Mahfel’de Sedat Anar söyleşisi
6. sayısı çıktı Mahfel’in. Büyük açılım beklediğim dergilerden biri Mahfel. Her sayısını merakla bekliyor ve okuyorum. 6. sayının kapağını görünce gayri ihtiyari şu cümleyi kurdum; “Beklediğim açılım bu değildi.” Hassasiyetleri gözetmekte yarar var diyerek Sedat Anar söyleşisine geçmek istiyorum.
Muhammed Münzevi gerçekleştirmiş söyleşiyi. Sedat Anar’ın müzik serüvenini izliyoruz bu söyleşide. Sokak ve müzik kavramı ile başlıyor söyleşi. Sedat Anar’ın hayatında sokağın yerini bilenler için yerinde bir açıklama geliyor sözün sahibinden.
“Ben Avrupa’da ve Türkiye’de öyle güzel sokak müzisyenleriyle karşılaştım ki piyasada egoları kendinden önce yürüyen birçok müzisyenden çok çok daha yetenekli ve yaratıcı müzisyenlerdi. Kendim için konuşacak olursam, hep demişimdir sokak benim için dünyanın en güzel sahnesidir ve o sahnenin en güzel dekoru çöp arabasıdır. Siz hiç içinden çöp arabası geçen bir sahne gördünüz mü? Bu çok güzel bir şeydir. Sokak herkesindir. Bizim dinleyicilerimiz sokaktan geçen herkestir. İşine giden memur, çöpçüler, öğrenciler, mendil satan çocuklar, hatta sokak kedileri... Bunların hepsini bir arada tutan şey sokaktır. 2016 yılının başlarında sokakta müzik yapmayı bırakmak zorunda kaldım. Bunun en büyük nedeni zabıtaların sürekli bizimle uğraşması idi. Şimdi sahne alıyoruz ama sokağı çok özlüyorum. Hatta geçtiğimiz yaz kardeşim Selahattin ve eşim Damla ile sokakta çaldık. Sözün kısası sahne ve sokak arasında bir ayrım yapamam. Hatta sokağı daha çok seviyorum. Çünkü müzik hayatıma sokakta başladım ben.”
“Otuz yaşındayım. Bu sene santurla başlayan müzik yolculuğumun onuncu yılı. Çalışkan bir müzisyen olduğumu düşünüyorum. Sürekli üretmek ve müziğime yenilikler katmam bana huzur veriyor. Pek çok insanın, “İmkanlar el vermediği için müziği bırakmak zorunda kaldım.” Cümlesi bana her zaman saçma geldi. İnsan neden hayal ettiği ve gerçekten yapmak istediği işi bir kenara atıp hayatının sonuna kadar hiç sevmediği bir işte çalışır? Mutlu olmadıktan sonra, kazanacağın para ne işe yarar? Verlaine’ın da dediği gibi, “Sanat insanın kendi kendiliğini, kişiliğini korumasıdır.”
Latife Tekin ve hurafe kavramı
Birçok eseri olsa da; Latife Tekin isminin yanına en çok yakışan roman Sevgili Arsız Ölüm’dür. Hem anlatım tarzıyla hem de ülkenin içinde bulunduğu sorunlara Anadolu ve metropol penceresinden bakan başarılı romanlar arasındadır Tekin’in romanı.
Esma Aygün, Mahfel’de Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm romanındaki hurafeler üzerine bir yazı kaleme almış. Önce hurafeyi açıklayarak yazısına başlıyor Aygün. Daha sonra romandan hurafe ile ilgili bölümlere geçiyor. Yazıdan bazı bölümleri paylaşmak istiyorum.
“Romanda köy mekânı hurafenin gerçekliğin öteki yüzü olarak varlığını sürdürdüğü yerdir. Simmel’in (2009) kent ve taşra hayatını karşılaştırdığı şu ifadesi ile “Kasabalardaki duygulara ve duyusal ilişkilere dayalı ruhsal hayatın tersine, metropoldeki hayatın esasen düşünsel (intellectualistic) olduğunu görürüz.” (s.318), Alacüvek köyünün akılcılık karşıtı yaşamını daha iyi anlamak mümkündür. Ancak buradaki yaşamın yalnızca duyularla sürdürülmediği kitabın daha ilk başından beri görülür. “Konuşan kutu Alacüvek’in altını üstüne getirdi. Herkes uykudan, yemeden içmeden kesildi. Korkudan yüreği ağzına gelen iki gelin çocuk düşürdü.” (Tekin, 2018, s.8). Kitaptan alınan bu kesitten hareketle duyuların üstünde olan o şeyin varlığın sezmek daha kolaylaşmaktadır.”
