Geçen asrın içinde, tastamam hemen başında, bir masal hakikati gibidir her şey. Masalda hakikat aranmaz, lakin babasının uzandığı kanepede, onun ömrünce hep aynı yeşil kaplı kitabı okuduğunu gören küçük bir kız çocuğu, içinde biriken bitimsiz bir arzuyla, ilerleyen zaman içinde babasının elinden düşürmediği kitabı okumaktan gayrı bir şey düşünmeyecektir. Öyle de olur, büyür ve fakat o meşhur yeşil kaplı kitabı anlayamaz, zira kitap Arapça’dır. Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin ‘Fususü’l-Hikem’ini anlaması, geniş coğrafyada geçen olayları kavraması uzun zaman alacaktır. Hani bu bir tarafa, çocukluğunun unutulmazları arasında yer alan, evdeki meşguliyetlerin en güzeli saydığı, annesinin (Hayriye Hanım) öncülüğünde hanımlar arasındaki mektuplaşma faslı pek ilginç gelecektir ona. Zira mektuplar çiçeklerin diliyle yazılmaktadır. Yani haremde okumayı yazmayı bilen kimsecikler yok o vakit. Oysa çiçekler vardır ve her çiçeğin, her yaprağın farklı anlamlarla yüklü olduğunu daha o yaşlarda öğrenecektir.

Küçük bir kızın Mimi lakabıyla hayallerini, büyüdükten sonra ise Münevver Ayaşlı ismiyle matuf eserlerini derinliğine okumakla enikonu tarih ve anılar yumağı içinde, var ki üç-beş gün hastalıklı gezmiş idim. Bu hastalığımın kökünde, sular seller gibi okumakla iktifa etmeyip bahusus çeşitli kaynaklara da dadanınca mesele daha bir çetrefilli durum almış oldu hâliyle. Oysa Münevver Ayaşlı hanımefendinin müşkülatları arasında pek cılız sesiyle mırıldandığı gazetecilik mesleği de olmasa Osmanlı sonrası, Cumhuriyet öncesi yavan, hırpanî gerçekleri zinhar öğrenemeyecektim.

Lakin öncesinde Selanik limanına demirleyen gemilerin direklerinde dalgalanan rengârenk bayrakları; yeşil, yemyeşil çayırlarıyla Manastır’ı; Evlâd-ı Fatihan’dan payını kapmış şirin Menlik’i, Avrupa-i Osmanî’nin hayat bulduğu Rumeli toprakları olarak anmak ziyadesiyle kâfidir. Selanikli olmasına Selaniklidir ve fakat bilinen anlamın dışında, halkın doğrudan anladığı gibi ‘dönme’ değil, kelimenin bütünüyle Türk’tür hanımefendi. Bu vurgunun evveliyatında Yahudi olmanın Osmanlı mevsiminde taşıdığı epeyce olumsuz vakaların etkisi olduğu kesinkestir. Bununla birlikte, çocukluğunun, ilk gençliğinin komşulukları arasında gayrimüslimlerin varlığını, teşkilatçılıklarını, tüccar olarak disiplinlerini ve Osmanlı’nın çaptan düşmüş fotoğrafına ateş etmek için sırada beklediklerini zaman içinde bilecek, anlayacak, öğrenecektir.

Üç padişah, dört sadrazam, sekiz cumhurbaşkanı, yirmidört başbakan

Osmanlı’nın son dönem suretine dair esaslı eserler veren Münevver Ayaşlı hanımefendi, bu eserlerinde Osmanlı mevsiminin vakur ve cerbezeli tarafıyla pek ilgilenmiş, Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde eğitimini tamamlamış olmasına rağmen asla kuru payandacılık veya pek silik haliyle çığırtkanlıklar yapmamıştır Avrupa’ya dair. Burası önemli bir noktadır aslında. Zira, Osmanlı’nın büsbütün sözümona modern dünyadan dışlandığı, toprağının mümkünse cihatçı ruhuyla birlikte Asya steplerinde görülmesinin özlendiği bir devirde, siyaset ve ihtişam arasında açıkça tercihte bulunan Ayaşlı, babasının mesleğinden dolayı (Miralay Cafer Tayyar Bey) yakın ve uzak anıların duru bir peyzaj, belki de unutulmuş natürmort sadeliğince yaşadığı toprakla birlikte öz ve öz dar’ül hilafetin âşığıdır. Zira ittihatçıların zorbalıkları elinde binbir gaile arasında memleketin topyekûn selametine adadığı ömrü ile Ulu Hakan’ı derdest etmek için kurulan binbir kumpasın berhava olması yolunda dudakları kıpır kıpır hep dualar etmektedir yaşlı gözlerle. ‘Çünkü padişahımız efendimizi çok seviyordum’ der anılarında.

