Musibet, âfet, felâket, belâ… Başımıza gelmesini istemediğimiz olaylar. Bunlar etimolojik olarak ne anlama geliyor?
Rabbim ölenlere rahmet, yaralılara acil şifalar ve geride kalanlara da sabırlar versin. Bu tür olaylar, birer imtihandır. Bakara Suresi 156. âyette buyrulduğu gibi, “Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler.” hükmüne tabi olmaktan başka içimizdeki yarayı hafifletecek bir merhem yoktur.
Musibet, “ansızın bastıran yağmur” anlamındaki “savb” kökünden türeyen ve “bir şeyin hedefine ulaşması, birinin payına düşmesi, birine isabet etmesi” gibi anlamlara geliyor.
Âfet, genel olarak insan müdahalesi bulunmadan meydana gelen musibeti belirtiyor.
Belâ, “musibet, sıkıntı” gibi anlamlara geldiği gibi “sınav, imtihan” anlamına da gelir. Aslında her belâ içinde imtihanı da barındırmaktadır. Allah’ın kendisini imtihan ettiği kulun sınavını geçmesi, belâyı dönüştürür, güzelleştirir. Örneğin, Enfâl Suresi 17. âyette, Bedir Gazvesi ve sonucunda kazanılan zafer, “güzel bir belâ” yani başarıyla verilmiş bir imtihan olarak nitelendirilmiştir.
Felâket, Arapça “felek” kelimesinden Türkçe’de türetilmiştir. İlm-i felek veya felekiyyât, “astronomi” anlamına gelmektedir. Feleğin, “gökyüzü; dünya; gök katlarında yer alan yıldızların insan kaderi üzerinde yaptığı kabul edilen etki” gibi astronomik ve astrolojik anlamları bulunuyor. Felek, astronomik olarak “yıldızların döndüğü yer” anlamını taşır. Eski kozmolojide “yıldızları taşıdığına ve hareket ettirdiğine inanılan şeffaf gökküre” olarak da yorumlanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir felekte yüzerler” âyeti bulunmaktadır. Bu âyette geçen felek kelimesiyle “gök cisimlerinin üzerinde döndüğü yer” veya “yörünge”lerinin kastedildiği yorumları yapılmıştır. Yüzme boyutuyla uzay ile denizler arasında kurulan bu ilişki, dilimizde “uzay gemisi” ve “hava limanı” gibi tamlamalara da yansımıştır. Çarkıfelek ise, feleğin/göğün çarkı/tekerleği anlamına gelir. Mecazen “talih, baht” anlamında kullanılmaktadır. Eski kozmoloji anlayışına göre merkezde duran Dünya’nın etrafını soğan zarı gibi çevreleyen felekler tekerlek gibi dönmekte, üzerinde bulunan gezegenler talih üzerinde etkili olarak, kötü talihe yol açmaktadır. İngilizce “fortune” kelimesi de “talih, baht, şans, servet, zenginlik” gibi anlamlara gelmekte olup, antik felsefedeki Rota Fortunae’ye (Fortuna’nın çarkı) dayanır. Roma mitolojisindeki talih tanrıçası Fortuna, çarkı çevirerek çarktakilerin pozisyonlarını değiştirmektedir.
Keza İngilizce’de felâket için kullanılan “disaster” kelimesi de “kötü yıldız” mânâsına gelir. Astrolojik olarak, yıldız/gezegenin felâketin işareti olmasını belirtir. Türkçede “talihsiz, şanssız” veya “gözden düşmüş” kişiler için “yıldızı düşük” tabirinin kullanılmasını hatırlayalım.
Talih ise, Arapça “tâli‘-yükselen, ortaya çıkan, doğan” kelimesinden gelir. Astrolojik olarak, belli yıldızların/gezegenlerin görünmesine bağlı olarak bazı olayların gerçekleşeceğini belirtir.
Baht ise, Farsça “bahş-ihsan” ile ilişkili olup, “iyi ve kötü olayların bağlı bulunduğu, insanlar için çizilmiş hayat programı” anlamına gelir. Bedbaht “kötü talihli”, bahtiyâr “iyi talihli” demektir.
Gerçekten gök cisimleri ile felâketler arasında bir ilişki olabilir mi?
