Ekim 2018 dergilerine genel bir bakış-4

Mahfel, Temmuz, Dil ve Edebiyat, Makas dergilerinin Ekim 2018 sayıları hakkında Mustafa uçurum yazdı.

Ekim 2018 dergilerine genel bir bakış-4

Toprağımızın Tınısı Türküler

Mahfel dergisi 5. sayısına ulaştı. Dört bir yandan kapanan dergiler haberi geldikçe bütün dergiler için bir tedirginlik yaşamıyor değilim. Şartlar zor, edebiyat güzel. Ayakta kalmak da şiirden sayılır bugünlerde. Mahfel’e uzun soluklu sayılar diliyorum.

Mahfel’den ilk paylaşımım türkü tadında olacak. Halil Çakmaktaş, toprağın bereketinden türkülerin tınısına Anadolu nefesli bir geçiş yapmış. Zaten toprağın da türkünün de kaynağı Anadolu. Nasıl ki toprakla bağımız kopuyor, türküler de yeniçağa kurban gidiyor ister istemez. Çakmaktaş bu noktaya değinmiş yazısında.

“Günümüzde maalesef çağın getirdiği popülizme kurban verdiğimiz türkülerimiz, genç neslimizin nezdinde banal, klasik, kıro müziği gibi tabirlerle anılmaktadır. Bu durum için karamsar olmamak mümkün değil. Şair ve yönetmen Onur Ünlü’nün de ifade ettiği ‘’Neşet Ertaş’ı bilmeyen nesle aşina değiliz’’ sözü aslında bu durumu özetler niteliktedir. Merhum Neşet Ertaş, Aşık Mahzuni Şerif, Aşık Veysel, Musa Eroğlu vs. gibi çağımızın halk ozanlarını bilmeyen ya da dinlemeyen nesil, kendi aslını tam manasıyla tanımaktan mahrumdur. Kendi öz kimliğinin bir hanesi olan türküler yerine popülist müziğin kucağında sallanan nesil, maalesef ya başka kimlikleri taklit ediyor ya da türkü dinlemekten utanıyor, sıkılıyor olacaktır.
Unutulmamalıdır ki kendimizi dilimiz, örfümüz, geleneğimiz ile ifade ettiğimiz kadar var olacağızdır.”

Kitaplarda ölmek de var

Bazı hayatları küçücük bir parantez anlatır. Sığar mı bir hayat bir paranteze bilinmez ama hayat derin izler bırakır üzerimizde. En çok da acı.

Beyza Özkan, emek işi bir yazısı ile yer alıyor Mahfel’de. Yazının merkezinde Behçet Necatigil’in “Kitaplarda Ölmek” şiiri var.

Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır, parantez.

“Parantez içine sığıyordu değil mi yaşam ve ölüm? Yaşam ve ölümün arasına bir çizgi ekleniyordu, ince bir çizgi, öyle değil mi? Ne vardı o çizgide sahi, ne vardı da yaşamımızın içinde sıkça söylüyoruz ‘’yaşam ile ölüm arasında ince bir çizgi vardır’’ diye? Ne varsa onda, parantez içindeki çizgide, bir şeyler vardı. Kitaplarda geçen ismin ümidi, korkusu, gözyaşı ve sevinci vardı. Kim bilir, bizim bilmediğimiz şeyler vardı, bilmediğimiz remizleri vardı, yaşamsal, varoluşsal. Çizgi, hani parantezin içindeki o çizgi, tıpkı kapı gibi varoluşsal bir remiz değil miydi? Hatırlıyorum da Gide, ‘’dar kapı’’dan geçmeyi telkin ederdi; Kafka’nın böceği, müziğin sesini duyup da kapının ilerisine adım attığında hatırlamıştı hani insanlığını. İşte, çizgi de kapı gibi varoluşsal bir remizdi. Doğumu ve ölümü dar bir parantez içinde olan kitaptaki o isim, dar kapı misali çizgiden geçiyordu. Parantezin içindeki o çizgi, onun varoluşsal remziydi. Sözün özü, onun varlığıydı.

