Kimse evini, yurdunu terk etmek istemez
Yolcu dergisi 90. sayıya ulaştı. Bu sayıda Selçuk Küpçük ana konusu mülteciler olan bir söyleşi gerçekleştirmiş Cihan Aktaş ile. Sadece bu söyleşiyi dikkate alarak değil yazdığı her satırı çok iyi bilen biri olarak söylüyorum ki, Cihan Aktaş günümüzde çağına en iyi tanık olan yazarlarımızdan. Dünyada fırtınalar koparken güllük gülistanlık şarkılar söyleyen yazarlardan değil Aktaş. Yıllar sonra onun yazdıklarını okuyanlar bugünlerin acılar atlasını da görmüş olacaklar.
Fotoğrafta Ayrı Duran, Cihan Aktaş’ın son öykü kitabı. Mülteciler bu öykülerin baş konuğu. Mülteci konusuna her zaman yakın olan bir isim Aktaş. İlk sorunun cevabında da bu noktaya vurgu var: “Göçmenlik ve mültecilik yazarlık hayatım boyunca ilgi alanımda oldu sevgili Selçuk, bildiğiniz üzere. İlk öykü kitaplarımda dağınık olarak mülteci ve göçmen hayatları yer alır. 2012’de yayımlanan Sınıra Yakın isimli romanımın kahramanları arasında mülteciler ve göçmenler, iltica arayışı içindeki insanlar ağırlıklı bir yer tutuyor. Ayak İzlerinde Uğultu ismiyle 2013’te yayımlanan öykü kitabımda göçmen ve mülteci hayatlarını konu almıştım. Suriyeli mülteciler hepimizin hayatını ve hayata bakışını az çok etkiledi. Yaşanan büyük felaket karşısında kelimeler yetersiz kaldı. Mülteci evlerine, çadır kentlere gittim yıllarca. Daha sonra tuttuğum notlar, arkadaşlarımın tanıklıkları ve medyada yer alan haberlerden belleğime yerleşen olaylar, cümleler ve fotoğraflar iki yıllık bir süre içinde bir kitaba dönüştü. Öykülerden bazılarını kitaba almadım, her öykünün bir bağımsızlığa sahip olmasını ama aynı zamanda öyküler arasında bir geçişliliğin oluşmasını istedim.”
Öyküler, kişiler, yaşananlar üzerine bir söyleşi bekliyor okuyucuları. Anlatılanların çoğunun gerçekliği de düşünülünce yaşadığımız mülteci olaylarını daha doğru anlayabilmek için Aktaş’ın Fotoğrafta Ayrı Duran kitabını mutlaka okumak gerekiyor.
Deizm diye bir şey
Son günlerin tartışma konuları arasındaki deizm; güncelliğini korumaya devam ediyor. Konunun tam da anlaşılamadığı kanaatindeyim. Sosyal medyadaki paylaşımlarla ve kulaktan dolma bilgilerle yorum yapmayı tercih edenlerin oluşturduğu bilgi kirliliği ancak ehil isimlerin değerlendirmeleri ile açıklığa kavuşacaktır. Yolcu dergisinde Lütfi Bergen “Deizm Müslümanların Peşinde” adlı yazısında birçok soru işaretini bertaraf ediyor. Yazıda “gençliğin deizme kaydığı” yönündeki haberleri de örnek göstererek meseleye giriş yapıyor Bergen.
“Pozitivizm, teizm, deizm” kavramlarının tanım ve açılımları yapılıyor yazıda. “Deizm Latince’de ‘Tanrı’ anlamına gelen deus kelimesinden türetilmiştir. Yunancada yine ‘Tanrı’ anlamındaki theostan gelen teizm terimiyle aynısözlük anlamına sahiptir (Erdem, 1994: 109). ‘Tanrıcılık’ veya ‘Tanrı’nın varlığına inanmak’ anlamına gelen deizmde Tanrı’nın evrendeki işleyişe karışmadığı, varlıklar dünyasını kendi yasalarıyla baş başa bıraktığı düşünülmektedir. Deistler vahyi kabul etmemek, herhangi bir dinî otorite, kural veya ilke tanımamak nedeniyle teistlerden ayrılır (Topaloğlu, 2011: 333). Calvinci bir ilâhiyatçı olan Pierre Viret, Instruction Chrestienne adlı eserinde kendilerini ateistlerden ayırmak için deist ismini alan bir grup filozof ve edipten bahsederek, bu kişileri Allah’a ve O’nun âlemi yarattığına inanmakla birlikte Îsâ Mesîh’i ve Hıristiyanlık doktrinlerini inkâr eden ateistler olarak suçlamıştır (Erdem, 1994: 110).”
