Son zamanlarda gündemimiz/güncelimiz bir hayli kaydı. Kahvaltı masasında, otobüste, kıraathanede, hastanede, okulda… her yerde aynı nakarat. Bozuk bir plağın sarıp durması gibi, cızırtılı sesler çıkaran bir radyonun kulakları tırmalaması gibi. Çok konuşmanın zırvalamayı beraberinde getirdiği bir gerçek. Söz ve düşünce dağarcığımız giderek daralıyor. Gündemimizi/ güncelimizi üretemiyor; bu konuda yaratıcı ve aktif olamıyoruz. Dayatılan bir gündem hegemonyası içerisinde, insaniyete dair ne varsa tüketiyoruz. Okumak çaremiz. Okuyup da pratiğe dökmek çaremiz. Bastığı yerde ardından gelenlere de bir işaret kalsın diye izler bırakanların ardından gitmek çaremiz. Ortaya eser bırakanlara kulak vermek çaremiz.
Zor şeyler oluyor, zor şeyler yaşanıyor. Türkiye, kıldan ince bir köprünün üzerinden geçiyor. İncecik köprünün üzerinde, bin bir çeşit insan taşıyan kocaman bir gemi: Türkiye. Onun pusulası genç nüfusu. Ne yaparsa yapsın, hangi işle meşgul olursa olsun ülkesinin geleceğini düşünmekten vazgeçmeyen, bu konuda gevşek davranmayan, okumasıyla, yazmasıyla, çizmesiyle, sporuyla, eleştirileriyle, projeleriyle, her şeyiyle çalışan gençler, Türkiye’nin nabzıdır, pusulasıdır, kanıdır, kalbidir. Ülkemdeki güzellikleri görünce böyle düşünüyorum. Ortaya konan her esere bu niyetle bakıyorum. Okula yeni başlayan bir çocuğun defterinde gördüğüm aferin yıldızı, herhangi bir spor dalında bir sporcumuzun derece alması, bir yazarın kitap çıkarması… hepsi bende aynı duyguyu kanatlandırıyor. Şairin dediği gibi, “Sana, bana, vatanıma, ülkemin insanlarına dair” ne varsa heyecanlandırıyor, umudu ateşliyor.
Edebiyat dergilerinin yolculuklarına da böyle bakıyorum. Ciddiyetle ve istikrarla yol alan tüm edebî dergiler, farklı çiçek tozlarının bir petekte buluşması gibi geliyor bana, bu dergilere emek verenler de bal arılarının ta kendisi.
Edebiyat Ortamı dergisi, hem bal yapan arı anlamında, hem de “yabancı şeylerden arındırılmış” arı anlamında edebiyat yolculuğuna devam ediyor. Yerli düşünceye, bu ülkenin insanlarına önem veren Edebiyat Ortamı’nın elli ikinci sayısında, Arif Ay, Şakir Kurtulmuş, Adem Turan, Mücahit Ocakden, Sadık Yalsızuçanlar, Engin Elman, Hacı Şaban Boztaş, Lâle Demirtürk, Hasan İldiz, Erdem Dönmez, Mevlüt Ceyhan, İmdat Akkoyun, Ömür Öter, Eyüp Önder, Abdullah Enis Savaş, Recep Kayalı, Orhan Güdek, Ayşe Yazıcı Yavuz, Beyaz Pınarcı, Burak Çavuş, Mahmut Fazlı Özkan, Mehmet Ş. Dayanç, Arif Mete, Fatma Atıcı, Tülay Berberoğlu, Selim Baki, Ahmet Akın, Yusuf B. Aydeniz, Ayşe Karagöz gibi isimlerin eserleri bulunuyor. Geçtiğimiz sayısında Sezai Karakoç’u tanıtan dergi, Eylül-Ekim 2016 tarihli 52. sayısında da yine öncü bir ismi tanıtıyor: Nuri Pakdil.
