Allah Subhanehû ve Teâlâ insanı kendisine kulluk için yaratmış ve hayat sermayesini bu kulluk için kullanmasını emretmiştir. Bir Müslüman İslâm davasından uzak olursa hayatın anlamını, yaratılış gayesini idrak edemez ve bireysel olarak dini yaşadığını zanneder. Hâlbuki İslâm davası taşınmadan din kâmil manada yaşanamaz. Davetsiz insan, kulluğu idrak edemez. Davetsiz hayat gayesiz, amaçsız bir hayattır. En önemli farz terk edilirse kişi bunun hesabını Allah’a veremez. Bu durum Müslümanlar için ölüm kalım meselesidir.

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا وَدَاعِيًا إِلَى اللَّهِ بِإِذْنِهِ وَسِرَاجًا مُّنِيرًا

“Ey Nebi! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve de kendi izniyle Allah’a bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.”[1]

Ben bu makalemde İslâm’ın emin bir bekçisi olan dava adamlarının bazı özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Dava adamı yalnızca Allah’a davet eden adamdır. Bu dava Allah’ın davasıdır.  Bu yüzden bu davayı taşıyan her dava adamı Allah’a yani İslâm’a davet etmelidir. Çünkü tüm mahlûkatı kendisine davet eden âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah’tan başkasına davet zulümdür, haktan uzaklaşmadır. Kendisine davet edilmeye layık olan yalnızca Allah’tır. Bunun için her kim kendisine, cemaatine, partisine, milliyetine, çokluğa, paraya, makama vb. herhangi bir şeye davet ederse bu sapmadır, batıldır, Allah’a davetin terk edilmesidir. Dava adamı yalnızca Allah’a davet etmeli ve O’nun vahyini tebliğ etmelidir. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır

وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ 

“Salih amel işleyen, Allah’a davet eden ve ben Müslümanım diyenden kim daha güzel sözlü olabilir?”[2]

Dava adamı fedakârdır. Dava adamı bu davanın kendisinden fedakârlık istediğini bilir ve her türlü fedakârlığa kendini hazırlar. En büyük fedakârlık bu dava uğrunda şahit olmak, şehit gibi yaşamak ve bu yolda şahadet şerbetini içmektir. Bu yolda rahat olmayan bir anlayış ile davasını taşır. Koşar, yorulur, terler ama asla dava için fedakârlık yapmaktan vazgeçmez. Bu dava onun için tüm sevdiklerinden daha değerlidir. Bu yüzden davası için her türlü fedakârlığı yapar. Zaman zaman diğer sevdikleri ile davası arasında tercih yapmak zorunda kalırsa, tercihlerde sürekli davet lehine tercihte bulunur. Daveti başarılı olduğunda sevinçten, büyük felaketleri gördüğünde ise üzüntüden bu dava için gözyaşı döker. Dava adamı ahirette rahat etmeyi umduğu için dünya hayatında rahat etmeyen, rehavete kapılmayan bir hayat tarzını ilke edinir.

Hind bin Ebî Hâle RadiyAllahu Anh diyor ki: “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem (ümmeti hakkında) devamlı üzüntülü ve sürekli düşünceliydi. Hiçbir zaman rahat içinde değildi. Çoğu zaman susardı. Gereksiz yere konuşmazdı.”[3]

Dava adamı davetine tevhitten başlar. Davet tüm nebi ve rasullerin göreviydi. Tüm nebi ve rasuller davetlerine hep tevhidi anlatarak başlamışlardı. Tevhidi bilmeyen, Rabbini tanımayan, niçin geldiğini, nereye gideceğini, yaratılış gayesini anlamamış insanların İslâm’a girmesi, girse dahi tam teslim olmaları mümkün değildir. Bu yüzden davete namazdan, ahlaktan, Kur’an okumaktan, Sünnetlere uymaktan başlamak örnek davetçi nebi ve rasullerin sünnetine terstir, hatadır. Allah Rasulü sadece Allah vardır demiyor, Allah'tan başka ilah yoktur ve ben Allah'ın dışındaki tüm ilahlara ve onlara tabi olanlara düşmanım, gelin tek ilah olan Allah’a iman edin, kendinizi kurtarın, kardeş olalım, diyordu.