Mahfel’den şiirler

Bak ona
Neden sonra yine de öğretir sana
Göğün altında zaman vardır
Akar ve biriktirir kil benzeri yaşamları
Doldurur denizi daraltır
Karayı emanet eder kazıbilimcilere
Kimsenin sevgisine dokunmaz
Yanacak ışığı engellemez
Sönecek mumu gölgelemez
Doğacak çocuğu buyur eder
Kırılacak aynayı teselli
Ağlayana dokunmaz, engellemez gülüşleri
Ve yerin üstünde zaman vardır
Hiçbir zaman kurmaz ölümsüzlük düşleri

Ahmet Menteş

bardağımı taşırmayan damlanın soğuk yüzünde 
kaşınan yaralarımda ne çok telaş var
sen bunları ezberinde tutup
yazıya geçirmeden içine atabilirsin
bilirsin yarım kalan pişmanlığımda
ne batıl kırgınlıklar birikti
üşümene dokunurken seni tek başıma düşündüm
ve şiirle haşır neşir olanlar yaraladı bu kenti

Arif Mete

Rüyalarım. Yeşile çalan

Mavi bir ıslıktır ötelerde çağıran

En güvenli renk toprağın

Ehram içinde cenân

Köklerim. Eşelendikçe yerleşiyor

Başıbozuk ağaçlara düşüyor yıldırımlar

Köklerimdir bulutları koruyan

Sinsi dallardan
 

Bulutlar. Yerleşik düzenleri bozar

Efsunlu sular akıtır göklerden çatırdayarak

Ağarır fikir zifiri hafakanlardan

Bir dünya yiter yeniden kurulur devran

Ağrılı şakaklardan

Ayşe Altıntaş

Saldırılar başlamıştır çoktan

Dokunduklarına

Çocuklar vardır dudaklarında

Ezberindir çocuklar senin

Çünkü çocuklar senin geçmişindir

Oyunlar oynanır önünde

Dokunamazsın oyunları bilmek yetmez

Kendin yapmalısın oyuncağını ey

Sokakların kaldırımcısı

Muhammed Münzevî

Aklın, ruhun ve kalbin selameti

Bir şeylerin yokluğunun fark edilmesini önemserim. Eğer fark edilen konumda olan bir şeyler varsa demek ki, hayatımızda bir yeri varmış derim. Temmuz dergisi aylık çıkan bir dergi. Eylül’de çıkmadı. Yokluğunu hissettirdi. Bu önemli.

25. sayısı ile yine okuyucularının karşısında dergi. Kitap yazılarının öne çıktığı bir sayı olmuş. Sadece kitap içeriği değil yazarların ve şairlerin ruhuna dokunan yazılar var Temmuz’da.

Benim dergiden ilk paylaşımım Mustafa Yılmaz’a ait. Akıl, ruh ve kalbe sesleniyor Yılmaz. Bu üçlüye dikkat. Bunlar sağlıklı olduğu zaman kişi de kendini selamette hissedecek.

“Bir kalbi tavaf etmeden ölüp gidiyoruz. Ölü gibi yaşıyoruz demek daha doğru. Halbuki bu dünya hayatı bir kalbin duyuşları için yeterince kısa değil mi?”

Hepimizin hüzünbaz pozlar vererek yaşadığımız bir hayatın yitirdiklerine dikkat çekiyor Yılmaz.  

“Bütün devreleri birbirinden kopmuş muhteşem bir cihazın sefaleti ne ise ruh zillete duçar olunca aynı duruma düşer. Fedakârlık en önde olmayı gerektirir. Mikrofonlar uzatılınca da arka safta olmayı. Zahmette yük yüklenmeyi, ganimette en geride beklemeyi!”

Göçebe ruh, mülteci beden

Bu çağda en sık duyduğumuz kavramların ilk sıralarında geliyor göçebe ve mülteci. Yerini sahiplenemeyen, durmadan bir rüzgârın arkasında sürüklenen talihsizler olarak bedenen olmasa bile ruhen bir savruluşu yaşıyoruz. İçimizde hüzün, ayaklarımızda tarifi imkânsız bir ağırlık ile düşüyoruz yollara.

