş olduk. Yeni Türk hikâyeciliğinin doğuşunu Batılı etkiyi hesaba katmadan açıklamak mümkün görünmüyor. Bununla beraber modern Türk hikâyesi taklit değildir. Türkçenin barındırdığı imkânları kullanarak her yazar kendi rengini taşıyan bir dil ve eda ortaya koymayı başarmıştır.”
Mehmet Âkif ve Sırât-ı Müstakim
Mehmet Âkif’in şair ve mücadeleci yönü kadar önemli bir diğer yönü de dergiciliğidir. Düşüncelerini yaymak ve özellikle Milli Mücadele döneminde halkı bilinçlendirmek amacıyla hız kazanan dergi faaliyetleri Âkif’in düşünce yapısını daha iyi anlamak için doğru okunması gereken büyük bir kaynaktır.
Erdem Dönmez, Edebiyat Ortamı’nda Âkif’in Sırât-ı Müstakim’deki varlığından ve yazılarından bahsediyor. Aynı zamanda Sebilürreşad dergisi de yazıda ele alınan konular arasında. “Toplam 182 sayı neşrolunan Sırât-ı Müstakim’de Mehmet Âkif’in kendi adıyla ve Sadi müstearıyla toplam 184 imzası olduğunu görüyoruz. Bu yazılardan 52’si şiir, 97’si tercüme ve 35’i makale türlerindendir.”
Tercümeleri de var Âkif’in. Ferid Vecdi ve Muhammed Abduh’tan tercümelerden bunlar. Bu iki ismin Âkif’in düşünce yapısındaki yeri düşünülecek olursa bu tercümeler de o derece önem arz etmektedir.
Âkif’in şiirlerine aşina bir milletiz ama nesirleriyle çok da mesaimiz olduğu söylenemez. Âkif’in düşünce yapısını tam olarak kavramak için nesirlerini de mutlaka okumak gerek. “Sayısı en az otuz beş olan telif makalelerdeki konu çeşitliliği dikkat çekmektedir. Edebiyattan sosyolojiye, eğitimden dil meselelerine, mezheplerden dini vecibelere hatta hastalıklara kadar oldukça geniş bir alanda fikirlerini okuyucuya sunmuştur.”
Edebiyat Ortamı’nda şairler geçidi
Edebiyat Ortamı, şiirleriyle de okuyucularına elden düşmeyecek bir sayı sunuyor. Derginin genel yayın yönetmeni Arif Ay olunca üst seviyeden şiirler okumamız da kaçınılmaz elbette. Gerek şairler gerekse şiirler derginin şiirsel duruşuna güç katıyor. Edebiyat Ortamı’ndan paylaşacağım şiirler bunun bir kanıtı.
“dikiş attı ruhuma / ellerin hangi düşü yorar / her şey sustu tabiat yorar / her şey sustu tabiat içre / tabiat içre suyun sesi / mürekkep gibi dağıldı rüzgâr / ne yazsın ki zaman / zaten her şey tekrar” ( Arif Ay)
“yaralanır kelimelerim / sana verilen telkin / sana sunulan telkin / sana sunulan tilavetten / gam evinde nadasa kalır / sana ait kelimeler / senden gelen harfler” (Ali Sali)
“Neyleyim yalancı fecr vurdu yüzüme / Aşk sandı gözlerim birden uyanmaya / Doğuyu ekledim kızıl saçlı saatime / Ve çöller gibi durgun ağlamayı” (Hacı Şaban Boztaş)
“aşiyanda ısınan nazenin hıçkırıkları kartopu baharda / yankı dünyaya haykırdığın sanrılamak hal sanma / çağıldayan nilüfer çehresinde gök gürlüyor semazen / matem yazıtlarından bir bir indiriliyor bu hengamede / hem dem / sızıyor kalbimizin namahrem uzletine / nefs güveleri”
( Mehmet Mortaş)
“uzaktayım aklımın en uzak köşesinde / solmamakta direnen siyah bir gül var / dudağımda bölük pörçük kalmış satırlar / çantamda mazmunları kırışmış bir divançe” (Şadi Kocabaş)
Ahmet Hamdi Tanpınar ve roman sanatı
Edebiyat Ortamı’ndan son paylaşımım Engin Elman’ın Prof. Dr. Mehmet Törenek’le yaptığı söyleşi. Tanpınar’ın penceresinden edebiyat dünyamıza ve özelde de romanımıza bakan bir söyleşi bu. Bu söyleşiyi okuduğunuzda Tanpınar ve eserleri ile ilgili aklınızdaki birçok soru işareti dağılıp gidecek. Törenek’in Tanpınar üzerine söz sahibi isimlerden olması ve Elman’ın yerinde ve açılım sağlayan soruları bu söyleşiyi okunur kılıyor.
