Ülkemizde bu alanda bir kıtlıktan söz edilmesine alışmışsak da mevcut tekdüzelik ve kopyacılığa nispetle yine de epey dergi çıkıyor piyasaya. Arayıp bulan için dergi var ama dergilerde ne var, işte bu nokta biraz sıkıntılı.
En yoğun imzanın Fatma Barbarosoğlu’na ait olduğu Nihayet dergisi, bundan yaklaşık iki yıl önce matbuat dünyasına bir güneş gibi doğdu. Mevcut üretim ve gayret kıtlığını daha ilk sayıda kendinden çok uzak ettiğini görmüş ve Fatma hanımın diğer çalışmaları gibi bunda da ortaya çıkardığı işle sivrilebildiğini müşahede etmiş, böylece devam etmesini dilemiştim. Etti nitekim. Şimdiye dek bir sayısını diğer sayıların kalitesinde görmediğimi hatırlıyorum, o da benim kusurum olsa gerek.
Klişe biçimler içine doldurulmuş klişe içerikler
Bizim dergilerimizin en büyük problemi gayret ürünü olmamalarıdır. Klişe biçimler içine doldurulmuş klişe içerikler… Nihayet dergisi bu durumun tamamen zıddı olan ender çalışmalardandır matbuatımızda. Her sayfası düşünülmüştür ve editöryanın doldurmadığı, dergi yazarlarına ait bölümler dahi dosya konusu içinde gayet sindirilmiş durur, dikkat çekici olmayı başarır.
Nihayet öyle konular seçer ki bazılarını hayatın içinde anca büyüteçle bakarak görebiliyoruzdur ama bir bakıma hayatî meseleler olduklarını o dosyanın içine girince anlarız. Bu, aynı zamanda birtakım unutulmuş olan teferruatı hatırlatmalar dizisidir; unuttuğumuz bazı şuur hâllerini diriltme dizisi.
Ekim 2016 tarihli sayısında “Dünyanı da ahiretini de çöpe atma” başlığıyla çıkmış dergi. Dosya konusu çöp. Neyin çöp olduğu, çöpün nostaljisi, boş yere çıkardığımız çöpler, geri dönüşüm bilinci, israf… Size çöpe dair varoluşsal sorgulamalar bile yaptıracak bir derginin çıkıyor olması gerçekten çok iyi bir şey değil mi?
Hemen her sayıda olduğu gibi bunda da röportajlardan birine vurulup kaldım. Zehra Yaren’in Tolga Dalel’le yaptığı röportajı okuyan biri bu dergiye vurulmazsa zor vurulur zaten. Çünkü çöp konusunu irdelemek için Nihayet’in önünde iki anayol vardı; ya bir akademisyene mikrofon uzatıp bol tarihselli-detaylı bir yarı teori-bilgi sergisi yapacaklardı ya da hayatın tam karnından bir yeri tutup okuyucunun önüne getireceklerdi. Tabii ki onları hakikaten ayrıcalıklı yapan ikinci yolu seçmişler yine.
Artık kimse evine dikiş makinesi almıyor
Tolga Dalel, İstanbul doğumlu kıranta bir ağabeyimiz. Medresede diz çürütmüşlüğü ve gurbette ilim tahsil etmişliği var. Şu an Kâğıthane Belediyesi’nin temizlik işleri bölümünde çalışıyor ve çöpten çıkan eşyalarla Suriyeli ailelere evler kuruyor. Yüzünde ve yeleğinde yaptığı işin hayatın bütünü ve gezegenimiz içinde tamamıyla rolünü oynamaktan ibaret olduğuna dair öyle bir itminan belirtisi var ki, insana ve kaderine dair öğrenilecek çok şey fısıldıyor kulaklarımıza.
Tolga Bey, röportajdan anlaşıldığı kadarıyla kendine temizlik görevlilerinden büyük bir ağ kurmuş. Nerede bir muhtaç varsa, başkalarının -kendi standardı içindeki- lüksünden artırdığı eşyaları alıyor ve o muhtaçlara ulaştırıyor. Buzdolabı ve çamaşır makinesi dâhil hemen her şeyi organizasyon gücü sayesinde bulabiliyor ve yatacak yeri dahi olmayan insanların yüzüne tebessüm katıyor.
İnsan böyle bir hadisenin şehrin bir ucunda olup bittiğini bilmekle nasıl mutlu oluyor…
Bundan bir süre önce annem bir yeni gelinin evine ziyarete gitmiş ve döndükten sonra “artık kimse evine dikiş makinesi almıyor, ne olacak bilmiyorum…” demişti. Dikiş makinesi bizim koptuğumuz tasarruf ve kanaat ruhunu temsil ediyordu, tekellüf ve israf uygarlığına geçmeden önce.
Tolga bey, Nihayet dergisinin bu ayki sayısında yer almış diğer birçok yazıda olduğu gibi, düşünmek isteyen okura bir sıra malzeme veriyor; ama düşünceyi iyi yönde işlemek ve bir şeye yaramasını sağlamak için.
Sadullah Yıldız