Bunu konunun uzmanlarının tartışması gerekiyor. Hatırlarsanız, çocukluğundan bu yana Güneş sistemine ve gezegenlere büyük ilgi duyan Avusturalyalı araştırmacı Frank Hoogerbeets, 3 Şubat tarihinde sosyal medya hesabında paylaşım yaparak, “Er ya da geç bu bölgede (Güney-Orta Türkiye, Ürdün, Suriye Lübnan) 7.5 büyüklüğünde deprem olacaktır” ifadesini kullanmıştı. Hoogerbeets, gök cisimlerinin pozisyonları üzerinden deprem tahminleri yapan biri… Jeologlar, bu yaklaşımı bilimsel görmeseler de her şeyin her şeyle ilişkili olduğu bir evrende kadim kozmolojideki değerlendirmeleri de yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum.
Peki, kaza ve kadere gelirsek onlar ne anlama geliyor?
“Gücü yetmek; planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini ve niteliğini belirlemek; kıymetini bilmek” gibi mânalara gelen kader, “Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi” diye tarif edilir. “Takdir”, “kadar”, “miktar” hep aynı kökten gelir. “Hükmetmek; sağlam yapmak, emretmek, yerine getirmek” anlamlarındaki kazâ ise “ezelde takdir olunan şeylerin Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıyla varlık sahasına çıkması, ezelî planın gerçekleşmesi” şeklinde tanımlanır. İnsanın ne zaman öleceğinin takdir edilmiş olması kader, vakti gelince ölmesi kazâdır. Kader, maaş bordrosuna benzetilirse, kazâ da bu maaşın ödenmesidir. Kader, Rabbimiz’in ilim sıfatına; kazâ ise, kudret sıfatına dayanmaktadır.
Türkçede kullanılan “öngörülemeyen, kimsenin kastı olmadan gerçekleşen ve zarara sebep olabilen olay” anlamına gelen “kazâ”, bu anlamda ilahi bir takdir/yargı olduğu vurgusunu da içerir. İngilizce “kazâ” anlamına gelen “accident” de anlam kökeni olarak çok benzemektedir. Proto-Hint-Avrupa dilinde “kad” kökü “düşmek” anlamına gelir. Latince “cadere-düşmek” demektir. “Kader” ile “cadere” arasındaki fonetik benzerlik de doğrusu ilginçtir. “Accident” de Latince “ad” ve “cadere”nin birleşiminden meydana gelmekte olup “bir olay” anlamından zamanla “talihsiz, istenmeyen bir olay” anlamına dönüşmüştür. Talih anlamına bir başka kelime olan şans (Fransızca chance), yine Latince “cadere-düşmek”ten türemiş bir kelimedir. “Kişinin kısmetine düşme”yi ifade eder. Kötü anlamda, “beklenmedik, öngörülemeyen bir durumu/olay”ı belirtirken, iyi anlamda “fırsat” anlamında kullanılır.
“Deprem kader, ancak depremde ölmek kader değildir” gibi sözler söyleniyor. Bunlar doğru mudur?
Mevlânâ’nın “birbirlerinin dediğini anlamayan dört kişinin üzüm için kavgaya tutuşmaları”nı konu alan hikâyesini hatırlayalım. Bir adam dört kişiye bir dirhem para verir. Dört kişiden Fars olan, “Bu parayla engûr alalım” der. Arap olan “Aksilik etme! Ben engûr istemem, ineb isterim.” der. Türk olan “Engûr de olmaz, ineb de olmaz, üzüm alalım.” der. Rum olan sonuncusu ise, “Bırakın bu lafları! Bu para ile istafil alalım.” der. Bunların hepsi üzüm demektir. Gerçekte hepsinin istediği üzümdür, ancak dilleri bir olmadığı için anlaşamazlar. Kavgaya başlarlar. Mevlâna hikâyeyi şu sözlerle tamamlar: “Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı. Onlara ‘Ben bu bir dirhemle hepsinin isteğini yerine getiririm. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur. Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir. Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret’ dedi.” Ülkemizde ne yazık ki her âfetten sonra bir “kader” tartışması gündeme geliyor. Birbirlerini dinlemeyen ve anlamak istemeyen kitleler, sağırlar diyaloğu içinde kendi “doğru”larını dile getiriyor. Ancak, öncelikle kavramları tanımlayıp üzerinde uzlaşmak gerekiyor. Aksi takdirde, bu çekişmeyi sona erdirmemiz mümkün gözükmüyor
Yukarıda ifade ettiğim dini tanımı içerisinde deprem de, ölmek de kaderdir. Halk arasında “Allah ana çizgileri belirliyor, orası kader, ama küçük durumlar kader değil” veya “İnsan kendi kaderini kendi çizer” gibi imani açıdan çok sorunlu sözleri duyuyoruz. Prof. Dr. Faruk Beşer, geçenlerde yaptığı sosyal paylaşımda, “Kaderi bir türlü anlamadılar gitti” serzenişinde bulunmuştu.