Mehmet Akif Şahin, Temmuz dergisinde göçebe ruhumuzun arkasında sürüklenen mülteci bedenimizin içsel terennümünü dile getirmiş.

“Şimdi, sen yolcusun. Ayaklarını sıkıca bastığın toprak, içten içe bir seremoninin hikâyesini yazmıştır. Sen ise yaşamışsındır. Bıraktığın evin kapısı, penceresi ve duvarları benzer duyguların renklerini gizler. Bütün bunların yanı başında komşulukların sessiz vedası seni uğurlamaya gelir. Yaşlısı, genci, çocuğu seyre durur. Göç yüklenmiştir. Yol görünmüştür.”

Temmuz’dan üç şiir

Bizim coğrafyada herkes birbirinden fazla ölür
Dalından düşse cemre pencerelerde kar görünür
Bizden olanı bize uzaklaştıran neyin mirasıdır ki
Azaldıkça anlıyoruz babalar kimin kurşunuyla ölür

Necati Atilla Soykan

biz Ahır Dağı’nın cesur çocukları
gökdelenleri deviren
Maraş’ın deli fırtınası
sarsarız anakaraları
çünkü biz Yedi Güzel Adam’dan öğrendik
dağlardan şehre koşmasını

Mehmet Gemci

gurur bir çiçeği soldurmaz
bir elif gibi dik duruşundan yalnızlığın

bakma bir başına oluşuna
her deniz koynunda yıkık dökük bir gemi taşır

İşimiz, gücümüz Türkçe

Dil ve Edebiyat dergisi 118. sayısında yine en hassas noktasını kapağına taşıyarak içimizdeki yozlaşmanın takipçisini olduğunu gösterdi. “Plaza Dili Bihruz’un Dili mi?” diye sorarak dergi, konuyu her yönüyle ele alıyor.

Dergide bu konuda yazılmış iki yazıdan paylaşım yapacağım.

“Diller farklı dillerden kelime alır, etkilenir ve onları etkiler. Yapılması gereken alınan kelime veya kavramın kendi dil kurallarına uygun hale getirerek alınması ve kullanılmasıdır ki bu dili zenginleştirir. London kelimesini Londra olarak alıp Landın okumadığınız sürece dilinize zarar vermezsiniz. Ancak alfabenizi Ay, Bi, Si, Mi, Zi olarak seslendirdiğinizde ve kısaltmalarınızı bu seslerle sayıkladığınızda dilde çürüme başlar.”

“Tanzimat’tan itibaren süregelen kültürel istilanın önüne geçmek için kelimelerimizi yeniden kuşanmak ve dilimizi yıkılmaktan kurtarmak için mücadele etmek zorundayız. Yitirilen her cümlenin, her deyimin, her kelimenin, her hecenin kültür coğrafyamızın surlarının yitiği olduğunun bilincinde olmak noktasındayız.”

Üzeyir İlbak

Binlerce yıllık Türk tarihinin şerefli bir mâzisi vardır. Bu mâzi aynı zamanda Türkçenin de tarihidir. Türkçemiz 80 yıldır sıkıntılı-buhranlı bir dönem yaşıyor. Türkçenin mâzisini şerefli kılan asalet, zenginlik ve ifade gücü hoyrat eller tarafından tahrip edilmiş, zenginliği ve güzelliği – letâfeti çalınmıştır. Tahribatın; sosyal hayatımızı bozmadan, millî-manevî değerlerimizi tahrip etmeden durdurulması mecburiyeti ile karşı karşıyayız.”

Oğuz Çetinoğlu

Recep Seyhan’dan Diyarbekir yazısı

Şehirlere şairlerin ve yazarların gözüyle bakmak gerekir. Onların içinde kopan her fırtına şehrin bir köşesinden kopup gelerek şiir olur, öykü olur, roman olur. Recep Seyhan bir Diyarbakır ziyaretinin ardından kaleme aldığı yazı ile yer alıyor Dil ve Edebiyat’ta. Yazıdan birkaç noktayı paylaşmak istiyorum. Şairiyle, yazarıyla, tarihiyle bir Diyarbakır var karşımızda.