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ إِلَّا نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُونِ 

“Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Benden başka ilah yoktur, Bana ibadet edin, diye vahyettik.”[4]

Dava adamı Allah’ın yardımının davasına sarılmakla geleceğine iman eder. Allah’ın yardımı bizim olmazsa olmazımızdır. Eğer Allah bize yardım etmezse dava adamı olmak bir yana Müslüman olabilmemiz ve kalabilmemiz bile mümkün değildir. Çünkü insanoğlu eksik, aciz ve sınırlıdır. Bu yüzden her şeyde insanoğlu âlemlerin Rabbi olan Allah’a muhtaçtır. O’nun yardımı bizim en büyük gücümüzdür. Eğer biz Allah’a yani dinine yardım edersek Allah da bize yardım edeceğini ve ayaklarımızı dini üzerinde sabit kılacağını vadetti. Eğer dine yardım etmez dava adamı olamazsak Allah’ın bize yardım sözü yoktur. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ 

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı dini üzerinde sabit kılar.”[5]

Dava adamı Allah’ın dinine şer’î ölçülere göre yardım eden adamdır. Allah’ın dinine öyle yardım etmeliyiz ki hem niyetimiz sadece ve sadece Allah’ı razı etmek üzere ihlaslı olmalı hem de şer’î hükümlere uygun şekilde hareket etmeliyiz. Bir kişi bu yolda ihlaslı değilse ne yaparsa yapsın tüm amelleri boştur veya yine bir kişi bu yolda ne kadar samimi olursa olsun eğer şer’î hükümlere uymaz ise o kişi dava adamı değildir. Allah ona yardım etmez ve o kişinin ayakları din üzerinde sabit kalamaz. Her kim İslâmi hayatı başlatma yolunda İslâm’a bağlı kalmazsa bugün değilse yarın yoldan sapacak, davaya hizmet değil zarar verecektir.

قُلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللَّهِ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar, basîret üzere Allah’a davet ederiz. Ben Allah’ı tesbîh ederim ve ben müşriklerden de değilim.”[6]

Dava adamı İslâm risaletinin emanetçisi ve mirasçısıdır. İslâm kültüründe asıl olan her risaletin bir rasulünün olmasıdır. Tüm risaletler bir rasul ile taşınmış ve en son risalet Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile tüm insanlığa gönderilmiştir. O hâlde kıyamete kadar tüm insanlığa gönderilmiş İslâm risaletinin taşınma, anlatılma ve tatbik edilme sorumluluğu bu risalete iman eden tüm Müslümanların üzerine emanettir, farzdır. Bu emanet, diğer tüm emanetlerden daha kıymetli bir emanettir. Eş, çocuk, can, mal ve diğer tüm emanetler ancak İslâm davası emanetinin korunması ile korunabilir.

فَلِذَلِكَ فَادْعُ وَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَلا تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ

“İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma.”[7]

Dava adamı imkânına göre değil imanına göre hareket eden adamdır. İslâm davası tarihin birçok döneminde ve şu anda olduğu gibi zorluklar, sıkıntılar ile taşınmıştır. Geçmişte Nuh, Hud, İsa Aleyhimu’s Selam, Mekke Dönemi’nde Allah Rasulü ve Ashabı, Ashabı Uhdud, Ashabı Kehf örnekleri ve bugün Arakan, Suriye, Filistin, Türkistan gibi örneklerde olduğu gibi imkânlar yetersiz hatta yok denecek kadar az olabilir. Bu vakıalar dava adamının davasını taşımasına etki etmemelidir. Önemli olan imkânlara göre hareket etmek değil imana göre hareket etmektir. Bütün nebi, rasul ve onların yolunu takip eden ashabları imkânlarıyla değil imanlarıyla hareket ederek her zaman imkânlarının üzerinde işlere Allah’ın izni ile muvaffak olmuşlardır.