Burada insanın iradesini nereye oturtmak lazım? İnsanın iradesi olmadığında, bu dünyanın imtihan dünyası olmasının bir anlamı kalır mı?
Çok güzel bir soru. Elbette kalmaz. Üstad Necip Fazıl’ın,
“Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı;
Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı!”
biçiminde tariflediği kader ile cüz’i irade âdeta bir elmanın iki parçasını oluşturmaktadır. Âlimler, kaderi ikiye ayırmışlar: Iztırârî (mecburî) kader ve ihtiyârî (irâdî) kader. Anne-baba ve doğulan ülkede olduğu gibi cüz’i iradenin etkili olmadığı kader birincisine, bir kişinin evleneceği kişiyi seçmesinde olduğu gibi cüz’i iradenin sarfedildiği kader ikincisine örnektir. İngilizce’de kader anlamında kullanılabilen iki kelimeden, anlam olarak “fate” “mecburî kader”e, “destiny” “iradî kader”e benziyor. Türkiye’de yaşanan sorun biraz da dilimizde bu ayrımı doğrudan ifade eden kelimelerin olmamasından kaynaklanıyor olabilir.
Konuyu “Zenginlik peşinde koşan birinin babasının zengin olmaması kendi kusuru değil, ancak kayınpederinin zengin olmaması kendi kusurudur.” sözü ile özetleyebiliriz, sanırım.
Evet, bu da konuya biraz mizahî bir örnek olsa gerek. Birincisi, “mecburî” kader, ikincisi “irâdî” kader olmuş oluyor.
Buna göre gerek insanlar gerekse diğer varlıklar kendileri için belirlenmiş olan kaderi yaşarlar. “Kadere iman”, altı iman esasından biridir. Allah’ın ilmi ve kudreti sonsuz olduğuna göre, yarattığı varlıkların ne yapacağını bilmemesi mümkün olabilir mi? İlmin olmadığı yerde kudret de tecelli etmez. Cenab-ı Hakk, tüm varlıkları bir ölçü dâhilinde yaratmakta ve tüm varlıklar, kendilerine çizilmiş olan yolda yürümektedir. Dünya kendine takdir edilmiş yörüngede dönmekte, bebekler kendilerine takdir edilmiş süre miktarınca ana rahminde yaşamaktadır. Bu anlamda, ilahi kader, her şeye hâkimdir.
Diğer yandan, her insan kendisine verilmiş bir irade olduğunu hissetmekte ve bu iradenin gereği olarak hayat yolunda seçimlerini yapmaktadır. “Hiç şüphesiz, Biz herşeyi bir kader ile (ölçü ile) yarattık. (Kamer, 49)” ve “Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi? (Beled, 8-10)” âyetleri, söz konusu iki boyutu ifade için yeterlidir sanırım.
Deprem konusuna gelirsek, Japonya’da da deprem oluyor, ancak orada çok az can kaybı olurken Türkiye’de binlerce insan hayatını kaybediyor, mallar zâyi oluyor. Buna da kader demek doğru mu? Bunun tedbir almamak ile ilgisi yok mu?
Tedbir almak, “bir işin arkasını düşünerek hareket etmek” demektir. Tedbir almak, cüz’i iradenin hakkını vermek, Rabbimizi’n verdiği akıl nimetini yerli yerinde kullanmak; âfetler açısından belirtirsek, âfetlere neden olan sebepleri veya sebeplerin etkilerini ortadan kaldırmaya/azaltmaya çalışmak demektir. Peygamber Efendimiz (sav) devesini salıvererek Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye “Deveni bağla da öyle tevekkül et.” buyurmuşlardır. Tevekkül, gereken bütün tedbirleri aldıktan ve sebeplere tam riayet ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek ve tesiri O’ndan bilmektir.