Ev giysisiyle oturamam masaya
Kısa bir önsözle açılan kitapçıkta, Pakdil’in hayatı ana hatlarıyla anlatılmış. Pakdil’in aile ortamı, annesi, babası, okumaya başlama serüveni, ilk öğretmeni, sorgulayıcı tavrı öz bilgilerle sunulmuş. Pakdil’in hangi koşullarda yazdığını ve çalıştığını anlatan Arif Ay, Pakdil’e dair bütün yazdıklarında somut bilgiler ve veriler kullanmış. Bu bazen resmî bir kayıt, bazen şahit olunan bir an olabilirken, çoğunluk, Pakdil’in kendi kitaplarındaki cümlelerle sağlanmış. Pakdil’in sanatı, düşüncesi ve şiiri hakkında bilgiler verilmiş.
Pakdil okumaları yapan, onun hayatını araştıran insanların ilk hayret ettiği ve çok gizli bir bilgi paylaşır gibi anlattığı, Pakdil’in okuma ve yazma işine başladığında “kravatını takma”sıdır. Anlatan da duyan da şaşırır bu ilgiye. Pakdil’in okuma ve yazma konusunda saygı duyulası ciddiyetini anlatmak için kullanılan bu ifade, neredeyse harcıâlem bir ifade şekline dönüşmüştür. Aslında kısadan, kestirerek anlatmak gibi bir şey oluyor bu. Eksik, hakkını vermeden anlatmak gibi bir şey. Arif Ay’ın anlatımıyla kravatını takarak okuma ritüeli konusundaki taşlar yerine oturuyor: “Nuri Pakdil, yazma işini olağanüstü bir biçimde ciddiye alır ve kutsal bir görev bilinciyle yerine getirir bu eylemi. Onun için masasına oturmadan önce, günlük tıraşını olur, özel bir toplantıya katılacakmışçasına titizce giyinir ve öylece oturur çalışma masasına.” Bir Yazarın Notları kitabında da Pakdil şöyle ifade eder bu konudaki tavır ve tutumunu: “Ev giysisiyle oturamam masaya; hemen dışarı çıkacakmışım gibi giyinirim. Çalışamıyorum böyle yapmadım mı; denedim. Tıraş da olurum. Kendinize bir çekidüzen verdiniz mi, büyüyor yazı yazmanın sorumluluğu; bir bakıma, daha ciddi bulmaya başlıyorsunuz işinizi.”
Nuri Pakdil’in bir günü
“Direnişin Klas Hâli” üst başlığıyla Nuri Pakdil’i anlatan kitap, adalet, umut, emek, yazmak, sorgulamak gibi konularda bakış açımıza bir derinlik katıyor. Pakdil’in yazılarında/şiirlerinde kullandığı imgelere dair açıklayıcı bilgiler veriyor. İnsan, birinci ağzın anlattığı şeylere daha bir ilgi duyuyor. Bundan sebep, kitapta en ilgi çekici bölüm, “Nuri Pakdil’in Bir Günü” başlığını taşıyan bölüm. İnsan bu kitabı okumasa, yalnızca bu bölümü dinlese/okusa, Pakdil’in eylemci ve direnişçi tavrını kavrayıverir. Onun ülkesini, bayrağını, milletini seven bir Müslüman olduğunu görüverir. Hem maddi hem manevi anlamda dostluk ve dayanışma nasıl oluyor, görüverir: “Yer: Erenköy Pazarı. Ayağımdaki çorabı ne zamandan beri giydiğimi soruyor, Nuri Pakdil. ‘Bir yıldır giyiyorum’ dedim. Önünden geçtiğimiz tezgahtan iki çift çorap satın aldı. Hemen oracıkta çoraplarımızı atıp, yenilerini giydik. ‘Ayak sağlığı için iki aydan fazla giyilmez bir çorap, sayın Ay’ dedi.”
Kitabın sonuna doğru bir Nuri Pakdil şiiri yer alıyor. Arif Ay’ın Pakdil’i dize dize anlattığı bir şiir: bir Eyüp sabrıdır onda toprak/ bir İbrahim öğretisi yeşertir/ pak bir ayna tutar yüzümüze/ putları devirmenin ustası… Kitabın sonunda, Pakdil külliyatının tam listesi bulunuyor.
Hatice Ebrar Akbulut