“Tanpınar’da zaman hep bir problemdir. İnsan zaman ilişkisi ile toplum zaman ilişkisini birbirinden ayırmaz. Yine o, iki zamanın varlığını kabul eder ve bunların birbirinden ayrı akıp giden şeyler olduğunu, bireysel zamanın eşya ve olaylar içerisinde asıl zamanla birleştiğini söyler.”
“Tanpınar’da eşyayı fetiş haline getirme durumu pek fazla değil. Bunu belki Mahur Beste ile Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanlarında saatlere gösterilen ilgide görmek mümkün. Ama onu Tanpınar bir insani zaaf ve tutku olarak değil de bir sembol olarak almaktadır.”
Karabatak 38, Mehmetçik ve Edebiyat sayısı
Karabatak dergisi 38. sayısında özgün bir dosya sunuyor okuyucuya. Belki içerik olarak bu tür çalışmaların yayınlandığı dergiler olmuştur ama adı “Mehmetçik” olan bir dosyaya benilk kez rastlıyorum.“Bu sayımızı kahraman ordumuza ithaf ediyoruz.” diyerek çıkmış dergi.
Böyle bir sayı hazırlamalarının gerekçelerini anlatıyor giriş yazısında Ali Ural. Mehmetçik imgesinin edebiyatı besleyen yanlarından, edebiyata yansıyan yüzünden bahsediyor. “Mehmetçik başlı başına bir âlem; fedakârlık bir kurgu değil onda, bir hakikat. Fakat bu hakikate hakkıyla nüfuz edebilmemiz için üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getiren Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Tarık Buğra, Attila İlhan ve Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi eski şair ve yazarlarımızın yanı sıra yenilerine ihtiyacımız var, taze kana. Zira hakikat hayal aynasına defalarca düşmeden ışığını yansıtamıyor.”
Ali Ural’ın Mehmet şiirinden bir bölüm: “başaklar kızardı toprağında bu yıl kırmızı ekmekler yiyeceğiz / her ismin başında bir mehmet sözlüklerimizde marşlar / yükseliyor bire bin vermek mi Bir’e milyonlar vereceğiz / herkes mehmetini bekliyor herkesin mehmetinde merhamet / toprak diri kalmak için saklıyor kör nişancılardan / Mehmet var yaşasın yoksa çürüyeceğiz”
Naime Erkovan, Ömer Seyfettin hikâyeleri bağlamında ele almış Mehmetçik temasını. Elbette bir asker olan Ömer Seyfettin’in bu yönüne de dikkat çekerek. İçinde vatan, millet, milli şuur konularının geçtiği hikâyelerdenbahseden Erkovan, Kızılelma neresidir sorusuna da günümüz şartlarını düşünerek cevap arıyor: “ Kızılelma coşkusunu milletine yeniden aşılamaya çalışan Ömer Seyfettin o gün başarılı olamamıştır ama belki de seslendiği insanlar o vakit henüz dünyada yoktular. Belki de mazlumların katledildiği yerdir Kızılelma, belki de açlık imtihanıyla lime lime edilmiş bedenlerin topraklarıdır Kızılelma, belki de ömürlerinin son demlerinde evlatları için korkusuzca yaşamak isteyen ihtiyarcıkların yurdudur Kızılma…”
Bünyamin Demirci’nin, “Amerikan Kamuflajı” adlı öyküsü de dosyaya renk katan çalışmalardan. Bir kamuflajın, hem de Amerikan malı bir kamuflajın Mehmetçik üzerinde yaptığı yakıcı tesiri anlatmış öyküsünde Demirci. Yerli ve milli olmanın Mehmetçik için ne kadar derin anlamları olduğuna bir gönderme olarak okudum bu öyküyü. Gönlünü, ruhunu dışa bağımlılığa adamış olanların yüzlerine yüksek sesle bir kez okumak gerek Bünyamin Demirci öyküsünü. Yerli ve milli çalışmalara da büyük bir sevinç eşliğinde değiniliyor öyküde: “Bir gün koşarak geldim yanına. ‘Abi müjdemi isterim. Kamuflajlar yeniden değişecekmiş. Üstelik silahlar da milli olacakmış.’ diye sevinçle anlattım haberi.”
