Aralık 2018 dergilerine genel bir bakış-3

Özçekim, Şehir ve Kültür, Makas dergilerinin Aralık 2018 sayıları hakkında Mustafa Uçurum yazdı.

Aralık 2018 dergilerine genel bir bakış-3

Uçmak deyince gökyüzü

Özçekim dergisi ile 8. sayısında tanıştım. Gençlerin gönlünden geçen bir rengi ve sesi var derginin. Böyle dergilere de ihtiyacımız var. Tügva Genel Merkezi’nin çıkardığı bir dergi Özçekim. Özenli hazırlanmış sayfaları ve içeriği var derginin. Bir solukta okunacak bir albenisi de eklemek gerek.

8. sayısının teması “uçmak.” Uçmak kavramı tarihsel süreç içerisinde işlenmiş. “Kanatlı Kahramanlar” başlığı ile Hezarfen Ahmet Çelebi, Vecihi Hürkuş, Nuri Demirağ, Ali Yıldız bağlamında uçmanın tarihine doğru bir yolculuğa çıkılıyor.

Hezarfen ile Galata’dan Üsküdar’a süzülerek Vecihi Hürkuşu, Nuri Demirağ’a ve ömrünü uçmaya adamış isimlere selamlar gönderiliyor. Meltem Öksüz’ü bu titiz çalışmasından dolayı kutluyorum.

“Hezarfen’in bu uçuşu gelecek nesiller için belki de en ihtişamlı ilham kaynağı olur. Bu muhteşem tarihi olay bugün İstanbul’un da havacılık tarihinin de belki de en ilgi çekici satırlarını oluşturur.”

“Vecihi Hürkuş, vatanı için hiç yılmadan istikbali göklerde aradığı bir yaşamın sahibidir. O, bir kahramandır.”

“Kolları sıvayan Demirağ, 1936 yılında Beşiktaş’ta Uçak fabrikasını açar. Bununla da yetinmez, bu fabrikaya ve üretilen uçaklara yetişmiş insan gerekli olduğunu düşünerek ‘Gök Okulları’ projesini başlatır.”

“Ali Yıldız’ı özel yapan şeyler ise kırdığı rekorlar ve icatlarıdır. Yanında öğretmen adayı Sezai Göksu ile birlikte 14 saat 20 dakika havada kalarak dünya rekoru kırmıştır.”

Edebiyat ve uçmak

Özçekim’de uçmak kavramı ile ilgili çalışmalar edebiyatın uçan yüzü ile devam etmiş. Mantıku’t tayr’dan Peter Pan’a ve Küçük Prens’e kadar edebiyat ve uçmak kavramı üzerinde eserler bağlamında bir inceleme yazısı kaleme almış Betül Şükür.

80 Günde Devr-i Alem ederken dünyayı bir balonun sepetinde Dede Korkut ile uçmağa (cennete) doğru yola çıkmanın huzuru siner insanın içine. Yeter ki uçmak istesin insan.

Tiyatro, sinema ve uçmak üzerine Ahmet Yenilmez söyleşisi

Özçekim dergisinde Ahmet Yenilmez ile yapılan bir söyleşi de yer alıyor. Tiyatro ve sinema serüveni, okuduğu kitaplar, gençler, gazete yazıları, kitabı ve uçmak üzerine düşünceleri var Yenilmez’in. Derginin dosya konusu uçmak olduğu için ben de söyleşiden bu bölümü paylaşmak istiyorum.

“Uçmak ile aranız nasıl?” sorusuna verdiği cevap:

“Müthiş! Yani beni çılgınlaştırıyor, daha çok yere gidebilmek daha çok şey yapabilmek çılgınca bir hayat, çok uçuk ve uçukluğu seviyorum. Ben şunu yaşadım: Belçika’da sabah kahvaltısı yaptım, Köln’de kahvemi içtim, İstanbul’da öğle yemeğimi yedim, Erzurum’da akşam yemeğimi yedim, Sarıkamış’ta yatağa yattım.”

Şehirlerimizin ruhunu kaybettik

Şehir ve Kültür dergisi 53. sayısında da merkeze şehri alarak hayata dair notlar paylaşmaya devam ediyor.