Bu konuda güzel bir örnek Abdullah İbni Mektum RadiyAllahu Anh’dır. Katâde b. Enes anlatıyor: “Abdullah b. Ümmü Mektum Kadisiye’de savaşıyordu. Elinde siyah bir sancak, üzerinde çok sağlam bir zırh vardı. Savaşın şiddetlendiğini fark edince yıllardır özlemle beklediği şehadet anının yaklaştığını anladı. Çevresinde bulunan arkadaşlarına: Sancağı bana verin ben körüm, bir yere kaçamam, dedi. Sahabenin şahadeti arzuladığını anlayan komutanlar isteğini kabul edip İslâm ordusunun sancağını ona verildi. Farsların karşısına dikilerek ön saflarda savaşmaya başladı. Etraf cehennem yerinden farksızdı. Ok ve mızraklar havada uçuşuyor, nara ve feryatlar yer ve göğü inletiyordu. Başlar gövdelerden ayrılıyor, kol ve bacaklar bir taraflara uçuyordu. Sahabe bütün bunlara aldırmadan İslâm sancağını en ötelere taşımak için çırpınıyordu. Derken havada uçan oklar vücuduna saplandı, sonra kılıç darbeleri… Takvimler hicretin 15. yılını gösterirken o tarihe Kadisiye şehidi olarak not düşülüyordu.”[8] Ümmü Mektum imkânlarına göre değil imanına göre davasına gönül vermiş ve davası için imkânlarının üzerinde işler ile Rabbini razı etmiştir.

Dava adamı davasının aşığı, delisi olan adamdır. Davası onun için her şeydir. Davasını hayatın merkezine koymuştur. Davası için her şeyi yapar. Davası için yaşar ve davası için ölür. Davası için deli gibi çalışır, deliler gibi fedakârlık yapar, gayret gösterir. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaz, insanlara aldırmaz, sadece davasının hâkimiyetini düşünür. Öyle bağlıdır ki davasına insanlar onun davasına olan bağlılığını anlayamaz. Hasan Basri’nin Sahabe efendilerimiz Rıdvanullahi Aleyhim için söylediği “Siz onları görseydiniz onlar için delidir derdiniz.” sözünün manası da bunu ifade etmektedir. Sahabe efendilerimiz davalarına öyle bağlandılar ki ne kendilerinden önce ne de sonra bu yolda böyle bir nesil yetişmedi. Allahu Teâlâ daha dünyada iken onların birçoğundan razı oldu. Onlar cahilî bir hayatı insanlığın medarı iftarı bir asır olan “Asrı Saadet” yaptılar. Uğrunda delisi oldukları İslâm davetinin âleme taşınması için yeryüzünün en mübarek mescitlerini ve Allah Rasulü’nün bulunduğu toprakları bırakarak dünyanın dört bir yanına dağıldılar, yollara düştüler. Cihad meydanlarında bu dava yolunda hiç bilmedikleri topraklarda şehit oldular.

وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنْ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيم     

“Muhacirlerden ve Ensar’dan o ilkler, o önde gidenler ve bir de ihsan şuuruyla onlara tâbi olanlar var ya, Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar. Allah onlara, altlarından ırmakların çağladığı, içinde ebedî kalacakları cennetleri hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.”[9]

Dava adamı sonuca bakmayan adamdır. Dava adamı davasını taşımakla sorumludur. Sonuç onun elinde değildir. Allah’ın takdiri sonucu belirleyen faktördür. O yapması gerekeni yapar, tevekkül sahibidir. Davasının sahibinin Allah olduğunu hiç unutmaz, sahibi Allah olan bir davanın neticesi bellidir. O Allah’ın rızasıdır. Bu yüzden acele etmez, çalışmasının karşılığını gördüğünde sevinir, görmediğinde gayretlerini artırır ama asla amellerini neticeye göre şekillendirmez. Netice Allah’tandır, başarı olursa bu onun hayrınadır, başarısızlık gibi bir durum olursa bu imtihandır ve bu da onun için hayırdır. Çünkü dava adamı neticeden değil amellerinden sorumludur. Yeter ki dava adamı davasına Allah’ın istediği şekilde sarılsın.