Bu açıdan gerekli tedbirleri almayarak, masum insanların ölümünde payı olan kim varsa suçludur. Fiil anlamında hayrı da şerri de yaratan Allah’tır, ancak Rabbimiz şerre imkân vermekle birlikte, şerre rızası bulunmamaktadır. Bir insan elini ateşe soksa eli yanar. Elin yanması fiilini, yani şerri yaratan Allah’tır; ancak şerrin yaratılması şer değil, şerrin işlenmesi şerdir. Burada şerri işleyen, elini yakmak üzere ateşe sokandır. Bu hakikat, Nisâ Suresi’nde çok açık biçimde belirtilmektedir:
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; hatta çok sağlam kalelerde olsanız bile! Onlara bir iyilik erişse: “Bu, Allah katındandır” derler. Bir kötülük dokunsa: “Bu senin tarafındandır” derler. De ki: “Hepsi Allah katındandır.” Bu topluluğa ne oluyor da neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar. Sana iyilik olarak ne erişirse, Allah'tandır. Sana kötülük olarak ne dokunursa, o da kendi nefsindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.” (Nisa, 78-79)
Depreme gelirsek, Rabbimiz’in depremi yaratması kötü değildir. Prof. Dr. Mehmet Önal depremin yararlarını şöyle anlatıyor: “Depremin başlıca üç yararı vardır. Birincisi, ülkemizdeki organik olmayan madenlerin nerede ise tamamı fay hatları nedeniyle oluşmaktadır. Ülkemizin dünyada bor madeni zenginliği açısından birinci olmasını deprem fay hatlarına borçluyuz. Endüstriyel ham madde açısından ülkemiz çok zengindir. Madenlerimizi uygun bir şekilde kullanabilirsek, bunun geliri ülkenin her türlü ihtiyacını karşılayabilir. Depremin ikinci bir yararı, doğal maden sularının deprem fay hatları nedeniyle oluşmasıdır. Maden suları, içinde bulundurduğu çeşitli mineraller ve iz elementleriyle vücudumuz için yararlıdır. Depremin üçüncü bir faydası ise ülkemizin içilecek kaynak suları ve ılıcalar açısından zengin olmasının nedeni de benzer şekilde deprem fay hatlarıdır.” Kötülük, depremin olacağı fay hattında gerekli tedbirler alınmadan oturuma izin verilmesindedir. Haddizatında zahiren “kötü” gözüken hadiseler neden dünyada var? https://www.dunyabizim.com/kotuluk-problemi-nedir-dunyada-neden-bircok-kotuluk-var-makale,2760.html makalemi okuyabilirsiniz.
Tedbir alma/aldırma mevkiinde olanların, depremi kadere bağlamaları doğru mu? –Haşa- gelen zarardan dolayı zımnen Rabbimiz’i suçlamış olmuyorlar mı?
“Kadere iman” ile “kaderciliğe iman”ı ya da bir başka ifadeyle “kadere imanı istismarı” ayırmak lazım. Tarihsel olarak kötülükleri işleyenler, durumdan kendileri sorumlu oldukları hâlde, sorumluluktan kurtulabilmek için ne yazık ki “kaderci” diyebileceğimiz bir tavırla kader konusunu istismar edebilmiştir. Bu konuda bazı örnekleri sıralayabiliriz.
“Şirk koşanlar dediler ki: ‘Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’… (Nahl, 35)” ayetinden görüleceği üzere, müşrikler şirk hallerini ilahi takdire bağlamıştır.
Hz. Ömer döneminde, hırsızlık yapan biri bunu Allah’ın takdiriyle yaptığını söyleyince, Hz. Ömer bu adama hırsızlığın cezasına ek olarak Allah’a iftira ettiğinden dolayı da ceza uygulamıştır.
Abdullah b. Ömer’e, bazı toplulukların içki içtiği, hırsızlık yaptığı, adam öldürdüğü, sonra da Allah’ın ilminde bulunduğundan dolayı bu günahları yapmak zorunda olduklarını söyledikleri haber verilince, Hz. Abdullah’ın öfkelenerek şöyle dediği rivayet edilir: “Yüce Allah’ı tenzih ederim! Onların o işleri yapacakları Allah’ın ilminde vardı, ama Allah’ın ilmi onları bu işleri yapmaya zorlamadı.”