Resul Tosun hepimizin farkında olduğu ve içimizi yakan bir konuyu işlemiş yazısında. Şehirlerin geçmişle olan bağı, tarihi algısı, insana huzur veren yüzü ne yazık ki son yıllarda yitirilmeye başlandı.

“Ruhu olan şehirlerimizden İstanbul, Bursa, Kastamonu, Sivas, Tokat, Niksar, Erzurum, Mardin, Şanlıurfa, Kahraman Maraş, Gaziantep ve emsali şehirlerimizde tıpkı yukarda Üsküp misalinde olduğu gibi tarihi semtlerde o şehrin ruhunu hissederken modernitenin esiri semtlerinde beton yığınlarının iticiliğini hissedersiniz.

Şehre ruh kazandıran eserler modern binaların gölgesinde kaldığı için mesela İstanbul’da gezerken tarihi mekanların bulunduğu yerlerde içiniz ferahlar nefes alırsınız, ruhunuz dinlenir, modernitenin hakim olduğu bölgelerden de bir an önce geçmek istersiniz.”

“Tarihi gölgeleyen mendebur binaların bu dünya şehrinin canına okuduğunu düşünüyorum.”

Küresel ısınma ile imtihanımız

Şehir ve kültür dergisinde Nazif Gürdoğan Hoca’nın yazıları ufuk açıcı tespitleriyle merakla beklediğim yazılardan. Onun birikimlerini okumak ve bunlardan günümüze dair çıkarımlarda bulunmak da Şehir ve Kültür okuyucuları için tarifsiz bir şans.

Bu sayıda Nazif Gürdoğan, küresel ısınmaya dikkat çeken bir yazı kaleme almış. Bütün dünyayı küresel ısınmaya karşı bilinçli hareket etmeye çağırıyor.

“Dünyanın doğal dengesinin bütünüyle altüst olmaması için, “sınırsız ekonomik büyüme” kuramlarından, “sürdürülebilir ekonomik büyüme” kuramlarına geçilmesi, bütün ülkeler için, bir var olma sorununa dönüşmüştür. Ekonomik büyüme kuramlarında, kişi başına gelir ya da kişi başına gider, ekonomik gelişmenin değişmez göstergesi olmaktan çıkmıştır. Sorunlar kişi başına tüketimin azlığından değil, çokluğundan kaynaklanmaktadır.”

Mücadelenin nasıl elde edileceğini de kısa ve net bir şekilde veriyor Hoca:

“Küresel ısınmanın üstesinden, hayatın her alanında yalın yaşamasını bilenler gelir. Ana dillerini öğrenir gibi, bütün insanlar yalınlığın dilini öğrenilmelidirler. Yalınlık bütün dünyanın keşfetmesi gereken bilinmeyen hazinedir.”

Yahya Kemal ve Erzurum

İstanbul şairi olarak bilinir Yahya Kemal. Öyledir de. İstanbul’u sevmek nasıl olur onun şiirlerinde net bir şekilde görülür. Şehir ve Kültür dergisinde İsmail Bingöl Yahya Kemal’in iki günlük Erzurum ziyaretinden yola çıkarak bize keyifli bir Erzurum güzellemesi sunuyor.

Şehrini seven insanları ben de çok seviyorum. Şehriyle bütünleştikçe insan şehrin bütün kapıları dünyaya da açılıyor.  İsmail Bingöl büyük bir coşku ile anlatıyor Erzurum’u. Daha sonra sözü Yahya Kemal’e getiriyor. Yahya Kemal’in iki gün süren Erzurum gezisi izlenimlerini aktarıyor okuyucuya:

