Fiziksel ve ruhsal olarak yorucu bir hafta sonu geçirme teklifine mazeretler sıraladı içimde bir ses. Susturdum.

“Biz gidiyoruz, sen de gelmek ister misin?” dediklerinde, bu davete icabetin İdlib’teki kardeşlerime karşı bir sorumluluk, kendim için bir ihtiyaç olduğunu düşündüm.

Savaş görüntülerine bakmam. Acizliğimin mahcubiyetini kaldıramadığım için Müslüman kardeşlerimin acılarını izlemem, izleyemem. Fakat şimdi, gözlerimi açmam gerektiğini biliyorum.

Geceleyin Reyhanlı’ya vardık. Sabah İdlib’e geçtik. İdlib’te bindiğimiz aracı, Ebu Mahyu kullanacak.

Neredeyse hiç asfalt yok. Bozuk yollarda, elbette hiçbir trafik düzeni yok. Işık, levha, kural… Memleketimizde hakaret anlamı taşıyan korna, orada şoförler arası iletişimi sağlıyor.

Ebu Mahyu, ellili yaşlarda dinç ve neşeli bir bey. Neşesi insana sirayet ediyor. Sanki bir savaş beldesinde değiliz, sanki geçtiğimiz topraklar savaşın şahidi değil, gezmeye geldiğimiz bir turistik beldedeyiz. Araçta türküler söylüyor. Gelen geçene selam veriyor. Koyduğu kasetteki hareketli parçalara o korkunç yol ve trafik koşullarında ellerini çırparak, kollarını sallayarak eşlik ediyor. Bir ara, tercümanlık yapan görevli arkadaşımız Furkan’a bir şeyler söyledi. Furkan bize dönüp “Ebu Mahyu bize, buralarda meşhur bir meyve suyu alıp ikram etmek istiyor” dedi. Hep beraber gerek yok dedik, zahmet etmesin. Fakat Furkan’ın, bizim söylediklerimizi tercüme ettiğini duymadık. Ebu Mahyu aracı bir kenara çekip meyve sularını almaya gitti. “Araplar, ikramın geri çevrilmesini hoş karşılamazlar” diyerek durumu izah etti Furkan ve sonrasında Ebu Mahyu’nun hikâyesini anlattı.

Ebu Mahyu savaştan önce teknik direktörmüş. Oldukça zengin. Dört çocuğu var. Savaş başladıktan sonra Halep’ten buraya geliyor. Bir-iki bina satın alıyor ve kiraladığı dairelerin gelirleriyle İdlib’teki ihtiyaç sahiplerine üç yıl sessiz sedasız yardım ediyor. Türkiye Diyanet Vakfı’nın bölgedeki çalışmalarını fark ettikten sonra, şubemize geliyor. Birkaç aracı olduğunu, hizmet ederken kullanmaları için bu araçları vermek istediğini söylüyor. Şu anda içinde olduğumuz araç da ona aitmiş. İhtiyaç olduğunda şoförlük de yapıyor. Akşam gelip araçları alıyor, depolarını doldurup sabah teslim ediyor. Yakıt masrafının karşılanmasına dahi razı olmamış ilk zamanlar. Daha sonra, yakıtın karşılanmasına ikna etmişler. Ebu Mahyu, yetim sevindiren bir adam aynı zamanda. Öyle ki, İdlib’te ismi Ebu’l Eytam’a çıkmış. “Yetimlerin babası.” Bir insana dünyada ve ahirette verilebilecek daha şerefli, daha kıymetli bir isim var mıdır bilmem. Peygamberimiz duysa ne çok severdi Ebu Mahyu’yu. Ne çok sevinirdi. Yetimler babası olmak; babası Uhud’da şehit olduğu için ağlayan çocuğa: “İstemez misin ben baban olayım, Âişe annen olsun, Fatıma da kardeşin?” diyen Efendimizin (sas) sünneti değil midir?