Anılar yumağı halinde, bir imparatorluğun son dönemlerine şahitlik yapmak belki bir şanstır onun için. Şanstır, zira bu sayede Rumeli topraklarında başlayan büyük harplerin neticesinde ortaya çıkan manzara karşısında İttihat ve Terakki hırsının koskoca imparatorluğu sürüklediği noktaya yakından nazar edecektir. Bununla birlikte aile, akraba ve çevre etrafında bir teselli arayarak yüzlerce ismin, binlerce çehrenin albümünü ortaya koyacaktır. Cumhuriyet sonrasında kaleme aldığı ‘Dersaadet’, ‘İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim’, ‘Teşrinisani ve Ötesi’, ‘Pertev Bey, Üç Kızı, İki Kızı, Torunları’, ‘Vaniköyü’nde Fazıl Paşa Yalısı’, ‘Edep Yahu’, ‘Rumeli ve Muhteşem İstanbul’, ‘Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru’ isimli eserlerinde muazzam bir hafızanın fotoğrafını görmek, doğrusu büsbütün şaşırtıverir insanı. Bütün bu eserlerde yazılanlar, görsel hafızanın ne denli geniş alanlara yayılabildiğini göstermesi bakımından da önem taşımaktadır. Zira Münevver Ayaşlı hanımefendinin bir asra yaklaşan ömrü müddetince, toplam üç padişah, dört sadrazam; Cumhuriyet devrindeyse sekiz cumhurbaşkanı, yirmidört başbakan ile birlikte binlerce çehre, tanıdık ve hatıra arasında duran çok naif tabiatını doğrusu sarahatle önümüze serivermiştir.

Geçmişin aynasında duran kendi gerçeğimizle yüzleşebilme cesaretini gösterdi

Bütün bu binlerce çehre ve anıların dışında, hanımefendi, büyük bir incelik ve mümkün olabilecek ayrıntılarıyla bahçeleri, sahilleri, sarayları, sahabe kabirlerini, konakları, yatırları, izbe selamet köşeleri ve yalıları da yazarak bir kültür hazinesinin gönüllü sahipliğini üstlenmiştir. Beşir Ayvazoğlu, bu hâliyle hanımefendiyi, “Koskoca bir imparatorluğun gürül gürül çöküşüne, yeni bir devlet doğarken bir kültürün, bir hayat tarzının, bir estetiğin, bir terbiyenin de yok oluşuna, her anını derinden yaşayarak, şahit olmuş son Osmanlılardan biri.” olarak nitelendirir. Çünkü Münevver Hanımefendi artık ‘haminne’dir ve dönemin kalburüstü sanat ve edebiyat adamlarıyla yakînen, aynı toplantılara katılmaktadır. Bilhassa edebiyata ve plastik sanatlara alakası, ilk gençlik yıllarından Teşvikiye’deki apartman dairesine yerleşene kadar önemli dostlar kazanmıştır ona. Kimler yoktur ki bu yakın dostlar arasında; Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Halide Edip’ten Yusuf Ziya’ya, Asaf Halet’ten Abdülhak Hamid’e, Burhan Toprak’tan İsmail Hami’ye, Namık İsmail’den, Midhat Cemal’e, Şükûfe Nihal’den Faruk Nâfiz’e, Peyami Safa’dan Mösyö Massigno’ya ve Albert Gabriel’e kadar birçok şair, yazar ve ressam bulunmaktadır.

Münevver Ayaşlı Hanımefendi bu fotoğraflarda sadece dönemin topografyasından müteşekkil varsıl ve yoksul çevreyi, hadiseleri, insanları anlatmakla yetinmez. Tarihi, dönemin şartları içerisinde değerlendirmenin getirdiği zorlukları bildiğini okura hissettirir ve geniş çerçeveden yorumlara girişir. Bu yorumları çoğu zaman bir hikâye tadında yazmak, birkaç kuşak ve de umur görüp geçirmiş Münevver Hanımefendi için ağrılı ve sancılı bir hayatın meyveleri olarak her mevsim kurutulup saklanmak üzere tasarlanmış bir uğraştır. Zira onun hatıra türünde ısrar edişinin nedenleri arasında devlet erkânının yazma hususunda tümden uzak duruşunun payı vardır. Oysa yazmak, sadece anılar yumağını lif lif ederek sırası gelince avunmak değil, bilakis geçmişin aynasında duran kendi gerçeğimizle yüzleşebilme cesaretini gösterebilmektir. Az evvel zikredilen eserleri arasında uzun müddet hemhal olanlar da bilir ki Münevver Hanım, sadece Batı cephesiyle Doğu’yu teşrih masasına yatırmaya meyyal bir müsteşrik ruhundan fersah fersah uzak, hâlihazırda yakınında bulunduğu Osmanlı mevsiminden geriye kalan vasıflı, seçkin ailelerin ve hanedan mensuplarının yanında bulunarak bir sızının ortağı olduğunu göstermekle müthiş bir diğerkâmlık sergilemiştir.

Anılar arasında doksan üç yıllık bir çınar olarak binlerce çehreyi sayfalara taşıyan ve 20 Ağustos 1999’da vefat eden Münevver Hanım, asaletin dikte ettiği vakar ve gururla, bir Osmanlı hanımefendisi olarak varlığını borçlu olduğu bu topraklara, borcunu, pek kıymetli anılarını herkesle paylaşma zarafetini, cesaretini göstererek ödemiş müstesna bir kişilik olarak anılarımız arasındaki müstesna yerini ebediyen alacaktır.

 

Reşit Güngör Kalkan yazdı