Daha sonra Şaban Ali Düzgün ve İbrahim Coşkun’un görüşlerine de yer veriyor Bergen.
Yazının sonunda can alıcı soruyu soruyor: “Deizm Niçin Yayılıyor (Yayılıyor mu?)” Cevabı Yolcu dergisinde.
Yolcu’dan şiirler
Önce annem bıraktı çocuk doğurmayı,
Sonra rüzgâr onun ellerini
Darılır mı demedi kiraz ağaçları
Ve yeryüzünü sildiği havlular
Buğusunu, bir avlunun köşesinde buldular.
Teyzem ezelden beri Boş Beşik de Fatma Girik
Uzun yol, uzun sevda vites küçülten aşkların yamalı mendili
Sigortasız işçi fabrika, entarisi pazen
Boşuna bekledi erkek kardeşinin terhisini
Cevahir süsü gölgesi, aynaların dışında gezen.
Gökhan Akçiçek
Yaşamın izinde sızlıyor yüzüm.
Dün erkendi, yarın gecikmiş olurum takvimlerde.
Hüznün ele veriyor beni kentlerin ortasında
Bütün sözcükleri iliştirip yakama
Anlatamadım günlerin yakıcı cehennemini
Ve bu üç...
Hikmet Kızıl
demokrasi nöbet geçirince
yüreğim ağzımda dipdiri toprağa gömülüp
aşka gelenler eşref saatinde
kim bu ateşle oynayan çocuklar
kim bu akşam saatinde?
vaktinde yetişmeseydi ecel
çoğulculuk oynayacaktık hep birlikte
evcilik sanılacaktı tecimenlik
Murat Azak
bir şey yapmaya gelmiyorlar sevdiğim
ya intikam, ya efendilerinden aldıkları “vur!." Emri
bunlar her çağın kirli adamları
her köpeğin beslemeleri
ortada yok akılları kalpleri hatta bizzat kendileri
Bülent Sönmez
Sezai Karakoç ayakta, ötekiler neredeler?
Mahfel dergisi 4. sayısına ulaştı. Heyecanı katlanarak devam ediyor derginin. Bunu sayfalar arasında ilerlerken hissetmek mümkün. Canlı bir dergi Mahfel. Bu heyecan ve canlılığın devam etmesini diliyorum. Çünkü bir dergiyi ayakta tutan en önemli iki kıstastır heyecan ve canlılık.
Muhammed Münzevi 4. sayı için Metin Önal Mengüşoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Son derece isabetli bir isim Mengüşoğlu. Özellikle konu Sezai Karakoç olunca konuşturulacak isimlerin başında geliyor Mengüşoğlu. Öyle vakalarla karşılaşıyoruz ki, hayret makamında izliyoruz olup biteni. Adını, kimliğini hatta varlığını Sezai Karakoç’a borçlu görünen birçok isim Karakoç hakkında iki kelam edecek olsa elindeki uzaktan kumanda ile bir powerpoint sunumunun ötesinde cümle kuramadan alkış toplamaya devam ediyor. Böyle doldurma isimlere pirim vermemek gerek.
Mengüşoğlu’nun Sezai Karakoç kitabı da konuya ne kadar hâkim olduğunun bir ispatı. Sadece şiirsel bağlamda incelenmiyor Karakoç bu kitapta. Düşünsel yapının şiire ve hayata yansıyan yönünü de anlatıyor Mengüşoğlu.
Söyleşiden bir paylaşım yapmak istiyorum.
“Sezai Karakoç yirminci yüzyılın altmışlı yetmişli yıllarında ‘felsefe sıfır Din Bir’di’ derken bir davanın sorumluluğunu üstlendiğini, bir kavgada seçtiği cepheyi ilan etmekteydi. Bahsi geçen tarihlerde, sosyalist ideolojinin Türkiye’deki mukallit taraftarları, Din’in hayattan elini eteğini çektiğini, bilim ve felsefenin egemenlik ilan ettiğini sanarak büyük bir aldanış içerisine düşmüşlerdi. Adeta bir moda halinde kimi muhafazakâr sanatkârlar da bundan etkilenerek ‘sanatın dini ideolojisi olmaz, saf ve som sanat dinden, ideolojiden arınmalıdır’ söylemine kapılmışlardı. Bu büyük çelişki ve yanılgı yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde tamamen çürümüş, tersine dönmüştür. İşte Sezai Karakoç ayakta, ötekiler neredeler?”