“Ali Emirî, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı, Ahmet Arif, Hattat Hamid, Süleyman Nazif, Sezai Karakoç, Abüssettar Hayati Avşar, Mehmet Uzun gibi kültür ve sanat adamlarının yetiştiği bir şehir Diyarbakır. Çok insan, Hz. Süleyman Camisi’nin adını, kuşların dilini bilen Süleyman peygamberle karıştırıyor. Gerçek böyle değil; cami adını, orada medfun Âmid Süleyman (r.a)’dan alıyor. Süleyman, Diyarbakır’ın fethi sırasında burada şehit olmuş. Muhtemel ki diğer sahabe kabirleri ile burada bir araya toplanmış.”

“Diyarbakır’da vatandaşlarla da görüştük. Edindiğimiz izlenim şudur: Böylesine önemli bir şehir, ayrılıkçı unsurların hegemonyasına terk edilmiş; şehirde yıllarca feodal yapı ve ağalar hüküm sürmüş; şehre gidilmemiş ve ilgilenilmemiş. Bu gafletin ötesinde bir şey…”

Dil ve Edebiyat’tan üç şiir

Biz
Her birimiz tek yumrukluk
ışıkları
Gökyüzünün
Üstelik
Üstelik lirik
Yıkanmış

Halime Erva Kılıç

bizim istanbulda
bir şadırvan altında
gün akar / kuşlar uçar
ve bozar sukutu çeşmeler
kanar kanar da
elif ağırlığınca
söz olur
yazı olur kuşlara

bizim istanbulda
kör bir ceylan
içimde kalan

Ali Rıza Esmen

Kömür kokuları yayılıyor bacalardan
Erkenden ağarmış saçları
Ve sigaradan sararmış kalın bıyıklarıyla
Şafakla işe giden kasketli babaların
Omuzlarında iki dünyanın yükü
Yeleklerinin cebinde köstekli saatler
Yeni tamirden geçmiş ayakkabıları
Yürüyorlar ellerinde sefer taslarıyla

Mehmet Baş  

Çocukları Zarifoğlu’nu Anlatıyor

Makas dergisi 4. sayısında da dolu bir içerik sunuyor okuyucuya. Farklı bir havası var Makas’ın. Edebiyat, kültür, sanat içeriklerini çok da magazine kaçmadan tadında sunuyor. Yazarların da bu çizgide çalışmaları var dergide.

Bu sayının kapağında Cahit Zarifoğlu karşıladı bizi. Böyle bir kapak çıkınca karşıma bir solukta okudum dergiyi. İçtenlikle hazırlanmış yazılarla Zarifoğlu’na bol bol dualar gönderecek okuyucu. Betül ve Ahmet Zarifoğlu var dergide. Zarifoğlu’nun çocukları. Ahmet Zarifoğlu ile söyleşi yapılmış. Betül Zarifoğlu da bir yazı ile katkı sağlamış dosyaya.

‘Yazar Zarifoğlu’ ile karşılaşmam kesinlikle “İns” kitabıyla gerçekleşti. Babamı tam anlamıyla keşfettiğim kitabı, hikâyesi “İns” olmuştur. Olaylara, eşyaya, tabiata, hayvana, kalabalıklara, taşlara bakışını satır satır görmeme neden oldu. Sanatın ‘gösterdikleriyle’ ilgilenen biri olarak “İns” hikâyesindeki aşırı sanatsal anlatım ilgilimi çok çekmişti. Hoş, hikâye sadece bu imgesel anlatımı barındırmıyor. Dünya kadar özlü söz, hakikat, hatta Kur’an’dan alıntılar da var. “İns”i defalarca okumuşumdur ve her seferinde aynı heyecanı, aynı lezzeti alırım... Babamın şiirlerini okumaya çalışıyordum ama çok sevemiyordum. O yüzden ilkin düz yazılarını okudum. Sanırım lise yıllarında da yavaş yavaş içine girmeye başladım şiirlerinin. Bütün şiirlerinin yer aldığı şiir kitabını sık sık açıyorum, okumaya, sevmeye çalışıyorum. Bu kadar büyük bir şairin şiirlerini mutlaka bilmeliyim, sevmeliyim diye düşünüyordum. Ama dediğim gibi çok anlamadığım için hoşlanmıyordum pek. Galiba kendime çok yakın bulduğum gençlik dönem şiirleriyle anlamaya ve sevmeye başladım. O incelikler içinde de şair babamı keşfetmiş oldum diyebilirim.

