Bu sayıda akademik camianın duayeni olan, hadisçi Mehmed Said Hatiboğlu ile Otto Yayınlarından çıkan yeni kitapları ve güncel konular üzerine uzun bir söyleşi var. Said Hatiboğlu ile yapılan bu söyleşi, Müslümanların dününe, bugününe ve yarınına ilişkin temel soru/n/lara, kökten yanıtlar sunan düşünceleri içinde barındırıyor. Deneme ve eleştiri türü, gerçek okur için vazgeçilmez alanlar. Derginin her sayısında bu tür yazıların ufuk açıcı olduğunu belirtmek isterim.
Derginin arka tarafında yer alan “Düş Çerağı” adlı bölümün ise belli bir edebiyat tavrının sözcüsü olarak tasarlanması bu sayfaların okul olma işlevini de arttıracaktır.
Siyahla Yıkanınca Bütün Renkler
Dergideki Cihan Aktaş’ın “Dangılı Şangılı” isimli öyküsü üzerinde durmak istiyorum. Bu öykünün düşünce dergisinde yer almış olmasını ise ayrıca önemsiyorum. Seksen sonrasında düşünce ve edebiyat dergiciliğinin ayrışmaya başladığı ve günümüzde nerdeyse iki ayrı kulvar gibi algılandığı anımsanırsa parçacı dergi fikrinin tekrardan düşünülmesi bakımından bir vesile olmasını da diliyorum bu sayının.
Edebiyat elbette ki bir sevgiyle, özlemle, aşkla yapılır. İlhan Berk'in dediği gibi "Yazmanın bir yüzü cennettir, bir yüzü ise cehennem." Ama her yazar tutkuyla, aşkla yazamaz. Bir devlet memuru gibi zorakidir birçoğunun yazması. O yüzden "yazarım" diyenlerin birçoğu "yazıcıdır". Ama Cihan Aktaş has bir yazardır. Ondaki yazma tutkusu gözü kara bir tutkudur. Cihan Aktaş,hiç kuşku yok ki dikkat çekici bir öykü evreni sunuyor bize. Onun öyküleri alımlanırken, saptanması gereken ilk yan bu bence.
Öykünün başında Ömer Erdem’den bir alıntı var: “Neydim ben gurbet mi yenilgi mi/Her gün davasız bir salgın gibi ararken sesimi/Ayakları ters dönmüş yolcu gibiyim…”Bu alıntıyı da okuyunca Rasim Özdenören’in İmkânsız Öyküler kitabında yer alan şiir epigraflarını hatırladım. Öykü epigraflarında şiir başlıklı bir değini yazısı düşünülebilir buradan hareketle.
İran’da ağıtın sembolü olan siyahın izleri de oldukça baskın öykünün girişinde.İran’da siyah yorgunluğuna değinen günlerin turuncu renginin günlüklerini tutan Aktaş’ın öykü kahramanı birden her şeyi siyah görme isteği duyuyor: “Nasıl da yanılıyordu insanlar dünya hayatı konusunda! Rüyaydı işte, renklerle aldatılıyorduk bu dünyada ve siyahla yıkanınca bütün renkler, geriye bir tek gerçek kalıyordu” Bu siyah rengin egemen olduğu duruma Aktaş, kısa tümceli, duygu, duyarlık, şiir, görüntü yüklü bir dille can vermektedir.