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ 

“Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir ve O doğru yola erecekleri daha iyi bilir.”[10]

Dava adamı kendisinin değil davasının mükemmel olduğuna inanır. Dava adamının iki günü birbirine eşit olmamalıdır. Her geçen gün kendisini davet yolunda yetiştirmelidir. Ancak her şeye rağmen her zaman için mükemmel olan İslâm davasıdır, çünkü o vahiydir. Bu davaya gönül vermiş davetçi ise mükemmel değildir. O hangi aşamada olursa olsun hataları, yanlışları olan insandır. Bu yüzden mükemmel olan bir davayı taşısa da dava adamının eksiklerinin olması normaldir, doğaldır. Önemli olan dava adamının elindeki imkânları davası için kullanması ve sürekli kendini geliştirmesi, eksiklerini kapatması, bu davaya layık bir davetçi olmasıdır. Mekke’de daveti taşıyan Sahabe efendilerimiz mükemmel olmasalar da davalarına güçleri yettiğince bağlandılar ve Allah onlardan ebeden razı oldu.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir hadisi şerifte ise şöyle buyurmuştur:

“Benim sözümü işitip ezberleyen, kavrayan ve diğerlerine anlatan kulun yüzünü Allah nurlandırsın. Zira fakih olmayan nice fıkıh taşıyıcıları vardır. Yine kendisinden fakih olan kimselere fıkıh taşıyan nice kimseler vardır.”

Dava adamı, bu toplumun ancak dava ile düzeleceğine iman eden adamdır. Toplumun bu hâle gelmesinin tek nedeni İslâmi hayatın tatbik edilmemesidir. Batı’nın Müslümanlara aşıladığı “dine bağlılıktan dolayı geri kaldık”, “dinden uzaklaşarak medenileşiriz”,”Batı medenidir” gibi batıl algıları yok etmek ve gerçek kalkınmanın, kurtuluşun ancak İslâm ile olabileceğini anlatmak dava adamının en baştaki görevlerindendir. O, toplumun fikirlerini, duygularını ve nizamlarını İslâm ile değiştirmek için çalışır. Toplumun İslâm ile değişeceği konusunda asla şek ve şüphesi yoktur. Çünkü İslâm bireyi, toplumu ve devleti değiştirmek için gelmiştir. Toplumun İslâm ile değişebileceğinden şüphe etmek taşıdığı davadan şüphe etmek olacağı için toplumun tepkisi ne olursa olsun o toplumu her daim değiştirmek için İslâmi davetini taşır.

هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ 

"Dinini bütün dinlere hakim kılmak için Rasulünü hidayet ve hak dinle gönderen O’dur. Müşrikler sevmeseler bile."[11]

Dava adamı İslâmi hayatı başlatmak için çalışan cemaat ile davasını taşır. İslâm davası tek başına ferdî olarak taşınamaz. Bu hem aklen hem de şer’an doğru değildir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu daveti tek başına taşımamış, dava adamlarından bir kitle oluşturmak için Daru’l Erkam’ı kurmuş ve buradan davetini yönetmiştir. Çünkü İslâm davetini taşımak ancak bir cemaat ile mümkündür. Aklen bakıldığında ise küçük bir dükkânın işletilmesi dahi tek kişi ile çoğu kez mümkün değildir. Tüm insanlığı ilgilendiren davetin ise tek başına taşınması hem aklen hem de şer’an mümkün değildir. Bu yüzden dava adamı davasını yeryüzünün tamamına ulaştıracak, hedefi; âleme daveti taşımak olan bir kitle ile davasını taşır. Birlikten kuvvetin doğacağını, Rabbisinin ondan bu şekilde razı olacağını bilir ve cemai çalışmanın gereklerini yerine getirir.

وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[12]

Dava adamı sabreden adamdır. İslâm daveti bir ömür boyu imtihanlarla dolu olduğu için dava adamı mutlaka sabrı kuşanmalıdır. Sabredemeyen hiç kimse dava adamı olamaz, olsa bile dava adamı olarak kalamaz. Rabbimiz defalarca bizlere sabırlı olmamızı emretmiş, sabredenlerle beraber olduğunu, sabredenlerin kazanacağını, kurtulabileceğini bildirmiştir. Sabretmek sessiz kalmak, zulme rıza göstermek, bir şey yapmamak, durmak, geri çekilmek, dönmek değildir. Sabretmek her şart ve koşulda davaya bağlı kalmak, davanın hayrı için ileri gitmek, hakkı ayakta tutmaktır. Bulunduğu hâli korumak, vazgeçememek, devam etmek velhasıl davadan taviz vermemektir. İslâm düşmanlarının bu davanın yayılmasından rahatsız olduğu ilk günlerde İslâm'ın ilk şehitleri Yasir ailesine işkence edilirken Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem onları gördü ve şöyle buyurdu:

"Sabredin, ey Yasir ailesi! Sabredin, ey Yasir ailesi! Sabredin, ey Yasir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir. Sabredin, ey Yasir âilesi!" Böyle diyerek sabır tavsiyesinde bulundu onlara. Yasir ailesi sabretti, işkencelere rağmen vazgeçmedi, davalarına bağlı kaldı ve Allah onlardan razı oldu.

Dava adamı davasını ölüm kalım meselesi yapan adamdır. İmanı olanın iddiası, iddiası olanın ideali, ideali olanın davası ve davası olanın hedefleri vardır. Dava adamı da davasını hayatın merkezine koymuş, ölüm kalım meselesi yapmış adamdır. Onun en büyük hedefi davasının hâkim olması ve tüm insanlığın kurtulmasıdır. Bu yüzden Mekke müşrikleri İslâm davasını bitirmek için çocukları, babaları, köleleri ile savaştılar, örf ve âdetlerini çiğnediler, iftira attılar, işkence ettiler. Aynı şekilde Müslümanlar davaları için her şeyi göze aldılar. Anne ve babalarını karşılarına aldılar, her türlü zulme sabrettiler, gerekince yurtlarını terk ettiler, öldüler, öldürdüler ama davalarından asla vazgeçmediler. Çünkü her iki taraf da hangi dava kazanırsa diğer davanın bitecek ve yenileceğini çok iyi biliyordu. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem davasını terk etmesi için yapılan tekliflere aracılık eden amcasına şu şekilde karşılık veriyordu:

Ey Amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, gene de ben bu davadan vazgeçmem. Ya bu dava hâkim olur; ya da ben bu yolda ölürüm…

Dava adamı her fırsatta davetini taşır. Davet belirli bir zamana, belirli günlere veya insanlara hapsedilemeyecek kadar genel bir farzdır ve 7/24 her zaman taşınmalıdır. Evde, okulda, işte, sokakta, çarşıda, pazarda, meydanlarda, meclislerde, piknikte, yolculukta her an, her yerde yapılması gereken farzdır. Oturduğu meclislerdeki gayri İslâmi sohbet ortamlarını, acaba nasıl İslâmi bir sohbete çevirebilirim diye gayret sarf eder. Bu yüzden dava adamı bulduğu her fırsatta davetini taşımalı ve insanların hidayetine vesile olmalıdır. Enes RadiyAllahu Anh diyor ki:

“Bir Yahudi genç, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e hizmet ediyordu. O hastalanınca Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onu ziyaret için yanına gitti ve başucuna oturdu. Sonra ona, ‘Müslüman ol’ bu­yurdu. Genç yanında bulunan babasına baktı. Babası ‘Ebû’l Kâsım’a itaat et.’ dedi. Nitekim genç, Müslüman oldu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem dışarı çıkarken şöyle diyordu: ‘Bu genci cehennem ateşinden koruyan Allah’a hamd olsun.[13]