Önce kendini okuyacak insan
Ali Ömer Akbulut Karabatak 38’de “okumak” kavramını insanın yüzüne tutan bir yazı ile yer alıyor. Önce kendini okuyacak, kendinin farkına varacak insan. “İnsanın kendini okuması kainatı okunmasıdır aynı zamanda. Kendimizi okumak, birlikte varoluştalığımız sebebiyle var olanları ve eşyayı en tabii ifadesiyle, en doğal halleriyle bilmeyi gerektirir.”
“Kalbine dön ve oku kendini diyor!” diyor Akbulut. Okudukça sisler dağılacak, dünyanın yüzü daha da aydınlanacak. “Kendi düğümümüzü ancak kendimizle çözebiliriz, kendimize ancak kendimizle erebiliriz; ne olduğumuz, ne olmadığımız bizde ayandır.”
Şehir tükenmişse insan da tükenmiştir
Karabatak’tan son paylaşımım Savaş Ş. Barkçin söyleşisinden. Medeniyet, yeni medeniyetler kurmak, medeniyetin alametleri gibi geniş açılımlı bir söyleşi bekliyor okuyucuyu. Bu konular tam da Barkçin’in ilgi alanları olduğu için kitabın ortasından ifadeler var söyleşide: “Medeniyeti ‘kulluk medeniyeti’ olarak anlarsak bizim için anlamlıdır. Yoksa kendi başına yüceltilecek bir şey değildir.”, “ İman nasıl bir tercih ise o tercih kulun her işine yansır. Bizim ‘medeniyet’ dediğimiz o yüzden tek başına anlamlı değildir.”
Şehir ve insan üzerine de medeniyet merkezli ifadeleri var Barkçin’in: “Bugün yapı yapıyoruz, kendimiz yapılmıyoruz. Şehir inşa etmek kendini inşa etmektir.”, “O halde şehir tükenmiş ise insan da tükenmiştir. Çünkü şehir yapan insan, aynı zamanda şehir tarafından yapılır.”
Yapmak varken yıkmak yine?
Şehir ve Kültür dergisi cesur göndermeleri ile ülkenin nabzını tutan bir dergi. Yaşadığı dönemden bîhabermiş gibi olup bitenlere kulak tıkayan dergilerden değil. Derginin Haziran 2018 sayısı daha kapaktan sarsmak istiyor okuyucuyu: “Yapmak için bir Süleyman lazım, bir de Sinan”
Dilinden “yıkmak” ifadesini düşürmeyenlere bir sözü var derginin genel yayın yönetmeni Mehmet Kamil Berse’nin: “Aklı başında hiçbir Lider veya başkan, vaadinde yakacağım yıkacağım demez, demek gafletinde bulunmaz veya fırsat bulsa da yakmaz yıkmaz, bu oyuna alet olmaz. Ancak barbar olanların tarih boyunca yaptıkları örneklerde görülür yapılanı yakmak yıkmak, Moğol istilalarında görülmüştür tarih boyunca bunlar, ya da asırlar geçtikten sonra kendi içimizden çıkan şehir eşkıyaları ve teröristlerde görülür şehirleri yakıp yıkmak yağmalamak…”
Yine bu konu ile bağdaştırabileceğim bir yazı da Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’a ait. Geçmişe, değerlere, emanetlere sahip çıkmak merkezli bir yazı bu. Yani yıkmak değil olanı muhafaza etmek üzerine tespitler var yazıda. Geleceği inşa etmek istiyorsak geçmişi doğru kaynaklardan okumak gerekir. Kurşun, bunun için bir öneride bulunuyor: “Ben yakın dönem tarihimizin biyografiler üzerinden okunmasına inanırım. Maalesef Türk tarihçiliğinde biyografi geleneği oldukça zayıftır. Son yıllarda gelişme gösterse de istenilen seviyede değildir. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi şahısların evrak biriktirme geleneğinin olmaması veya varsa şahsi evraklarının intikal etmemiş olmasıdır. Devlete hizmet etmiş olan şahısların evrakı genellikle Osmanlı veya Cumhuriyet arşivlerinde dağınık bir halde bulunmaktadır. Bu da araştırmaları güçleştirmektedir. Ancak bir istisna var gibi gözüküyor. Tabii eski SEKA’ya gönderilmemiş iseler, Emekli sandığında sivil devlet görevlilerinin dosyaları vardır ve araştırmaya başlamak için mükemmel bir kaynaktır.”