“Eser, Huvat ve ailesinin köyden kente göçmesiyle farklı bir noktaya ulaşır. Köyden aile ile birlikte gelen hurafe şehir hayatının akılcı dinamizmi ile karşı karşıya kalır. Ailenin köy içerisinde masalsı gerçeklikle verdiği mücadele evrilir ve akılcı gerçekliğe doğru akar. Diğer bir ifadeyle bu noktadan sonra roman 60’lı yılların bir gerçekliğini içinde barındırmasıyla büyülü gerçeklikten toplumcu gerçekçiliğe doğru kol verir.”
Mahfel’den üç şiir
güneşin yetmediğini aklı aydınlatmaya
anladı aynada kendini yaktığı zaman
bir bütünlük kattı korkudan taşlara
bir gözcü koydu taşraya
bir yere bakan can alan
ölümün sadece adı yasak burada
ölmek sıradan
Ahmet Menteş
yaşlanmakla geçirdim boş zamanlarımı
ayağımın tozuyla kirlettim en sahici beyazı
suçu güle yükledim
Arif Mete
Kurak arazilerde kazıyorum yalnızlıkları
Bu kazıda hepimizin payı var!”
Asaf Ağar
Sis Seyahatnamesi
Şehir dergisinin Aralık 2018 sayısından paylaşacağım ilk yazı Serdar Kozan’a ait. “Kayseri tarihçiliğinin öncüsü” olarak tanıtılan Ahmet Nazif Efendi’nin yeni bulunan eseri Sis Seyahatnamesi üzerine bir yazı bu. Kozan ilk olarak Ahmet Nazif Efendi’den bahsederek başlıyor yazısına. Ayrıntılı bir biyografi sunuyor bize Kozan.
“Ahmet Nazif Efendi çok yönlü bir kişiliktir. Memuriyetin yanında o, ders verecek derecede bir hattat, dergilerde yer bulacak şekilde bir şair, Kayseri’de ilk müzecilik çalışmalarını başlatan bir müzeci, aynı zamanda bir koleksiyoner, yazı işleri müdürlüğü yapan bir gazeteci ve hepsinden daha mühim olmak üzere tarihçidir ve yaşadığı dönemin şartlarında bunlarda da temayüz etmiştir.”
Ahmet Nazif Efendi’nin eserlerinden de ayrıntılı olarak bahsedildikten sonra söz Sis Seyahatnamesi’ne geliyor.
“Ahmet Nazif Efendi’ye ait olduğu bilinen ve kendi yazısıyla kaleme aldığı eserler şimdiye kadar Fahri Bilge derlemeleri içerisinde yer alan özgeçmişi, Mirat-ı Kayseriyye, Kayseriyye Meşahiri ve Raşid Efendi Kütüphanesi ile ilgili kaleme aldığı ve bu kütüphanede sergilenen mektubuydu28. Tarifsiz bir mutlulukla ifade ediyoruz ki Ahmet Nazif Efendi’ye ait olan ve şimdiye kadar hiç kimse tarafından yayımlanmayan, hiçbir yerde kaydı bulunmayan el yazması yeni bir eser daha gün yüzüne çıkmıştır. Eserin adı Sis Seyahatnamesi’dir. 12 cm x 18 cm ebadında, ikinci sınıf sarı kâğıttan oluşan 32 sayfalık bir deftere rika ile kaleme alınan eserin sondan altı sayfası boştur. On yedinci sayfadan itibaren defterde büyük ihtimalle kâğıt üretici firmayı ifade eden Latin harfleriyle H. Y. C. Soğuk damgası yer almaktadır.”
“Sis Seyahatnamesi’nde 1908 yılında geçen olaylar anlatılmaktadır. 1908 tarihi Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıla tesadüf etmektedir. Sis Seyahatnamesi’ne göre o yıl Kayseri’de büyük bir kuraklık yaşanmış ve ahali feryat ederek mutasarrıflık yani Kayseri idaresine başvurmuştur. Bunun üzerine Kayseri’den çevre vilayetlere telgraf çekilerek hububat talebinde bulunulmuştur. Adana vilayetine bağlı Sis, yani Kozan kazasından hasatın yeni yapıldığı ve istenildiği kadar hububat temin edilebileceği cevabı alınınca hububatı taşımak üzere tedarik edilen develer Saimbeyli yoluyla Sis’e gönderilmiş ve İdare Meclisi Başkâtibi Ahmet Nazif Efendi de alınacak hububatın ücretini ödemek üzere görevlendirilmiştir.”