Dava adamı bu yolun zorluklarla dolu olduğunu bilen ve buna katlanan adamdır. Dava adamı bu zorlukların imtihan vesilesi olduğunu bilir ve bunlara tahammül gösterir. Bu zorluklar olmadan dava adamı olmanın kıymeti belli olmaz, dava adamı günahlarından arınamaz, temizlenemez. Bu yüzden bu dava için en fazla çileli hayatı yaşayanlar nebi ve rasullerdir. Bu bizden önce böyle olduğu gibi bizden sonra da böyle olacaktır. Ta ki davamızda samimi olduğumuz tespit edilene ve günahlarımızdan arınana kadar. İşte ümmetin emin bekçisi Ebû Ubeyde RadiyAllahu Anh o zamanki hallerini şöyle anlatıyor:

“Vallahi bizler, öyle zahmetli bir haldeydik ki saçları beyazlatırdı. Öyle korkunç bir sıkıntıdaydık ki sıra dağları darmadağın ederdi. İşte böylesi zorluklardan ve sıkıntılardan geçiyor, bunların akışında yüzüyorduk. O belaları sıvı olarak içiyor, katı olarak çıkarıyorduk. Burunlar üzerimize kibirle dikilip sürtülüyordu. Kalpler bize karşı kin ve nefret ile doluyordu. Dudaklar, tuzaklar ve entrikalar ile ısırılıyordu. Sabahları akşamı, akşamları da sabahı beklemiyorduk. Hayattan ümidimiz kesilmedikçe hiçbir işimiz gerçekleşmiyordu…”

Dava adamı davetin en önemli ve öncelikli farz olduğunu bilir. Davet farzı olmadan hiçbir farzın yerine getirilmesi, haramlardan uzaklaşılması mümkün değildir. Davet olmadan insanlar Allah’ı, Rasulullah’ı, Kur’an’ı tanıyamaz; namaz, zekât, oruç ve diğer farzlar anlaşılamaz, haramlardan uzaklaşılamaz. Davet olmasaydı İslâm bugünlere kadar gelemezdi. Bu yüzden dava adamı daveti tüm farzların kendisi ile tamamlandığı farz olarak bilir ve böyle davasına sarılır. Dava adamının eliyle birinin İslâm’a iman etmesi, İslâm üzere yaşaması dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

 Allah’ın senin elinle bir adamı hidayete erdirmesi, senin için üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır.”

Dava adamı bu yolda başına gelen her şeyi hayır bilir. Bu dava öyle mübarek bir davadır ki bu davayı taşıyan her dava adamının tüm hâlleri onun için hayırdır. Allah’ın bizim için takdir ettiğinin dışında hiçbir şey bizim başımıza gelmez. Dava taşımak ne eceli kısaltır ne de rızkı azaltır. Ancak bu yolda ölmek şehadet, yaralanmak gazilik, sürgün edilmek hicret, hapsedilmek ise halvet, Allah ile olmaktır. Yani bu yolda ayağımıza batacak iğneden, boynumuz vurulmasına, attığımız adımdan, söylediğimiz her kelimeye kadar her şey hakkımızda sadece hayırdır. Bu yüzden yeryüzünün en önemli, en değerli ameli ve Allah için yapabileceğimiz en kıymetli amelimiz O’nun davasını taşımaktır.

Dava adamı davetsiz toplumların helak olacağına inanır. Davet bireyin, toplumun ve devletin dünya ve ahiretteki konumunu belirleyen en önemli etkenlerdendir. Birey, cemaat, toplum ve devlet davete verdiği değere göre konumunu belirler.  Davet toplum için hayattır. Davetin olmadığı bir hayat anlamsız, değersiz, basit bir hayattır. Böyle bireyler, toplumlar ve devletler Allah’ın azabına uğramış ve helak olmuşlardır. Bu Rabbimizin Sünnetullahı’dır. Abdullah İbni Mesud RadiyAllahu Anh’dan rivayet edilmiştir, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Beni İsrail’de ilk eksiklik şöyle oldu: Bir kişi diğeriyle görüştüğünde ona ‘Ey falan! ALLAH’tan kork, yaptığın işi bırak, çünkü o iş senin için helal değildir.’ derdi. Sonra başka bir gün, o dinlemediği hâlde onunla olan ilişkileri yüzünden eskisi gibi onunla yiyip içmeye, düşüp kalkmaya devam etti. Umumi olarak böyle yapmaya başladıkları zaman (emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker terkedildiği zaman) Allahu Teâlâ itaatkârların kalbini, isyankârların kalbi gibi sertleştirdi. Sonra Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem İsrailoğullarından kâfir olanlara hem Davud’un hem de Meryem oğlu İsa’nın dili ile lanet olundu. Bunun sebebi isyan etmeleri ve hakkın sınırını aşmış olmala­rıydı. Onlar, birbirlerini yaptıkları fenalıktan alıkoymazlardı… sonra çok ısrarlı bir şekilde, ‘İyiliği emir ve kötülükten nehiy etmeye, zalimi zul­münden alıkoymaya, (onu) hakka getirmek ve hak üzere tutmak için çalışmaya devam ediniz’ diye emretti.”[14]