Bazı halifeler, hilafetin kendilerinde bulunmasını Allah’ın bir takdiri olarak belirterek, “Allah’a itaatsizlik etmeyin” mesajını vermiştir. Yezid’in halka konuşmasını hatırlayalım: “Boşuna uğraşmayın, Allah bizi istiyor. Eğer Allah bir işi beğenmezse, onu değiştirir.”
İbn-i Ziyad, Ehl-i Beytin kesik başını Hz. Zeynep’in önüne atarken, “Gördün mü? Allah Ehl-i Beytine ne yaptı?” diye alay etmiştir.
Hasan-ı Basrî, bazılarının kendisine “Bu hükümdarlar insanları öldürüp mallarını alıyorlar, şöyle şöyle şeyler yapıyorlar, sonra da ‘İşlerimiz Allah’ın takdiri ile oluyor’ diyorlar’” sözüne, “Allah’ın düşmanları yalan söylüyor” diyerek tepki göstermiştir.
Ne yazık ki aynı “hatadan sıyrılmacı” anlayış, farklı biçimlerde günümüzde de devam etmektedir. Hatırlanacağı üzere, 1990 yılı hac mevsiminde Mekke’deki Mina tünelinde binlerce hacı vefat etmiş, dönemin idarecisi tarafından bu durum “Allah’ın takdiri” olarak değerlendirilmiştir. Allah’ın takdiri olduğunda şüphe yoktur, ancak yöneticileri sorumluluktan kurtarmak adına dikkatleri Allah’ın takdirine yöneltmek, dini istismar değil midir?
İlkel teknolojiyle çalışan bir maden ocağı göçüğü altında kalarak ölen insanların yakınlarına, tedbir almakla yükümlü yetkililerin “Cenab-ı Allah’ın takdiri böyle imiş, ne yapalım? Allah sabır versin.” diyerek teselli vermesi ne derece doğrudur?
Haricilerin “Hüküm ancak Allah’ındır.” demesini, Hz. Ali “Söz, hak bir söz, fakat bununla batıl murat ediliyor.” şeklinde yorumlamıştır. Kaderciliğe sığınanların durumu buna benziyor. Sözleri doğru, ancak bâtıl bir amaç yolunda kullanıyorlar. Kötülüğün yaratılması değil, kötülüğün işlenmesi kötülük olduğundan, kötülüğe sebep olanlar, sorumluluklarını yerine getirmemeleri nedeniyle sorgulanmalı ve işlenen kötülükler karşılıksız kalmamalıdır.
Bazı işlerin doğasında tehlike yok mu? Ölmek de yapılan işin doğal bir sonucu olarak görülemez mi?
Elbette… Sürekli tırıyla yollarda yük taşıyan bir şoförün, köydeki evinde yaşayan bir teyzeye göre trafik kazası geçirme ihtimali daha yüksektir. Maden ocağında yaşayan birinin, masa başında çalışan bir memura göre daha riskli ve tehlikeli bir işle uğraştığı açıktır. Bu işin doğru tarafı… Ancak bir de yanlış tarafı var ki evrensel olarak belirlenmiş tedbir kurallarının gereğinin yerine getirilmemesi sonucu işçilerin yaşadığı bir kaza ile vefat etmeleri durumunda, “işin doğasından” değil, “alınmayan güvenlik tedbirlerinden” dolayı vefat etmiş oluyorlar.
Bazıları “kaderi” öne çıkarırken, bazıları da “kader-kısmet yoktur” diyorlar…
Aslında konunun arka planında bir âfet sonrasında tedbirlerin yeteri miktarda alınıp alınmadığına yönelik siyasi tartışma yatıyor. Hakikaten, öyle bir âfet olur ki, siz ne kadar tedbir alırsanız alın, zararını önlemeye muvaffak olamazsınız. Bir ülkede âfet olduğunda, siyasi fanatiklerin bir kısmı siyaseten iktidar zarar görmesin diye “âfetin büyüklüğü o kadar büyük ki, bir şey yapılamazdı, bu kader” diyerek “kaderciliğe” sığınırken, siyasi fanatiklerin diğer kısmı da iktidar zarar görsün diye “tedbir almazsanız, böyle olur” diyerek “tedbirciliğe/cüz’i iradeciliğe” sığınmaktadır. Dini terminoloji devreye girince, ne yazık ki dinen tehlikeli sulara girilmektedir. Bir taraf, kaderi istismar, diğer taraf kaderi inkâr boyutuna gelebilmektedir. Âdeta tarihteki Cebriyye ve Mutezile mezheplerinin bağlıları gibi hareket ediyorlar. “Kadercilik” ile “insan kendi kaderini kendisi belirler” uç inanışları/yanlış inanışları arasında gidip geliyorlar.