Bütün bunları dinlediğimde, Ebu Mahyu’nun etrafına dalga dalga yayılan neşesi anlamını buldu. Yapay bir neşe değil, absürt bir neşe değil. Canlı, hakiki ve yerli yerinde bir neşe. İnandığı gibi yaşamanın tertemiz ve hak edilmiş neşesi. İman etmek, ihlasla ihsan etmek, verdikçe hayat bulmak. Savaşı yaşayan insan, hayatın her şeyden kıymetli olduğunu hatta her şeyin kıymet ve anlamını, farkında olmadan alıp verebildiğimiz soluğa borçlu olduğunu hakka’l yakin idrak ediyor. Bu yüzden Ebu Mahyu hayatta olmanın tadını bizden daha iyi biliyor, bir de başka hayatlara yardımcı olma fırsatı var elinde. Bu yüzden kalbi kuş gibi hafif, hür ve mutmain. Her şeye sahip olsak da geleceğe dair bize özgü kaygıların yükünden, mal mülk biriktirme hırsının zincirlerinden azade. Ne yaptığını çok iyi biliyor.

Savaştan önce İdlib bölgesi, Suriye’nin uzak ve ücra bir köşesi olarak biliniyormuş. İki yüz-üç yüz bin nüfuslu bir belde. Şimdi ise dört milyona yakın insan yaşıyor. Türkiye bölgede garantör devlet. Rusya, Türkiye ile yaptığı anlaşma gereği İdlib’i vurmuyor. Bölgenin yönetimi ise Türkiye ile anlaşma hâlinde olan bir askerî grubun elinde. Ülkemiz, STK ve TSK ile bölgede. Fakat iç yönetimine karışmıyor. Bölgeye devlet bütçesinden pay ayırılmıyor. Yalnızca STK’ların faaliyetleri ile destek sağlanıyor. Devletler arasındaki anlaşmaların bozulması durumunda, bölgenin vurulmayacağının garantisi yok.

Türkiye Diyanet Vakfı’nın İdlib’te kurduğu yetim kampları, köyler, okullar var. Aynı kurumun çatısı altında ve fakat farklı kalemlerde, farklı bölgelerde çalıştığımız arkadaşlarımızın ihlası, özverisi, gayretine şahit olmak kalbimize teselli vermekle kalmıyor, bizim enerjimizi de tazeliyor. Pazar günü boyunca ekibimize mihmandarlık eden Furkan ve bölgedeki diğer arkadaşlarımız, yapılan işlerin takdir edilmesiyle ilgilenmiyor. Daha iyi ne yapılabilir’in derdindeler. Bölgede TDV dışında başka insani yardım kuruluşları da faaliyet gösteriyor. Bunlara rağmen, hayat temel ihtiyaçlar seviyesinde ancak yürütülebiliyor insanların çoğu için. Vakfımızın kurduğu bir köyde; okul, cami, Kur’an kursu var, birkaç ailenin bir arada yaşadığı evlerde musluklardan su akıyor. Bu imkânlara sahip olanların çok şanslı sayıldığını düşünürseniz, durumu daha iyi anlayabilirsiniz. Binlerce insan, bu asgari şartlardan hâlâ mahrum. Musluktan akan suyun, elektriğin olması bir yana, hâlâ her yağmurda perişan olan derme çatma çadırlarda yaşayan yüzlerce insan var. Bölgedeki bir başka arkadaşımız, dört duvarın önemini anlatmak için şöyle demişti: “Çadırda yaşamak, arkanıza yaslanamadan yaşamak demek”.

Uğradığımız duraklardan biri, 2. Abdülhamid Han İlkokulu ve Hacı Teysir Anaokulu. Mihmandarımız Furkan, vakfımızın açtığı bu okulun hikâyesini özellikle aktarmak istediğini söyledi.

Ümmü Enes

Savaşta iki çocuğu şehit olan kadın, dört-beş yaşlarındaki oğlu Enes ile beraber İdlib’e geliyor. Akıllı ve eğitimli bir kadın Ümmü Enes. Enes’ini ve ülkesini, kurtaracaksa ilim, eğitim kurtaracak diyerek kendi çocuğu için okul müfredatı gibi bir eğitim programı hazırlıyor. Ve başlıyor Enes’in dersleri… Sadece Enes. Tek öğrencili, tek öğretmenli bir okul. Zamanla Enes’in arkadaşları da geliyor Ümmü Enes’e. Çevrede duyan kadınlar, çocuklarını ona göndermeye başlıyor. Ümmü Enes’in tek kişilik okulu kalabalıklaşıyor. Öyle ki “bir Ümmü Enes var…” diye duyuluyor artık. Durumdan haberdar olan Türkiye Diyanet Vakfı Ümmü Enes’in bu ciddi gayretini görünce, öğrenci potansiyelini toplamış ve zaten bir düzen kurmuş olan bu kadın için geriye kalan “bir bina” işini üstleniyor. Böylelikle, yüzlerce çocuğun eğitim gördüğü 2. Abdülhamid Han İlkokulu ve hemen yanı başına da Hacı Teysir Anaokulu açılıyor.