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, kadın, savaş
Bu kavramlar Mahfel’de Mustafa Söğüt’ün yazısında bir araya gelmiş. Bu tür inceleme yazıları önemli. Dergilerin okunurluğunu arttırıyor. Ayrıca derginin arşivlenmesi için de bir sebeptir inceleme yazıları. Çünkü kaynak yazılara her zaman ihtiyaç duyuluyor.
Söğüt, yazısındaToprak Ana merkezlikadının savaştaki etkisinden bahsediyor. Aytmatov romanlarına aşina olanlar bilirler ki, onun romanlarında kadın önemli bir konumdadır. Sahip çıkan, sahip çıkılan, örf ve ananelerin savunucusu ve evin güçlü kadını.
“Toprak, karşımıza ana figürü ile birlikte çıkar, çünkü toprak ürün verendir, insanları verdiği ürünlerle besleyendir, onları koruyup kollayandır. İnsan evini topraktan çıkarttığı malzemelerle yaparak soğuktan korunur, yağmurdan kaçınır. Toprak – anne – gibidir, çocukları için her şeyi yapan ve hiçbir şeyden kaçınmayandır. İnsan ölünce bile toprağa sığınır, çünkü onu kucaklayacak olan yine topraktır, anasıdır. Türk toplumunda da özel bir önemi vardır toprağın; değerlidir ve yücedir. Saygı duyulan ilaheliği vardır, kıymetli ve mühimdir.”
Mahfel’den şiirler
Bir ağacın tepesinden düşercesine
Boşluktaysam mesela
Tutunamadığım dallar suçludur.
Ya da yıkıntıda bulunmuş
Ölü bir beden gibiyse gözlerim
Nedeni harabemi görmeyenlerdir.
Rümeysa Uzun
Vidalarımı sıkarsam ellerim paslanmaz
Cesaretim bir kitap arasında
Korlandıkça uslanmaz
Yaramı deşen bütün nazariyeler
Peşimi bırakırsa perdelerimi kapatmam
Anne şair olursam
Seni saraylarda yaşatmam yaşatamam...
Muhammed Münzevi
gölge ve korku
ya da bir kralın, saray halkından olan hayvanlarını
avlıyormuş gibi yaparak avlanmasındaki
ve bu avda av köpeklerinin havlamasındaki
sahte teselli arayışından can sıkıntısına çıkar yol sunamayışı
en iyisi aynı anda dinlemek
hayatın müziğiyle insan elinden çıkma müziği
belki bu kargaşadan gölge ve korku
müttefik iki ülke gibi dönerler
Ahmet Menteş
upuzun karanlığın pimini çeken
düşlerinin hesabını benden soruyor
kendi dağına küsen kuş sesli çiçekler
bulaşıcı gülmelere yakalanıyor
mevsim mevsim bölünen mesafelerde
Arif Mete
Bezgin ümitler limanında
Karşı kıyılara iç çeker gözler
Delirir, aman vermez talep
Çağırır afâk
Mekan biteviye öteler.
Âna sığmaz cüsse
Sarsılır zemin, sendeler gök kubbe
Fısıldar gizil bir ses,
El uzatır ardınca nefes.
Ayşe Altıntaş
Gündem edebiyatın görevi değil
Karabatak dergisinin 39. sayısında Necati Mert söyleşisi var. Bünyamin Demirci’nin sorularını cevaplandırmış Mert. Bir söyleşide en hassas nokta söyleşiyi yapan kişidir. Eğer sorular ehil bir elden çıkmışsa o zaman arkanıza yaslanıp keyifle söyleşinin akışına kaptırabilirsiniz kendinizi. Demirci’nin ustalıklı ve derinlikli soruları ile karşı karşıyayız. Soruların muhatabı Necati Mert olunca bize de bu söyleşiyi satır satır okumak düşüyor.