Bir âfette gerçekten de yapılacak bir şey olmadığından ya da tedbirsizlikten dolayı büyük bir zarar olabilir, mühim olan bu değerlendirmeyi hiçbir garaz olmadan vicdani olarak yapabilmektir.
Bazıları tedbiri önemsemeyip, “Kaderde ölüm varsa, yapacak fazla da bir şey yok.” derken, bazıları da tevekkülü önemsemeyip “Tedbir olunca kurtulma kesinlikle olur.” diyorlar.
Ebû Huzame, Peygamberimiz’e “Ey Allâh’ın Resûlü, okunuyoruz, ilaçla tedâvi oluyoruz ve korktuğumuz şeylerden korunmak için tedbir alıyoruz. Bütün bunlar, Allâh’ın kaderini bizden çevirir mi?” sorusunu yöneltmiş, Peygamber Efendimiz de “Bunlar da Allâh’ın kaderidir.” buyurmuştur.
Şam’a doğru yola çıkan Hz. Ömer’i Şam Valisi Ebû Ubeyde b. Cerrâh, bir konak yerinde karşılamış ve Şam’da veba hastalığı olduğunu haber vermiştir. Bunun üzerine, Hz. Ömer, ashâbın ileri gelenleriyle konuyu istişare etmiş ve geri dönmeye karar vermiştir. Ancak Ebû Ubeyde “Ey Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” şeklinde itiraz etmiş, Hz. Ömer de “Evet, ey Ebâ Ubeyde, ben Allah’ın bir kaderinden yine Allah’ın diğer bir kaderine kaçıyorum” şeklinde karşılık vermiştir. Bu açıdan, bize düşen elimizden geldiğince sebepler çerçevesinde tedbiri almaktır.
Medineli Yahudilerden biri Efendimiz’e elinde bir parça ekmek ile gelir. Ekmeği göstererek sorar: “Ey Muhammed! Bu benim rızkım mıdır?” Tuzak bellidir. Hz. Muhammed (sav) “Evet” derse, ekmeği yemeyip atacak… “Hayır” derse, bu defa yiyecek ve O’nu yalancı durumuna düşürmeye çalışacaktır. Efendimiz şu hikmetli cevabı verir: “Eğer yersen rızkındır!” Kaderimizde ne olacağı bellidir, ancak biz kaderimizde ne yazıldığını bilmediğimizden, “elimizden geldiğince” gayret etmekle yükümlüyüz.
Şunu da unutmamalı ki siz elinizden geleni yaparsınız, ancak takdir, Allah’ındır. Bu açıdan, dua ve tevekkül mü’mine düşen diğer bir görevdir. Lidya Kralı Krezüs (Kroisos) bir rüya görür. Oğlu Atys ucu demir bir kargıyla vurulmaktadır. İlk olarak, Lidya ordularına komuta eden oğlunu bu görevden alıp bir kızla nişanlar. Savaşta kullanılan kargı benzeri ne kadar silah varsa toplatıp depolara yığdırır. Bu arada, Sardes’e Adrastos isimli ülkesinden kovulan bir Frigyalı bir adam gelip, Krezüs’e sığınır. O sıralarda Olympos Dağı (Kaz Dağları) civarında ortaya çıkan bir yaban domuzu ile köylüler başa çıkamaz ve Krezüs’ten destek isterler. Krezüs, Adrastos ve bir grup Lidyalı’yı göndermeye karar verince, oğlu Atys babasından kendisini de göndermesini ister, korkmasına gerek olmadığını, avlayacaklarının bir domuz olduğunu, aksi takdirde Lidyalıların onu hor göreceğini söyler. Bunun üzerine, Krezüs oğlunu Adrastos’a emanet ederek ava gönderir. Grup, yaban domuzunu sıkıştırır ve herkes mızrağını domuza fırlatır. Fakat, Adrastos'un mızrağı domuzu ıskalayıp Atys’e isabet eder ve rüya gerçek olur, Atys ucu demir bir kargı ile ölür.