Ahmet Zarifoğlu

Maalesef babasıyla kısıtlı zaman geçirebilmiş biriyim. Sadece 10 yıl. Babamla geçirdiğimiz anların ne kadar kendine özgü, ne kadar ayrıcalıklı olduğunu anlamak zamanla mümkün oldu. “Baba zaten böyle olur” düşüncesinden “benim babam farklı” düşüncesine geçiş benim için babamın vefatından çok sonralara denk gelir. Bizim için baba demek, çocuklarıyla oyunlar oynayan, onlara masallar anlatan, namaz kıldıran, Kur’an öğretmeye çalışan, kızlarının saçlarını örebilen biridir. Perşembe akşamları namaz kıldırıp dualar eden, peygamber kıssaları anlatan kişi, babadır. Çoğunlukla vaktini kitaplar, kâğıtlar, daktilo ve çocukları arasında geçiren; zarif, kibar, düşünceli biridir. Bizim evimizde babamın her akşam işten eve dönüşü, tam bir bayram havasıydı. Dışarıdan bakan, çocukların babalarını aylardır görmediğini düşünebilirdi rahatlıkla. Hepimiz kapıya koşar, karşılar, sarılırdık. Her sofrada “babam yanıma otursun” telaşı yaşanırdı; o da adaletsizlik olmasın diye sırayla yanımıza otururdu.

Betül Zarifoğlu

Dosyada ayrıca Seyfettin Ünlü ve İdris Kartal’ın da Zarifoğlu üzerine yazıları yer alıyor.

Sezai Karakoç’u anlatmak

Şakir Kurtulmuş, Makas’ta Sezai Karakoç üzerine bir yazı kaleme almış. Önemlidir Karakoç’u anlatmak. Bıkmadan, usanmadan hem de. Kurtulmuş gibi ehil bir kalemin Karakoç’u yazması da elbette önemli.

“Sezai Karakoç’un şiiri 1980 kuşağı ve ondan sonraki kuşaklar için en çok etkilendikleri, beslendikleri zengin bir şiir yatağı olagelmiş, şiirimizi beslemiştir. Türk şiirinin yıldızı, ufkudur adeta. ‘‘Körfez’’ isimli ilk şiir kitabı ile döneminin şairlerinin tümünün dikkatini çeken Karakoç, şiirin çıkmazını konuşan, yenilikçi bir tarzı savunan şairlerin yeni bir şiir arayışlarına yazdığı şiirlerle cevap vermiştir adeta. Şiirin açmazda olduğunu savunan şairler söyledikleri ile yeni bir çıkış yolu, yeni bir tarz arayışında olmalarına rağmen o, bunlara hiç ilgi duymadan bir ipek kozası gibi kendi şiirini inşa etmeye devam etmiş ve dönem şairlerinin gıpta ettikleri, mevcut şiir çizgisini aşan, yeni tarz şiirleriyle örnek olmuş, İkinci Yeni’yi oluşturan şairlerin hemen tamamının dikkatini çekmiştir. Şiir, ‘günlük konuşma dilimizdir’ der. Sezai Karakoç’un şiirlerinin tamamında Doğu-Batı medeniyetlerini çok iyi tanıyan, tahlil eden evrensel bir bakış görülür. İkinci Yeni şiirinde buhranlar, karamsarlık ve çatışmalar ön plana çıkar. Edip Cansever, İlhan Berk ve Turgut Uyar’ın şiirlerinde sıklıkla rastladığımız buhran, karanlık, derin boşluk ve ölüm korkusu Sezai Karakoç’u İkinci Yeni şairlerinden ayıran en büyük özelliklerdendir.”