Necati Mert’in hangi ortamda olursa olsun kurduğu her cümlenin izini süren biri olarak bu söyleşiyi de arşivime kaydettim. Yazarlıktan, Adapazarı’ndan, hatta Sakarya’dan, Sait Faik’ten, sağdan soldan, dergilerden bahislerin açıldığı bu söyleşide Necati Mert ile ilgili merak edilen soruların cevapları var.
Dil üzerine de dikkat çekene çalışmaları var Necati Mert’in. Bu konudaki cevabını paylaşmak istiyorum.
“Dil önce iletişim aracı. Günlük dilde, konuşma dilinde bu amaç vardır. Kelime dağarcığı zayıftır. Bununla edebiyat olmaz. Günlük gazete dilinin dağarcığıyla da olmaz. Bunlar verili dildir. Ancak dil sokakta, insan içinde oluşur. Edebiyat da dili haliyle oradan alır. Edebiyatın dili düz değil, eğridir. Çokanlamlıdır. Yoruma açıktır….”
Necati Mert’in Adapazarı-Sakarya isimlendirmesinde Adapazarı’nı tercih ediyor olması beni de ziyadesiyle memnun ediyor. Çünkü memleketim dediğim şehre ben de gönül rahatlığıyla Adapazarı diyenlerdenim.
Açılın ben doktorum
Karabatak dergisi dosya konularında son derece başarılı dergilerimizden. Okuyucularına hazırladıkları dosyada doyurucu metinler sunuluyor. Konuya hâkim bir bakış açısı kazanılıyor dergi okunduğunda. Konunun uzmanı isimlerden tutun da genç kalemlere kadar yelpazesi geniş bir dosya karşılıyor bizi her sayı.
39. sayının dosya konusu “Edebiyat ve Tıp”. Üzerine söylenecek o kadar söz var ki bu alanda, içeriği ve açılımı zengin bir konu belirlenmiş.
Ben A. Ali Ural’ın “Açılın ben doktorum” adlı yazısına değinmek istiyorum. Yazının başlığı okununca akla gelen ilk intiba bir Türk filmi repliği olsa da Ali Ural okuyucularını Gulliver ile bir yolculuğa çıkarıyor. “Açılın!” diyor ve bir gemi açılıyor engin maviliğe doğru.
Karşımıza Faust, Madam Bovary, Vanya Dayı, Üç Kız Kardeş, Martı çıkıyor. İvan İlyiçin’in Ölümü ve Taşra Doktoru da kafileye katılıyor. Hepsinde bir doktor el sallıyor bize.
Dünya klâsiklerinden bir doktorlar geçişi sunuyor bize Ural. Roman kahramanları ve doktor olan ya da yarı doktor yazarlar da var yazıda. Klâsiklere bir de tıp gözüyle bakmak için Ural’ın yazısı mutlaka okunacaklar listesine alınmayı hak eden bir yazı.
Karabatak’tan 5 şiir
Çok önceden dünyayı dolaşmış benim adım
Nice sırlar saklamış ne acılar paylaşmış
Gözyaşıyla kanıyla sulamış Kerbela’yı
Dün gece aya bakıp ağlarken hatırladım
Ben aya bakmamışım, meğer ay bana bakmış
Hüseyin Akın
güzel görün güzel söyle, eğleş, değerin pul değil
benim sözüm yere düşmüş, duyulmaz, geçer pul değil
bağlanma toprağa yere verdi, gönendin, yemek verdi
gün gelir toprak seni de yutar dünya doymuş değil
Şafak Çelik
Geceye sokulmuş ağır bir sokak
Bezgin masallarda biz gölü tuttuk
Parmağı değdikçe ayın göğsüne
Ol karanlıklarda nice söz yuttuk
Süleyman Unutmaz
çoğalır ve
her çizikten yaş alarak ölürüm
gölge gölge küçülüp
biriken her şey benim
öteliyorsun yine karanlık
bitmeyen gece yarama sürdüğüm
F. Nuriye Torun
başımdaki sersem rüzgârlar
bir bir üstümden geçirdikçe mevsimleri
vuracak göğsümdeki dalgalar kıyıya
bu kayalıklar tuzla yıkandıkça sertleşen
iskeletimden söküp aldığını da bilir
hangi resimde iyi durduğumu da
Filiz Genç
Öykücülerle söyleşiler
Cinas dergisi 3. sayısında yazma ve okuma fırsatını yakaladığım bir dergi. İlk intiba; dopdolu bir dergi var karşımızda. Mevsimlik olmasının hakkını vermek istiyor Cinas. Bir mevsim boyunca okuyucuların elinden düşürmeyeceği bir dergi sunuyorlar bizlere.