Ayrıca hocanın yaşadığı bir arşiv macerası da Şehir ve Kültür’de okuyucularını bekliyor.
Amerika’yı ayağa kaldıran isyan sanatçısı: Tosun Bayrak
İstanbul’da başlayıp New York’a uzanan bir hayat ve mücadele hikâyesini anlatıyor Prof. Dr. Nazif Gürdoğan. “Amerika’yı şaşırtan Türk” Tosun Bayrak’ı anlatıyor Gürdoğan. Bir değişimin hikâyesi aslında bu. Amerika’nın defalarca şahit olduğu bir diriliş hareketi. “Türkiye’de Malcolm X gibi, hayatında baş döndürücü dönüşümler olan Bayrak’ın adı ilk defa, ‘Amerika’yı Şaşırtan Türk’ olarak, Talat Halman’ın yazı dizisiyle duyulmuştur. Bayrak gençlik yıllarında bir arayış içinde olan bir komünist olarak ayrıldığı Türkiye’ye, ancak 1968 yılında geri dönebilmiştir. Artık bir ayağı New York’ta, bir ayağı da İstanbul’dadır. İstanbul ile New York arasında sevgi köprüsü kuran, bir gönül elçisidir. Bayrak İstanbul’dan aldığı ışıkla, New York’u aydınlatmaya çalışmaktadır. Bayrak yirminci yüzyılda İstanbul’dan New York’a gitmiş bir Anadolu erenidir.”
Tosun Bayrak’ın mücadeleci kişiliğine dikkat çeken yazıda anlatılanları okuyunca hakikati haykırmak isteyen yürekler için dünyanın her köşesi bir özgürlük meydanıdır diye düşünüyoruz ister istemez. “Bayrak, New York’ta altmışlı yılların sonunda, Vietnam savaşına karşı yürüttüğü sanat destekli protesto eylemleriyle tanınmıştır. O sağ ve sol çatışmaların doruk noktasına çıktığı bir dönemde, öncülüğünü yaptığı şok sanatı çalışmalarıyla, 68 Kuşağı’nı etkileyerek, ”Lanetli Türk” olarak adını bütün dünyaya duyuran, İsmet Özel gibi “Evet İsyan” diyen, bir başkaldırı sanatçısıdır.”
Şiir şehir Sivas
Ozanlar diyarıdır Sivas. Her karışı tarih koktuğu kadar şiir de kokar. Geçmişte de böyleymiş şehrin havası, günümüzde de şiirin nefes aldığı şehirlerden olmaya devam ediyor. Prof. Dr. Adem Efe, bir Sivas gezisinin ardından şiir şehir olarak vasıflandırmış Sivas’ı. Bir şehri büyük hayranlıkla gezen Adem Efe’nin her satırında şehre karşı duyduğu muhabbet var. Tarihin ruhunu hissettiren her noktası ile derin izler bırakıyor Sivas şehri Hoca’nın üzerinde. Şehirden ayrılırken bu hoşnutluğu cümlelerine yansıtıyor: “Bir daha bu şiir şehre gelir miyim? Gelirsem ne zaman ve hangi sebeple gelir, uğrarım bilemiyorum. Ya nasip diyor ve ekliyorum: Vaktiyle ilim şehri olan Sivas gerçekten “şiir şehir mi yoksa şiirin şehri mi?”
Mustafa Uçurum