“Beni Erzurum’da emekli bir posta müdürü misafir etti. Şehrin görülmeye değer yerlerini gezdirdi. Şehir, taşıdığı tarihi kıymetlere rağmen çok bakımsız ve haraptı. Bu durumu, şimdi maalesef adını hatırlayamadığım emekli posta müdürüne anlatınca müdür bana: Evet beyefendi, şehrimiz haraptır. Bu harabeler ortasında ben işte bunlarla yaşıyorum, dedi ve iç cebinden benim şiirlerimi hâvi bir defter çıkarıp masanın üzerine koydu. Yahya Kemal bunu söyler söylemez emekli posta müdürünü harabeler arasında yaşatan kuvvetin etrafındaki yüzlere vuran aksini görmek istercesine dinleyicilere göz gezdirdi ve bu sefer sağında oturan dinleyiciye nisbeten yavaş sesle bir daha; Yaa adamcağız bu harabeler ortasında beni yaşatan şunlardır diye şiirlerimi önüme fırlatıverdi, dedi. Artık yokluğun kenarına geldiğini hisseden hasta ve ihtiyar şair, “eserinin ve adının unutulmayacağına delâlet eden her hadiseyi derin bir teselli duygusu ile bir daha, bir daha anmak ve başkalarına anlatmak istiyordu.”

Yazının sonunda da Yahya Kemal’in Erzurum Gazeli paylaşılıyor okuyucu ile.

Yârin ki her tebessümü dâğ üstüne bâğ olur
Destinde câm-ı neşve semâvi cerâğ olur

Her fasl-ı ömrü silsile-î nev-bahâr kıl
Zannetme ayş ü işret için başka çâğ olur

Dehrin devâmı âb-ı hâyat içtiğincedir
Âdem bu dâr-ı köhnede bir kerre sâğ olur

Ahd-î vefâyı va’d-i tehî sanmasın ki dost
Gözden ırâğ olunca gönülden irâğ olur

Nâkes bir adem oğlu merâret verir Kemal
Nâmert olursa sineye bir fazla dâğ olur

Hakiki Mevlana nerede?

Makas dergisi 5. sayına ulaştı. Derginin bende bıraktığı izlenim şu: Makas dergisini okuyan herkes kendinden bir şeyler bulabilir. Çeşitliliğiyle renkleriyle canlı bir dergi Makas.

Bu sayıda da kapağına Yedi Güzel Adam’dan bir ismi taşıyarak çıkmış Makas. Alaeddin Özdenören 5. sayısının şairi.

Dergide üç söyleşi var. Halil Solak’ın Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile gerçekleştirdiği söyleşiye dikkat çekmek istiyorum. Mevlana konulu bu söyleşi Kılıç’ın Mevlana algısı üzerine önemli tespitleri barındıran bir söyleşi.  

“Mevlevilik, insanları ürküten, tekfir eden bir üretimde bulunmamıştır. Bundan dolayı sadece Müslümanların değil gayrimüslimlerin de ilgisini çekmiştir. Ayrıca bugün de insanların manevî arayışı devam ediyor. Modern hayat ne kadar hızlansa da insan o hız içerisinde kendini arıyor. Bu maneviyat arayışı sürdüğü sürece insanoğlu, ister Doğulu ister Batılı, nereli olursa olsun bu arayışa cevap verme durumundaki bilgelerin sözlerinden etkilenecektir. Ben dünyada bu kadar çok Mevlâna ilgilisinin bulunmasını bu noktaya bağlıyorum. Elbette modernite her şeyi manipüle eder. New York’ta bir Mevlâna var, Tahran’da bir Mevlâna var, İstanbul’da bir Mevlâna var. Peki, hakiki Mevlâna nerede? Aşırı ritüellere boğmadan o saf halini bulmak lazım. İsmail Ankaravî Dede’nin, Şeyh Galib’in zihninde ve kalbindeki Mevlâna beni etkiliyor ve cezbediyor. O yüzden sema törenlerinin spor salonlarında yapılır hale gelmesi de işi bir bakıma zedeliyor gibi. Karşı değilim ama bu yine de kavanozu dıştan yalamaktır. Bir hatıramı nakledeyim, tam sırası: Yıllar evvel İran’da bindiğim otobüste ne olduysa iki genç itişmeye başladı. Tam yumruklaşacaklarken arkalarında oturan 60 yaşlarında bir amca kalktı: “Ey gençler, biz birleştirmeye geldik, ayırmaya değil. Niye kavga ediyorsunuz?” diyerek Mevlâna’nın mısralarını okudu ve kavgayı yatıştırdı. Mevlâna hâlâ geçerli orada, çünkü bir kavgaya mâni oldu. Bizim Mevlâna’yı konuştuğumuz zamanlarda bu ülkede kedilerin kafası kesiliyorsa, çocuklar tecavüze uğruyorsa, yaşlı bir karıkoca emekli maaşları için dövülerek öldürülüyorsa, trafikteki küçük bir sürtüşme bıçaklamayla bitiyorsa, 15 yaşındaki bir lise öğrencisi arkadaşını pompalı tüfekle öldürüyorsa Mevlâna bizden çok uzak demektir. İşin dobrası böyle…”