İlk kez yazdığım için uzun bir değini yapmak istiyorum Cinas’tan. Dergide iki öykücü ile söyleşi yapılmış. Günümüz öyküsünün çok önemli iki ismi olan Cemal Şakar ve Necip Tosun ile gerçekleştirilen söyleşilerde öykü üzerine not edilecek birçok detay açıklamayı yakalamak mümkün.
Dilek Erdem ile Necip Tosun’un söyleşisi öykü kuramı tadında tespitler sunuyor bize.
“İçtenlikle söyleyeyim ki öykü yazmak benim için bir arayış, bir sığınma ama daha çok bir paylaşma demek. Bir şeylerin eksikliğini, özlemini, acısını, mutluluğunu duyan insanlarla birkaç sayfada aynı havayı koklamak, aynı esintileri hissetmek, aynı tıkırtıları duymak arzusu. Bunları duyan, hisseden insanların varlığını tutanaklara geçmek istiyorum. Benim için öykünün doğduğu ân, ya çok mutlu olduğum anlar, ya da çok karamsar, umutsuz olduğum anlar. Bu anlamda öykü benim için, yolunda gitmeyen şeylere, yaşanan olumsuzluklara atabileceğim en güzel çığlık, başvuracağım en önemli başkaldırı biçimi. İşte öykünün benim için böyle bir “tutamak” fonksiyonu var. Öykü yazarak bu olumsuzlukları önleyebileceğimi elbette düşünmüyorum. Ama ne yazık ki bundan daha etkili bir başkaldırı biçimim, yeteneğim de yok.”
Necip Tosun’un yazma serüveni, okuduğu kitaplar, Türk öyküsünün dünya edebiyatındaki yeri gibi birçok konuya temas ediliyor söyleşide.
Cemal Şakar ile söyleşiyi Şule Şahintepe yapmış. Söyleşinin merkezinde her ne kadar Şakar’ın “Pencere” adlı öykü kitabı var gibi görünse de Şakar’ın öykü üzerine tespitlerini de okuyoruz söyleşide. Ben Şakar’ın “kurmaca” kavramına yaptığı açıklamayı almak istiyorum.
“Kurmaca eserle yazar arasındaki ilişki sorunlu bir ilişkidir. Okur, genellikle anlatıcıyla yazarı özdeşleştirmek ister. Eserdeki duyguları, tespitleri, yargıları yazara atfetmek ister. Oysa bu yanıltıcıdır. Nihayetinde kurmaca bir eser okuyoruzdur. Kurmacada önemli olan, tahkiye edilen tip/karaktere uygun bir dünya kurabilmektir. Orada görülen her şeyi tip/karakter görüyor ve o değerlendiriyordur; duygular, tespitler ve yargılar ona aittir. Yazarın katıldığı görüşler olabileceği gibi katılmadıkları da olabilir. Bu yüzden eserlerimdeki yazmak üzerine kurulmuş sözleri, anlattığım tiplere hamletmek lazım gelir, diye düşünüyorum.”
Edebiyat emrivakiyi kaldırır mı?
Mirza Muhammed Atan bol ironili bir yazı ile yer almış Cinas’ta. Edebiyat ve emrivaki meselelerini ortaya koyarak bunları kendi bakış açısıyla şerh etmiş. Bunlara emrivaki mi demek gerek yoksa aşılmaz duvar olarak mı görmek gerek bunu da kavram karmaşasını ortadan kaldırmak için iyi düşünmek gerek. Malumdur ki emrivaki; oldubitti demek.
Ben birkaç örneği buraya almak istiyorum. Mirza Muhammed Atan’ın cevaplarını merak edenler de Cinas dergisini edinerek bu cevaplara ulaşabilirler.
“Şair her zaman her yerde şair olmak zorundadır.”
“Bütün dergilerin bir kadrosu vardır, bu kadro dergiyi ayakta tutar. Bu edebiyatın gerekliliğidir.”
“Eleştiride bir hiyerarşi vardır. Kitabı çıkmayan bir şair kitabı çıkan bir şairi eleştiremez. Şiiri yayınlanmayan şair, şiiri yayınlayanı eleştiremez. Yaşça büyük olanı kendisinden yaşça küçük olan bir şair eleştiremez.”