Dava adamı karşılığını sadece Allah’tan bekleyen adamdır. Dava adamı Rabbini razı etmenin dışında hiçbir karşılık beklemeyen adamdır. Amellerindeki tek gaye Rabbini razı etmektir. Dava adamının bunun dışında hiçbir beklentisi olamaz. Dava adamının amellerinin karşılığı cennettir. Bu dünyada yapılan amellerin cennetten daha güzel bir ücreti yoktur. Bu yüzden dava adamları cennete davet ederler, karşılığı cennet olan davaya çağırırlar.  Akabe biatlerinde Allah Rasulü Ensar’dan istediklerini istemiş sonra Ensar adına Abdullah b. Revaha söz alarak, “Yâ Rasulal­lah! Bunları söylediği­niz tarzda yaparsak bize ne var?” diye sormuş cevap olarak Allah Rasulü ise sadece “Cennet var! demiştir.

Dava adamı müjdelenmiş garip adamdır. Dava adamı insanların üzüldüklerine üzülmez, sevindiklerine ise sevinmez. Allah yolunda başına gelenleri hayır bilir, dünya nimetlerinin verilmemesinden şikâyet etmez. Hayat onun için her anı dava için harcanan nakit misali değerlidir. Davanın, davetin olmadığı hayatları kıymetsiz görür. Topluma göre değil, davasına göre hareket eder. Bu yüzden insanlar onu garip görür, garip karşılar. Amr bin Avf RadiyAllahu Anh Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Din garip başladı (yani insanlara yabancı idi.) Başlan­gıçta olduğu gibi yakında yine insanlara yabancı olacaktır. Dini yaşadıklarından dolayı garip ve tuhaf görülen Müslümanlara müjdeler olsun. Onlar, benden sonra insanların bozduğu, benim yolumu ıslah edip düzelteceklerdir.”[15]

Dava adamı insanlara değil, insanları bu hâle getiren sisteme ve günahlara düşmandır. O cennete çağıran bir davetçidir. İnsanların İslâm ile değişeceğine iman eder. Bu yüzden hikmetle, en güzel öğüt ile onları davet eder. Nefsi hareket etmez, kendisine ne yapılırsa yapılsın hikmeti elden bırakmaz. O en güzel şekilde mücadele eder.

ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel bir nasihatle davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.”[16]

Abdullah RadiyAllahu Anh diyor ki: 

Ben sanki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i görür gibi oluyorum. O bir peygamberin başına gelen olayı anlatıyordu. Kavmi onu o kadar dövmüşlerdi ki, kan revan içinde bırakmışlardı. O yüzündeki kanı siliyor ve ‘Allah’ım! Kavmimi bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar.’ diyordu. (Buna benzer bir olay Uhud Savaşı’nda bizzat Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in başına gelmişti.”[17]