Hep Âkif, daima Âkif

Âkif’in adını anmak için her fırsatı değerlendirmek gerek. Onun sesinin mesafesinin sonsuzluğa ulaşması için konu ne olursa olsun Âkif’i her cümlenin başına getirmek gerek.

Hayatında Âkif’e önemli bir sayfa açmış bir isimle söyleşi var Makas’ta. Yeminli Mali Müşavir Mehmet Rüyan Soydan ile konuşmuş Halil Solak. Hayatını Âkif’e adamış bir isim Soydan. Sahaflarda, kitapçılarda Âkif ile ilgili ne varsa toplayan, bunları Âkif’e gönül verenlere ulaştırmayı kendine görev addetmiş Soydan. Onun Âkif’e olan bağlılığını söyleşinin her cümlesinde hissetmek mümkün.

“Öncelikle bir Akif araştırmacısı olmadığımı söylemeliyim. Benim için Akif muhibbi yani Akif dostu diyebiliriz belki. Onu sevdiğim için kendime örnek almaya çalıştığım için Akif’le ilgileniyorum. Akif’i Türkiye’de hemen herkes İstiklal Marşı’nın şairi olarak bilir, onun duruşunun verdiği etkiyle de herkes ona saygı duyar. Bunu siyasi bir ayrım yapmaksızın söylüyorum. Bakın, Akif vefat ettiğinde onun hakkında ilk kitap yazanlardan biri Esat Adil Müstecaplıoğlu’dur ve bu kişi Türkiye’nin ilk sosyalist partisinin kurucusudur. Kitabı okuduğunuzda tamamı Akif’e övgüdür. Elbette birebir Akif gibi düşünmesini bekleyemeyiz ama burada ortak yönlerin ağır bastığını görüyoruz. Onun için Akif’e saygı toplumun genelinde var. Çünkü herkes Akif’te kendinden bir şeyler bulabilir.”

“Akif’le ilgili sahaflarda, kitapçılarda bulabildiğim kitapları alıp okuyordum. Bir gün bir arkadaşım “Üstat iyi kitabın oldu. Akif’le ilgili bütün kitapları aldın herhâlde” 17 İstiklal Marşı’nın Osmanlıca aslı. 18 dedi. Saydım, 35 kadar olmuştu. “Çoğu bitmiş azı kalmış, bari hepsini tamamla da bir Akif külliyatı çıksın ortaya” dedi. Şu anda 700’e yaklaştı kitaplar… Hâlâ bitiremedik.”

“Benim arşivimdekiler mirî malıdır, herkese açıktır, her isteyen kullanabilir. Akif üzerine çalışan herkesin başımın üzerinde yeri vardır. Ben bunları saklamak için, sadece ben de var demek için almadım, hizmet için aldım.”

Bir yalnız adam Alâeddin Özdenören

Hüseyin Yorulmaz Makas’ta Alaeddin Özdenören üzerine kaleme aldığı bir yazı ile yer alıyor. Özdenören sessiz yaşamış bir şair. Aynı Âkif’in dediği gibi bir hayat sürmüş: “Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?” Şiirimizin sessiz ve derinden konuşan şairi hakkında Hüseyin Yorulmaz gibi yetkin bir ismin yazdığı yazı çok önem arz ediyor. Ölümünü cebinde taşıyacak keskin bir çizgisi olan şair hakkında yazılan bu yazıdan birkaç bölüm paylaşacağım.