Hazin Öykü
Dangılı Şangılı ölüm izleğinde bir öykü. İnsanı, ölümle yüzleşmenin psikolojisine taşıyor. “Ölüm üzerine kurulmamalı öyküler; hayat üzerine kurulmalı...” ikilemine yaslanmıyor. Ölümün de hayata dahil olduğunu sezdiren bir öykü bu… Dünya hayatının gelip geçiciliğini, hayatın dünya boyutunun rüya gibi akıp gidici oluşuna yaslanıyor. Bir annenin dramına tanıklık ettiriyor… Ölüm fikrini kafasından atmaya çalışan, ama yakın çevresinin zamansız hatırlatmalarının peşini bırakmadığı anne üzerinden öykü çarpıcı bir hale geliyor. “Bazen zile ısrarla basmayı sürdürürdü halden anlamayan insanlar. Kapıyı kapatırdım, panjurları kapatırdım. Niye gelmek isterler? Ne soracaklar bana, ne anlatacaklar. Taziye buna nasıl cesaret ediyorlar… Niçin taziye, nasıl teselli,bkim söz ediyor ölümden,vnasıl bir varsayım bu…vHem bakalım teselli bulmak istiyor muyum ben…” Sarkaç gerilimi altında yaşayan anne kendi kimliğini apaçık koyabilen bir kişi olarak karşımıza çıkar. Öykü, durgun hareketsiz bir zeminde göverir. Heyecan, entrika ve insanın yüreğini ağzına getiren bir coşku yoktur. Ama bir anlatım zenginliği vardır. Okurla başbaşa kalan kişilerin yaşamlarını besleyen gölcükleri, ayrıntılı ve dopdolu bir biçimde koyar ortaya. Ruhlardaki karmaşayla, o karmaşanın doğmasına neden olan olayları ustalıkla kurcalar ve okurun iç evrenindeki olanakların arttırılmasına çalışır 'Sanat toplumun aynasıdır' derler ya, Cihan Aktaş, toplumun bir üyesi olan kadın/anne bireyin varlığındaki kıpırtılara ayna tutar, o aynayı benliğinin bütün katmanlarında dolaştırır, saptadığı gelgitleri, kavgaları, yükselme ve alçalmaları öyküleştirir.
Neşeli seslerden ürken bir anne.. İnsanların başlarından geçen dramatik olaylar, duygular... Çünkü aynı olaylar hepimizin başına gelebilir. Sonunda ölüm var ya da yok, bu çok önemli değil aslında... Önemli olan o insanın durumunu göstermeye çalışmak, durumu işaret etmek; 'Şu istikamete doğru bakın!' demek... Hem kabul ettiğimiz, hem de üzüldüğümüz bir durumdur ölüm. Hem yazarken, hem de okurken bu kadar sıkıntılara gömülmüş, acılar ve trajedilerle dolu bir metin geldiği zaman yazarla yazı arasında ilintiler kurmadan da edemiyoruz. Kısacası yaşadıklarımız bizi ve yazımızı etkiliyor.
Öykünün sadece işaret etmeye çalıştığı çığlığı değil, işaret etme şeklini de ele almak gerekir: Ölümün, hayatın gerçekten kavranması demek olduğunu ortaya koyuyor. Bu dünya ile öbür dünya arasında kurulan koşutluk ve daha nice ayrıntılarla dengeli bir öykü atmosferi çizilir Dangılı Şangılı’da. Elbette denemeye kaçan anlatı tarzı baskın bir öykü atmosferi içinde... Bir duyarlılık lezzeti ya da edebi tatlar veriyor ama okuyanın zihninde sıkıntı imgesi ya da atmosferi de yaratıyor. Öyküde dikkat çeken bir başka nokta da çocukluğun şarkılı, ninnili ve masallı dünyasında teselli bulan anne… Bu öyküde oğlunu kaybeden bir annenin dramını ustalıkla sergilemeyi başarmış Cihan Aktaş.
Kuşkusuz bu öykü bir olayı, anlatıcının dile dökmeye değer gördüğü durumu, duyuşu öykünün imkânları içerisinde pek de uzun olmayan bir yoldan anlatması bakımından da önemli.
Hepsi bu mu?
Değil elbet, yazının başında da söylediğim gibi Özgün İrade, gündeme ilişkin ve kendimize ilişkin çok sayıda nitelikli yazarın buluşma alanı.
Bu ay dergiyi ellerine alanlar bu buluşmaların da tanığı olacaklar.
Dergi sayfaları arasında geçirecekleri uzun okuma saatleri boyunca düşünceden edebiyata kalıcı olanın hayatlarındaki yerini yeniden düşünme olanağı bulacaklar.
Asım Öz