Masallarımıza sahip çıkalım
Kültürel zenginliğimizin ilk sıralarında gelir masallarımız. Dünya edebiyatında da kendine has bir yeri ve sesi olan masallarımızı yeniçağın ayak oyunları ve akıl çelici dijital kuşatması unutturmaya çalışıyor. Bugün fantastik diyerek kaleme alınan birçok uçuk kaçık metni yazanların da beslenme noktası aslında masallarımız. Aslı varken suyunun suyunu okumaya ne hacet.
Ömer Ünal yazısında soruyor: “Masallar ne anlatır?” Masalların kültürümüzdeki dünya edebiyatındaki yerinden bahseden Ünal’ın çağrısını buraya almak istiyorum.
“Bu minvalde yayınevlerinin üzerine düşen çok fazla vazife var. Boratav’ın, Cem Güney’in kitaplarındaki masalları, çocuklara onların dilinden ve kurgu dünyasından uyarlamalılar. Bu işi yaparken de maddi değil manevi bir itici güce sahip olmaları şart. Yoksa ortaya yine çocukların anlayamayacağı, onların hayal dünyalarına hitap etmeyen çalışmalar çıkacaktır. Gölgelerin gücüne değil, mutlak olanın gücüne dayanan fikir dünyalarını inşa etmek adına masalla kalın…”
Eylemli Sözcükler’den
Uğur Canbolat’ın Eylemli Sözcükler yazısı aforizmalar tadında metinler sunuyor. Canpolat’ın kaleminin kıvraklığı ile daha bir canlanıyor sözcükler.
“Seni yerinden hoplatmayan, ruhunda bir cevelan meydana getirmeyen sözcük zihne misafir edilmeye değmez.”
“Ölü kelimelerin hamalı olma. Ezilirsin altında. Hem bir işe yaramaz. Yorar seni.”
“Çay sözcüklerin ülkesidir. Anavatanı gibidir. Orada doğup büyürler. Beslenirler.”
“Eylemsiz söylem ölü doğumdur. Kelimelerine dikkat et oğul.”
Cinas’tan 5 şiir
Cinas’ta şiir sayısı oldukça fazla. Mevsimlik bir dergi olmanın getirdiği yoğunluk olarak algılanabilir şiir sayısının çok olması. Bu konuda biraz hassasiyet göstermek derginin dışa açılan yüzünü daha da netleştirecektir. Çünkü dergilerde her türden eser yer alsa da şiirler her zaman bir adım önde durur. Bunu da bir emrivaki saymak gerek mi bilmiyorum, buna da Mirza Muhammed Atan karar versin.
Beş şiir alacağım Cinas’tan.
Körelirken kılıçları boğazımda
Çeliğine kan verdiğim sevdanın
Yıldırım vurmuş asırlık çınarların
Uyuşmaktadır büyük dalları
Cehennemden bir yangın düşer payına
Yasin Kara
ey zaman
silmek zorunda mısın ayak izlerimizi haritadan
vazgeçmeyecek misin hiç
çocukların yüzünde filizlenen çiçekleri
eceli gelmeden koparmaktan
ne kadar da başına buyruksun ey zaman
biraz hâlden anlasan
pamuktan ayaklarınla geçsen çatılarımızdan
Meryem Genel
Çiğdem kokusunda zaman
Renksiz mehtabın ördüğü
Patlak lambaların altında
Geriliyor çarmıhlı ellerim
Şair! Kokularda ne vardı
Cihan Adıman
Şimdi gördüğüm musallâ taşı
Annemin son kez soluklanışı
İliştirdiği ocak hala sıcakken
Ne yöne döner kaldırım taşı
Kim bilir
Şafağın hangi karanlıktan kurtulacağını
Ayşe Altıntaş
Siz, çilesini çekenler
doğu’nun sahipleri
ana bağrında gül değirmeni
cennet kayasında hüdhüdlerin mihmandârı.
Sonra bütün irticâ dilleri
sabrın örsünde eritip göğün kaybına savuran
sonra mezarlara inmiş meleklerle yürek yüreğe
batı’nın gözlerine ışıyan
güneş’in doğurduğu aşkın doyurduğu
doğu’nun sahipler
Seda Kuru
Mustafa Uçurum