Depremde ölen bir kişinin kaderinde o saatte kesinlikle ölmek var mıdır? Yani, deprem olmasaydı, o kişi kalp krizi gibi başka bir nedenle yine ölecek miydi?
Bu konuda bir sokak röportajı yapsak, herhalde çoğunluk öleceğini belirtirdi. Bu yaklaşım, doğru bir kader anlayışını yansıtmaz, bu görüş, Cebriyye -kaderci anlayış da diyebiliriz- mezhebinin görüşüdür. Cebriyye sebebe ayrı, sonuca ayrı bir kader tasavvur etmiştir; bir başka deyişle, sebep ne olursa olsun aynı sonucun olacağını düşünen ve cüz’i iradeyi yok sayan bir kader anlayışına sahiptir. Buna karşılık, “deprem olmasaydı, ölmeyecekti” yaklaşımı da doğru bir kader anlayışını yansıtmaz, bu görüş de, Mutezile -cüz’i iradeci anlayış da diyebiliriz- mezhebinin görüşüdür. Mutezile kaderi inkâr etmiş ve kaderi yok sayan bir cüz’i irade anlayışına sahip olmuştur. Bu anlayışa göre sebep yoksa, sonuç da yoktur. Halbûki, Ehl-i Sünnet anlayışına göre, kaderde belirlenmiş sonuç belirli bir sebeple birlikte takdir edilmiştir: Deprem (sebep) olmasaydı, ölecekti veya ölmeyecekti biçiminde (sonuç hakkında) hüküm vermemiz doğru değil, varsayım üzerine hüküm verilmez, takdir Rabbimiz’indir.
“Deprem kaderdir, depremde ölmek kader değildir” diyenler, aslında “depremden kaçınmak mümkün değil, ama alınacak tedbirlerle binalar enkaza dönüşmeyebilir, ölünmeyebilir” demek istemiyorlar mı?
Kesinlikle öyle… En başta Mevlânâ’nın hikâyesini o nedenle zikrettim. Aynı kavramla, fakat birbirinden farklı düzlemlerde konuşuluyor. Modern inançlılar (inançsızları muhatap almıyorum) “Depremde ölenler kaderden ölmediler.” deyince, kader imani bir konu olduğu için geleneksel dindarlar “Her şey kader iledir, kaderi inkâr mı ediyorsunuz?” diyorlar. Geleneksel dindarlar “Her şey kader, deprem de, deprem de ölmek de kader” deyince de modern inançlılar “Sorumlulardan hesap sormayı kader diyerek engelliyorsunuz” diyorlar. Sağırlar diyaloğu burada başlamış oluyor.
Birbirinden farklı düzlemlerde yapılması gereken değerlendirmeleri birbirine karıştırmamak lazım. Fakir bir ailede dünyaya gelmiş birinin bundan dolayı Allah’a isyan etmesi, ilahi takdire itiraz etmesi bir müminin yapabileceği bir davranış değildir. Ancak, buradan hareketle fakirliği bir toplumsal düzen olarak dayatan adaletsiz ekonomik sisteme itiraz edilmemesinin istenmesi de kabul edilemez. İslâm dini elbetteki afyon değildir, ancak adaletsiz beşeri sisteme itiraz edilmemesi gerektiğini savunanlar varsa onu afyonlaştırıyor demektir. Allah’a teslimiyet ayrı paradigmanın konusu, adaletsiz sisteme itiraz ayrı paradigmanın konusudur. Benzer bir tartışma şükür konusunda yaşanmaktadır. Bir işçi zam istediğinde, “niye şükürsüzlük yapıyorsun?” denirse, paradigmalar karıştırılmış olur. Şükür Allah’adır, maaş ne kadar düşük olursa olsun, Allah’a şükürsüzlük edilemez. Ancak, işverenle maaş konusunda mücadele etmek de şükürsüzlük değildir, hakkını alabilme mücadelesidir.