“Alâeddin Özdenören: Şair, eğitimci, gazeteci, yazar. Uzun yıllar Yeni Devir ve Milli Gazete’de Bilal Davut müstearıyla yazdı. Bu mahlası Nuri Pakdil verdi ona. Aynen İbrahim Çelik’e Hüseyin Su, Akif İnan’a Akif Reha, Turan Koç’a Davud Dağ, kendisine Ebubekir Sonumut mahlasını verdiği gibi. Bilal Davut günlük olayların anaforuna kapılmadan kendi zaviyesinde kozasını örmeye çalışan, şairâneliğini konuşturan dil ve üslup sahibi bir yazar. Kıvrak ve geçişken bir dil, yerli ve samimi bir ifade aynı zamanda kişiliğinin de belirtisi.”

“Alaeddin Özdenören çocukluğunun serazatlığını doya doya yaşamış bir şair. Ahırdağı’nın eteklerinde yer alan evlerinin hemen ötesindeki bağ evlerinde oynamış, damda kurulan cibinliklerde kendisine göz kırpan yıldızları seyretmiş, duvar diplerinde sardığı sigaralardan içmiş, bahçelerine eşek sırtında gitmiş, çakıyla ceviz oymuş bir çocukluk hayatından bahsediyoruz. Arkadaşlarıyla liseye başladıktan sonra Maraş sokaklarının kaldırımlarında yüksek sesle şiir okumaya başlamışlar. Yanlarından geçenler, “deli mi bu çocuklar” diye gençliklerine yormuş. Şiir onlar için bir bulmaca olmuş adeta. Okudukları şiirin kime ait olduğuna dair bir bilmece bulmaca. Ahmet Haşim’den Edip Cansever’e, Necip Fazıl’dan Turgut Uyar’a kadar bilhassa yeni şairlerin ezberlerindeki şiirlerini irticalen okumuşlar. Öyle ki bu şiir okuma eylemi daha sonra yazma eylemine dönüşecektir.”

Kırk Beygir gücünde bir yazı makinesi Ahmet Mithat

Edebiyat dünyamızda yazdığı kitapların sayısı bakımından Ahmet Mithat’a yetişebilecek bir başka isim bulmak zordur. Yazdığı kitapların sayfa sayıları ile yaşadığı ömür karşılaştırılınca ortaya çıkan fark hayret verici bir boyutta. Yazı Makinesi sıfatını tastamam hak eden bir isim Ahmet Mithat.

Halil İbrahim İzgi Makas’ta Ahmet Mithat’ın yazı serüvenini anlatıyor.

“Abisi Hafız İbrahim Mithat Paşa’nın Bağdat valiliği döneminde Basra mutasarrıflığı yapıyor ve o ölünce ailenin geçimi Ahmet Mithat’ın üzerine kalıyor. Memuriyetten istifa ve İstanbul dönüş zamanı geliyor. Sene 1871. Matbaa işleriyle meşgul oluyor ve bir yandan da gazetelere yazı veriyor. Namık Kemal’in gazetesi İbret’e verdiği yazılar ona başka bir yolculuğun, zorunlu bir seyahatin yolunu açıyor. Sefer daha doğrusu sürgün Rodos’a. Yine yayıncı bir arkadaşı olan Ebüzziya Tevfik’le. Sultan Abdülaziz’in vefatı sonrası çıkan afla üç seneyi aşkın sürgün hayatı bitip İstanbul’a dönüyor. Tophane doğumlu Ahmet Mithat bu sefer Kabataş’a yerleşir. Sonra Beykoz’da bir çiftlik satın alıyor. Araziden kaynayan suya Sırmakeş ismini veriyor. Sırma, altın yaldızlı veya yaldızsız ince gümüş tel anlamını taşıyor. Sırmakeş de gümüşleri sırma hâline dönüştüren kişi. Ahmet Mithat Efendi gerçekten de elini attığı her işe değer katan hünerli bir isim.”

“Kırk beygir gücündeki bu yazı makinesi zaman içinde yavaşladı ve yazı seyahatinin sonuna geldi. Büyük bir devletin büsbütün çöküşünü görmeden bu dünyadan ayrılmak onun hesabına mutluluk sayılabilir. Tophane’de başlayan bir hayat, Osmanlı coğrafyasının geniş bir kısmını ve Avrupa’yı gördükten sonra Darüşşafaka’daki nöbeti sırasında sona erdi. Mezarı, Fatih Camii haziresinde.”

Mustafa Uçurum


 

YORUM EKLE