Mimar Sinan’ın Kadırga’daki yadigârı: Sokollu Külliyesi
Mimar Sinan’a ait Türkiye’de ve Türkiye sınırları dışında yer alan eserler Şehir dergisinde sık sık işleniyor. Önder Kaya 24. sayıda Mimar Sinan’ın Kadırga’daki Yadigârı Sokollu Külliyesi’ni anlatmış.
“Sinan’ın bu külliyeyi Edirne’deki Selimiye külliyesini inşa etmeye başlamadan önce planladığı sanılmaktadır. Zira külliyenin büyük ölçüde tamamlandığı 1572’de Sinan vaktinin büyük kısmını Edirne’de geçiriyordu. Yine 1569 yılında Sokollu’nun yaptırmakta olduğu camilerden biri için Venedik’ten 900 murano kandilinin yanı sıra Dubrovnik’ten çok sayıda pencere camı ve kandil ısmarladığı bilinir. İhtimal ki bu siparişler de Kadırga’daki külliye içindi. Arazinin eğimli olması inşaatı zorlaştırmış ve bu sebeple de külliye farklı kotlara yapılan setler üzerine oturtulmuştur. Caminin ana girişi kuzeyde yer alır. Burada yer alan merdivenler sizi cami avlusunda bulunan şadırvana, şadırvanın etrafında yer alan medreseye ve ana mekân olan camiye ulaştıracaktır. Merdivenlerden çıkarken gördüğünüz manzara pek çok fotoğrafçıya ilham verecek kadar güzeldir. Merdivenler, medrese dersliğinin alt tarafı boyunca uzanır. Medrese kısmı ana giriş tarafındaki derslik ve 16 medrese odasından oluşur.”
“Caminin içi İstanbul’daki en zengin ve ihtişamlı bezemelerden birine sahiptir. Bezemelerin ağırlık noktasını İznik çinileri teşkil eder. Ancak bu çiniler bir başka çini deryası cami olan Rüstem Paşa ile karşılaştırıldığında çok daha yerinde ve derli toplu kullanılmıştır. Bu durumun temel nedeni ise ihtimal ki yapıları finanse eden kişilerin talep ve beklentileri olsa gerek. Cami yüz kadar pencereye sahiptir. Bu nedenle içeriye süzülen ışık sıkı biçimde denetim altına alınarak çinilerin parlamasının önüne geçilmek istenmiştir. Mabedin en önemli özelliklerinden biri de dört parça Hacerü’l Esved taşını bünyesinde barındırmasıdır. Bu parçalardan biri mahfilin altına, biri mihraba, biri minberin kapısına ve sonuncusu da minberin külahına konmuştur. İstanbul halkı bu Hacer-i Esved parçalarını tarihsel süreçte ziyaret edegelmiştir. Söz konusu taşlar II. Selim’in Kâbe’yi tamir ettirmesi sırasında elde edilmiş olup teberrüken dört parçası kızı ve damadına verilmiştir. Aynı şekilde II. Selim bu parçalardan birini de babası Kanuni’nin türbesine koydurtmuştur.”
Dursun Çiçek’ten Şeker Gölü
Dursun Çiçek’in bu sayıdaki görsel şöleni Şeker Gölü’nden. Hem anlatım olarak hem de fotoğraflarla Dursun Çiçek bizleri Şeker Gölü’ne davet ediyor.
“Bugün Şeker Fabrikasının sınırları içinde kalan ve halk tarafından daha çok Şeker Gölü olarak nitelenen göl hala güzelliğini muhafaza etmektedir. Açık bir piknik alanı olmaması sebebiyle doğallığını bir biçimde koruyabilmiştir. Kubadiye Sarayı ile ilgili kazılar da halen devam etmektedir. Sarayın ortaya çıkarılması ve göl ile yeniden bütünleştirilmesi ile tarihî bir mekân bugüne aktarılabilir. Bundan dolayı da koruma altına alındığını biliyorum. Ayrıca Büyükşehir Belediyesinin de mekânın tarihsel sürekliliğini sağlamak maksadıyla bölgeyle ilgili çalışmalar yaptığını, projeler geliştirdiğini belirtelim. İsimler ya da adlandırmalar bir kültürün ve zihniyetin, düşünme biçiminin sürekliliği ile ilgilidir. Şeker Fabrikasından dolayı gölün isminin şeker olarak değişmesi, İbni Bibi’nin göl ve saray ile ilgili tasvirleri okunursa çok da anlamsız kalmaz. Sonuçta bir cennet bahçesine benzetilerek anlatılan ve Keykubat gölü olarak nitelenen bir göl bugün de şeker ismiyle o cennetsi soluğu ve tadı sürdürmektedir. Nitekim gölü gezdiğinizde bu ruhu, bu soluğu ve bu tadı derinden hissedebiliyorsunuz. Ancak yine de gelenekten gelen ve bir kültürel taşıyıcılığa sahip olan isimleri korumak ve onları gelecek nesillere taşımak daha da önemlidir. Sonuçta isimler varlıkla ve anlamla ilgilidir.”