Sanatının 50. yılında Selim İleri

Makas dergisi Selim İleri ile yapılan bir söyleşiye de yer veriyor sayfalarında. Halil Solak’ın soruları ile İleri’nin sanatı, romanları, 50 yıllık yazarlık serüveni buluşuyor bizlerle. Hâlâ daktilo kullandığını, yazarlığa nasıl başladığını, yazılarını hangi zamanlarda ve mekânlarda yazdığını da öğreniyoruz. Birkaç paylaşım yapmak istiyorum.

“Eskiden gece çalışırdım, şimdi çok nadiren gece çalışıyorum. Sabah erken kalkıyorum, öğleye kadar çalışıyorum. Öğleden sonrayı da okuyarak geçiriyorum. Eğer yazdığım metin yürüyorsa akşam da çalışıyorum. Bütün hayatım boyunca bir memur gibi sürekli çalıştım. Böyle bir yazarlık var mı yok mu bilmiyorum. İnsanlar esin gelsin diye bekliyorlar ama ben de öyle bir şey olmuyor.”

“ Daktilo ile yazıyorum hâlâ ben. Bir ara şerit imal edilmediği için çok ciddi bir sorun oldu. Bir dostum İngiltere’de el yapımı daktilo şeridi satan bir yer buldu. Hâlâ İngiltere’de bazı kişiler devam ediyormuş daktilo kullanmaya, onlar için üretiliyormuş. El yapımı olduğu için sizin adınızı da yazıyorlar, Mr. Selim İleri diye. Yılda 2-3 kez geliyor bana. Bu arada daktiloya dönüş başladı, yeniden üretim yapılacağına dair bazı haberler de duydum, öyle olursa bulmak kolaylaşır zaten. Bir de daktilo tamircisi ve iki tane de yedek daktilo buldum. Ama hâlâ 50 yıldır yazı yazdığım daktiloyu kullanıyorum. Daktilo bir alışkanlık, organik bir şey, vücudumun bir parçası gibi yoksa nostaljik olsun diye daktiloda yazmıyorum.”

“Biraz klasik olacak ama çok okusunlar diyebilirim. Herkes kendi yolunda, kendi başına gitmeye yazgılıdır zaten.”

Ahmet Kekeç’ten Kemal Sunal yazısı

Yazarların bakış açıları önemli. Özellikle yazarın kendi alanı dışında kalem oynattığı yazılar daha bir dikkat çekici olabiliyor. Çünkü görünene ve bilinene karşı farklı bir bakış açısı çoğu kez ufuk açıcı oluyor. Mustafa Kutlu’nun spor yazıları yazması gibi.

Ahmet Kekeç de Makas’ta bir Kemal Sunal yazısı ile yer alıyor bu sayı. Bakış açısı ve yaklaşımı artık ne olursa olsun bu toprağın bir değeri olan Sunal’a hakkını veren cinsten. 

“Kemal Sunal, bugün biraz anakronik kaçsa da tam da bu ülkenin güldürüsünü yapıyordu. Müthiş başarılı, müthiş yetenekli, müthiş zeki, müthiş “sezgili” bir oyuncuydu. Bizi, sürekli kendi gerçekliğimizle yüzleştirdiği, her defasında alttan alta acı veren o “olgu”yu, köylü, sinik, fırsatçı, “hort zort”, yerine göre olgun, yerine göre merhametli bir toplum olduğumuz gerçeğini gözümüze soktuğu, uyumsuzluğumuzu, dört “darbe”yle taçlandırdığımız akıllara ziyan “demokrasimizi” o kendine özgü, nezih, beliğ, tumturaklı sözcüklerle resmettiği için belki de onu bu kadar çok sevdik, bu kadar çok tuttuk, evimize girmesine göz yumduk... Tabii, ulusça “tedavimize” katkıda bulunduğu için de...”

Mustafa Uçurum

YORUM EKLE