Bu açıdan, kader, şükür gibi manevi kavramları insanlar arası mücadelenin kavramlarına dönüştürmemek gerekiyor. Yeteri kadar tedbir alındığını düşünenler “Yapılacak bir şey yoktu, bu kader” demek yerine “Âfet çok büyüktü, yapılabilecek bir şey yoktu ne yazık ki!” desinler. Yeteri kadar tedbir alındığını düşünmeyenler de “Bu kader değil!” demek yerine “Daha fazla tedbir alınabilirdi, sorumlular hesap versin!” desinler. Kaderi, bu çatışmanın nesnesi olmaktan çıkarmak gerekiyor.
Kader ve cüz’i irade arasındaki dengeyi kurabilmenin nasıl bir faydası olabilir?
Kader ve cüz’i irade, bir mü’mini tekâmül istikametinde uçuran iki kanat gibidir. Fiiller de dâhil olmak üzere her şeyi yaratanın Cenâb-ı Hakk olduğunu idrak eden bir mü’min, yaptığı işlerin sorumluluğu konusunda şüpheye düştüğünde, cüz’i irade, “sen yaptıklarından sorumlusun!” ikazını yapar.
Diğer yandan, “madem cüz’i iradem var, o hâlde yaptığım bütün hayırlı işler ve iyilikler benden kaynaklanıyor” gibi bir gurura kapıldığında ise bu defa kader ikazını yapar: “Hakiki anlamda yapan da, yaratan da O’dur, haddini bilmelisin.”
Kaderi asansöre, yukarı ve aşağı gitmeyi de cennete ve cehenneme gitmeye benzettiğimizde, asansörün düğmesine basmak da cüz’i irademizi temsil edecektir. Asansör sahibi dilerse, bizi düğmeye basmadan da 10. kata çıkarabilir, ancak düğmeye basmamızı istemekte ve yukarı çıkmaya “basit bir şart” yapmaktadır. Ancak, 10. kat düğmesine basmamız ve yukarı çıkmayı başarmamız hâlinde, bu başarıyı kendi kudretimizden değil, Rabbimiz’in kudretinden bilmemiz gerekmektedir. Zira böylesine hayırlı bir işte bizim hissemiz sadece bir düğmeye basmak kadardır. Diğer yandan, inmemizin iyi olmayacağı-2. katı tercih ettiğimizi düşünelim. Bu durumda, aşağıya inen kişinin “benim suçum yok, beni aşağı indiren asansördür” demesi doğru olmayacak, cüz’i iradenin kötü yönde kullanılması, kişiyi fiillerinden sorumlu hâle getirecektir.
Olması gereken bu bakış açısı, bizim toplumumuzda minarenin kuyu olması gibi tersine çevriliyor. İyi bir şey olduğunda, “bunu ben yaptım, biz (grup, topluluk…) yaptık” denirken, kötü bir şey olduğunda, “takdir-i ilâhi böyleymiş” deniyor.
Âfet ve musibetler sonrası kadere imanın nasıl bir faydası vardır?
Özellikle insan yaşamında önem arz eden dönüm noktalarında, insanların beklenmedik tepkileri verdiklerini görüyoruz. “Sınavı kazanamayan genç yaşamına kıydı”, “İflas eden iş adamı intihar etti” gibi haberlere medya organlarında sık sık rastlamak mümkün. İstenmeyen bu olayların temelinde, “kaderin hükmüne teslim olamamak” yatmaktadır. Halbûki, “Kadere iman eden, kederden emin olur (Men âmene bil-kader emine mine´l-keder).” Kader, zahiren olumsuz gözüken durumlarda, hayata sarılabilmeyi ve umut içinde olabilmeyi sağlar. Depremde, canını kurtarabilmiş, ancak eşini, çocuklarını, evini kaybetmiş bir depremzedeyi düşünün. Kadere teslimiyeti gönülden hissederek, yakınlarının çektiği acıların ahirette rahmet olarak karşılarına çıkacağını düşünerek teselli olacaktır. Dünyadaki acılar, “tek dünyalılar” için çok acıdır, telafisi yoktur. Ancak “iki dünyalı” olanlar için âhirette korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Sezai Karakoç’un mânâ yüklü mısraları yolumuzu aydınlatıyor:
“Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”
İnşallah, bu musibet hepimizin daha güzel bir insan olma gerekliliğini idrak etmemize ve maddi-manevi zorluklardan kolaylıklara çıkmamıza vesile olur.
Kader ve deprem ilişkine dair okuduğum en güzel yazıydı. Yazarın eline ve kalemine sağlık.