Dava adamı İslâm şahsiyetine sahip örnek olan adamdır. Dava adamı her zaman davasını temsil ettiğini hatırlar, ona göre davranır. Sıradan bir insan gibi hareket edemez. Onun yaptıkları temsiliyet ifade ettiği için o her hâline aşırı dikkat eder. Amel sözlerin efendisidir, düsturu ile hareket eder. Söyledikleri kadar yaptıkları ile de örnektir. Yapmadığı şeyleri anlatmaz. O davasını yaşayarak da tebliğ eder. İnsanlar ona bakarak davasının hayrını görebilir. Her konuda örneğimiz Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem gibi davet, insanların işleri, siyaset gibi işlerle uğraşırken Allah’a kul olmaya gayretli, Kur’anla, namazla, duayla, infakla ve diğer ibadetlerle Allah’ı razı etmeye çalışır. Riyadan, kibirden, gururdan, haset, gıybet, dedikodu vb. haramlardan şiddetle uzak durur. Farzlar kadar nafilelere de önem vermeye çalışır…

Dava adamı İslâm’ın yeniden yeryüzünde hâkim olacağına iman eder.  Bu Allah’ın vaadi, Rasulü’nün müjdesi, insanlığın umududur. Nasıl bu dava dün yeryüzüne hükmetti ise bugün de aynı şekilde yeniden hükmedecektir. Bu vaadin yerine gelmesi davanın sahibi Allah’a göre çok kolaydır. Dava adamı buna inanır, bundan asla yeise düşmez, her ne yaşarsa yaşasın bunun gerçekleşeceğine olan inancı değişmez. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem kendisine eziyet edildiğinde bu duruma üzülen kızı Fatıma RadiyAllahu Anhâ’ya şöyle diyordu:

“Ey kızım ağlama! Allah senin babanı öyle bir dava ile gönderdi ki; kerpiçten ya da kıldan yapılmış ne kadar ev varsa onun sebebiyle ya aziz olacak ya da zelil!”[18]

İslâm davasını yüklenmek, bu dava ile dertlenmek yeryüzünün en büyük nimetidir. Yeryüzünün tamamını değiştirmek isteyen bir dava adamının hedefleri, idealleri her zaman büyüktür. Amelleri bu hedefi gerçekleştirecek düzeyde olmalıdır. İnsanların tamamı Allah'a ve Rasulü’ne iman etsin diye bu davayı taşıyanlar korkaklık gösteremez, tembel olamaz, cimrilikten uzak durur, ciddi ve fedakârdırlar. Bu yolda mücadele eden dava adamları İslâm’a tam bir bağlılık ile bağlanır ve onun için yaşarlar.

Her kim de bu davanın gereklerini hakkıyla yerine getirmezse, önceliğini başka işlere vermişse, şüphesiz dünya onun için sıkıntılı bir hâl alacak, daralacak, kendisini saçma mazeretler ile aldatacak, dünyanın geçici menfaatinin esiri olacak, kısır bir döngüde dönüp duracaktır. Dava adamı olmayanlar ise nefislerinin, şeytanın ve tağuti sistemlerin kurbanı olmaya, dünya nimetlerine bağlanmaya, boş ve faydasız işlerin peşinden koşmaya mahkûmdurlar.

Son olarak şunu söyleyebiliriz ki dava adamı demek, düşüncelerinde, amellerinde, insanlarla ilişkilerinde, yönetimde kısaca hayatın her alanında Allah’a kul olmaya çalışan adamdır. Ya İslâm davamız ile var olacağız hem dünyada hem de ahirette kurtulacağız ya da bu davadan uzak bir hayat ile yok olup gideceğiz. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır.

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ

Sizler, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma’rufu emreder, münkerden nehy eder ve Allah’a iman edersiniz.”[19]

Musa Bayoğlu

Kaynak: Köklü Değişim dergisi

Dipnot:


[1] Ahzab Suresi 45-46

[2] Fussilet Suresi 33

[3] Tirmizi

[4] Enbiya Suresi 25

[5] Muhammed Suresi 7

[6] Yusuf Suresi 108

[7] Şura Suresi 15

[8] Müsned, Zehebî, İbn Cevzi

[9] Tevbe Suresi 100

[10] Kasas Suresi 56

[11] Tevbe Suresi 33

[12] Ali İmran Suresi 104

[13] Buhari

[14] Ebu Davud

[15] Tirmizi

[16] Nahl Suresi 125

[17] Buhari

[18] Ahmed

[19] Ali İmraSuresi 110