Saray’da tatlı bir telaş: Aşure
Seyyide dergisi 56. sayısına ulaştı. Engelli kavramı üzerinde duran hassasiyetiyüksek yazılar var dergide. Eğitim ve çocuk eğitimi konuları da dikkatle okunacak bir incelikle hazırlanmış.
Benim Seyyide’den yapacağım ilk paylaşım Büşra Kartal’a ait. Aşurenin fonetik yapısından başlayıp tarihsel süreçte aşure konusu işleniyor yazıda. Daha sonra asıl konuya geliyor Kartal; Osmanlı döneminde ve özellikle sarayda aşurenin yerinden ve öneminden bahsediyor.
“Sarayda pişirilen aşurenin her bir malzemesi özel yörelerden gelmekteydi. Şöyle ki buğday Bursa, Karadeniz’in batı kıyıları, Tuna yaylaları, Yunanistan ve yetmediği zamanlarda ise Anadolu’dan temin edilirdi.”
“Saray aşuresinin en önemli özelliği her malzemenin kendi yöresinden en kalitelerinin gelmesidir. Diğer bir özelliği ise çok zengin malzeme çeşitliliği olmasıdır.”
“II. Abdulhamid döneminde dağıtım iki şekilde yapılırdı. Birincisi, saray testilerine ve kâselerine konan aşureleri Beşiktaş ve Ortaköy’deki yüksek rütbeli devlet görevlilerinin konaklarına dağıtılırdı. Ertesi gün usul gereği o kâselere fındık, şeker, badem, çikolata doldurarak saraya teslim edilirdi.”
“Saray dışında padişahın kızları da kendi özel saraylarında aşure pişirtip halktan yoksullara dağıtırlardı.”
Yazının sonunda Büşra Kartal saray aşuresinin tarifini de veriyor okuyuculara.
Balkan seyahatinden notlar
Ayla Abak, öğrencileri ile yaptığı Balkan gezisinden notlarını paylaşıyor Seyyide dergisi okuyucuları ile. Balkan gezisi demek tarihe doğru bir yolculuğa çıkmak demektir. Gezip görülen her yerde bir iç geçirerek “Buralar hep bizimdi.” serzenişini yapmak da bu coğrafyaya yapılan gezilerin içe en dokunan noktası olsa gerek.
Bulgaristan, Tetova, Makedonya, Üsküp, Priştina, Prizren, Travnik ve daha birçok yer var gezilen. Yazıdan paylaşımlar yapmak istiyorum.
“Makedonya tepede içimizi acıtan bir haç ile karşıladı bizi. Bu haç geceleri de görünsün diye ışıklandırılmıştı.”
Kosova/Priştine’de, Kosova muharebesi yapılan yerde, savaş meydanında ölen tek Sultan Murat Hüdevandigar türbesi… Bahçesinde bin yıllık bir çınar.”
“Prizren kalesine tırmanış önce bunaltıcı sonra rüzgârlı ve nihayet yağmurlu ve yorucu bir tırmanıştı. Dağdan dağa gerilmiş gökkuşağı kaçınılmaz biçimde başlarımızın üstüne asıldı. Aşağıda Prizren, yıkanmış bembeyaz minareleriyle yemyeşil bir Avrupa Müslüman şehri görüntüsündeydi.”
“Mostar. Hava nemli, yakıcı. Yol boyunca bizi büyüleyen bazen masmavi bazen yemyeşil Neretva nehri derin ve durgun. Yol boyunca gördüğümüz Tika nişanlı yenileme görmüş Osmanlı camilerinden biri daha. Koski Mehmet Paşa Camii, Neretva nehrinin kenarına inci gibi ilişmiş.”
Mustafa Uçurum