Furkan anlatmayı bitirdikten birkaç dakika sonra, bir baktık ki Ümmü Enes çıkmış gelmiş. Onu görmeyi hiç beklemiyordum. Anlatılanları uzak zamanlarda, uzak mekânlarda yaşayan bir kahramanın hikâyesi gibi dinlemişim. Oysa işte yanı başımda şimdi. Heyecanlandım. Ümmü Enes dimdik bir kadın. Acılarının ve kayıplarının deryasında boğulmamış bir kadın. Her şeyini ve iki evladının canını alan bir savaşın içinden çıkıp Enes’in öğretmeni olmaya karar verecek kadar berrak bir imanı ve ümidi var. Elimizi tuttu ve biz hanımları hemen yandaki anaokuluna götürdü. “Buraya her gün yüz çocuk geliyor. Yüzü de yetim” dedi. Birbirimizin gözlerine baktık. “Biz, sizinle beraberiz inşallah” diyerek oradan ayrıldık.

Beytüsselam Köyü, Kemmune Köyü, Mehmet Ali Yaman Camii, İyilik Mağazası, Hz. Âişe yetim kampı…

Bunlar, TDV’nin bölgedeki pek çok çalışmasından birkaçı. Vaktimiz ancak bu kadarına yetti. Gördüklerimizi ayrıntılı betimlemek, başka bir yazının konusu. Ancak kısaca da olsa değinilmesi gereken birkaç husus var. İdlib’te yaşayan insanlar hayata küskün ve bıkkın değiller. Üretmeye açık, zeki ve çalışkan bir millet. Bununla birlikte çok sayıda yetim ve dul kadın hayata tutunmaya çalışıyor. TDV tarafından bölgede yürütülen çalışmalar, temel ihtiyaçların giderilmesini kapsıyor ancak bundan ibaret değil. İnsanların hayata tutunması için sosyal hizmetlere önem veriliyor. Eğitim öğretim faaliyetlerinin sürdürülmesi en öncelikli hedeflerden. Bölgeye verilecek her türlü destek çok ama çok kıymetli.

Hamiş: “Elimden bir şey gelmez” diyerek gözlerimi kapattığım acıları, elimden gelene muhtaç sandığım insanlar için değil, kendi iyiliğim için görmeliymişim. Hayatına anlam arayanlara, yaralarını iyileştirmek isteyenlere, kendi kuyularından çıkamayanlara, dünyayı kendi acılarıyla dolduranlara tavsiyemdir; en kısa zamanda bir savaş veya mahrumiyet bölgesini ziyaret edin. Benim gibi sıkıntıların yarıştırılmasına karşı çıkan, herkesin derdinin kendine dert olduğunu savunan biriyseniz, daha hızlı hareket edin, hemen yola çıkın. Aradığınız şifayı orada bulacağınızı vadetmiyorum. Fakat aradığımız ruhsal şifayı sadece kendi dünyamızı inşa ederek, sadece kendi eksiklerimizi kapatarak, sadece kendi derdimize gözlerimizi dikerek asla bulamayacağımızı anlayacaksınız. Zira, otuz kilometre ötemizde yaşanan acılara anlam veremeden, böyle bir dünyanın neden döndüğünü anlamadan ne kendi acılarımızın yerini tayin edebiliriz ne de kalıcı, sahici bir şifaya kavuşabiliriz. Savaştan kaçmış bir insanın yanında ne kadar kırılganız, ne kadar zayıfız, onların yanında ne kadar azalıyor büyüteçle baktığımız dertlerimizin ehemmiyeti, tecrübe etmeseydim anlamayacaktım. İyileşmek için tüm acıların imanla ve ahiretle kazandığı anlamı keşfetmek ve bir başkasının derdiyle dertlenmek şart.

Ayşe Adan Kurt