Eylül-Ekim ayları üniversite öğrencilerinin ev arama, bulma, taşınma zamanları bir anlamda. Yürürken kaldırımın üzerinden tıkır tıkır bavulunu çekiştiren, çantaları omuzlamış gençleri görünce “şehrin yeni misafirleri yavaş yavaş geliyor” diye düşünüyor insan. Kimisinin acemi, ürkek, çekingen tavırlarından anlaşılıyor ki henüz ilk yılı; belki de ilk kez ailesinden ayrı, bambaşka bir şehirde yaşama tecrübesini kazanacak. Bazısı adımlarını öyle sert ve güvenli atıyor ki “ben bu şehrin her karışını bilirim, buralar benden sorulur” edasında. Belli ki bir iki yılı devirmiş öğrencilikte. Bir de mahcup, utangaç olanları da var ki zannedersin henüz âşık olmuş da o sebepten ateşi yüzüne yansımış gibi başını önüne eğmiş yürürken, “acaba buralara gelmekle hatamı ettim?” soruları ile boğuşup duruyor kendi kendine.

Öğrenci denince akla ilk gelen!

Epeydir başka mevsimlere nazaran sessiz sakin olan sokaklar ve bilhassa yürüyüş yolu, üniversiteli gençlerin dönüşü ile şenlendi yine. Belediyenin yetenekli gençler için tahsis ettiği müzik durakları enstrüman çalıp söyleme yeteneğine sahip özellikle de üniversite öğrencilerinin harçlık çıkartma kapısı başka bir anlamıyla da. Aklınıza gelebilecek hatta gelmeyecek her çeşit çalgı aletini tek başına ya da ikili, üçlü gruplar halinde dinlemeniz, hiç değilse geçerken mecburen kulak vermeniz mümkün.

İlginç olan şu ki gençlerin önüne serdikleri serginin üzerine her zaman bozuk para atılmıyor. Kızımla yürürken gitar çalan bir gencin önündeki sergide bir paket makarna gördüğümüzde hayli şaşırmış ve gülmüştük. Kızım sormadan edemedi tabi: “Anne niye makarna koymuşlar abinin önüne?” Galiba birisi yeni alışveriş yapmış ve buradan geçerken de bozuk parası olmadığından hazırdaki poşetinden makarna vermiştir büyük ihtimal. “Çünkü öğrenciler makarnayı çok sever kızım” demiştim. Öğrenci ve makarna ayrılmaz ikili, birbirinin tamamlayıcısı gibi adeta…

Annelerin yüreciğini sızlatmayalım lütfen

Markette de yağ ve makarna alırken görüyorum en çok onları. Bazen de abur cubur. İçim sızlıyor, “yemeyin şu zararlı şeyleri” diyesim geliyor da “millete annelik taslama” diyerek zor tutuyorum kendimi. Geçenlerde deterjan reyonundan gelen sesleri işittiğimde yeni bir eve taşınıp da paklamak durumunda olan gençler olduklarını fark etmem uzun sürmedi: “Oğlum bu daha iyi çıkartır kirleri, pas sökücü de alalım, bakalım bunun üzerinde ne yazıyormuş…” Belki de hayatlarında ilk defa ev temizleyecekler. ‘Belki’si fazla aslında, deterjanlar üzerine konuştuklarından anlaşılıyor ki en fazla annelerinin iş yaparken elinde gördükleri kadar bir tanışıklık var aralarında. Gene içim sızladı. Yahu niye sızlatıyorsun içini ikide bir. İş başa düştü, öğrenecekler işte, öğrensinler, vaktiyle yan gelip yatmak neymiş görsünler bakalım diyor bir tarafım da.

Hoş gene kabak annelerin başına patlıyor. Zira erkek çocuğu diye yatağını bile toplamaktan, çıkardığı eşyaları katlamaktan aciz gençleri yetiştiren anneleri sonuç itibarıyla. Tabi son derece pasaklı genç kızlarımızın da olduğunu es geçmeyelim lütfen. Birazdan tüm anneler birleşip sopayla üzerime gelebilirler ihtimali ile hiç değilse asgari, belli başlı, her insan evladının yapması gereken bir takım işleri çocuklarımıza küçükken öğretirsek böyle üniversite çağına gelip de yuvadan uçtuklarında sudan çıkmış balığa dönmezler büyük ihtimal diye düşünüyorum. Etrafta onları gören bir takım başka annelerin de içi sızım sızım sızlamasın ama değil mi?

Bu kadar da edepli öğrenci olur mu canım?

Mahalle sakinleri öğrenci cemaatinden pek hazzetmez malum. Haklı sebepleri olabilir lakin bu çocuklar okumak için, ilim öğrenmek için yola çıkmışlar sonuçta. Biraz anlayışlı olmak lazım gelmez mi? Durumu saptırıp farklı yollara tevessül edenler olabilir ama sonuç olarak insanın olduğu her yerde bu türlü sapmalar ve hataya düşmeler mümkündür. Kaldı ki gençlere biraz daha toleranslı davranmak gerekir. Kanları kaynıyor teyzeleri, amcaları ya, ne yapsın garipler…

Bir vakitler oturduğumuz evin bizim haricimizdeki dört dairesinde de öğrenciler oturuyordu. Etraftaki yaşlı teyzeler takipte tabi. Bir gün bir tanesi “ne kadar edepli bu çocuklar, hep başları önde maşallah” demişti bana, beklemediği bir tavrın sergilendiğini itiraf eder gibi. Öğrenci imajı mahallelinin zihninde pek de olumlu değil sanki. Bilmiyor elbette gelen öğrencilere eşimin “içki yok, kız yok gençler ona göre” diye öncelikle iki şart öne sürdüğünü. Arada kural ihlaline meyledenler çıkıyordu bazen. Zira zaten çok disiplinli ve kurallı bir düzen sürmek isteyenlerin yeri, yurdu bellidir. Dışarıda kalanlar ve özellikle tercih edenler biraz araftakiler malum.

Ah o mutfaktan gelen sesler…

Öğrenci evinin mutfağından sesler geldi mi takır tukur, insan her seferinde bir suçluluk hissiyle yanıp kavruluyor. Yorgun argın okuldan gelen gençler mutfağa girip nasıl yemek pişirecekler şimdi. Bazen geç saatlerde yemek pişirdiklerini gelen kokulardan anlardık. “Yahu bu çocuklar niye bu saatte yemek pişirmeye uğraşıyor” diye eşime sorduğumda, “hanım onlar ikinci öğretim, ancak şimdi geliyorlar okuldan” dediğinde büsbütün üzülürdüm.

Babamın eve misafir getirdiğinde şaka yollu takıldığı gibi çorbaya su katmak şart. Elimden geldiği kadar yemekleri çok yapıp çocukcağızlara ikram etmeye, bazen evimize davet etmeye çabalıyorduk. Tabi her zaman olamıyordu. Zira bazen öyle vakitler geliyor ki insanın kendine bile yemek yapacak durumu olmuyor. Ya da memleketin dört bir tarafından gelmiş gençler acaba bunu yerler mi? Şunu beğenirler mi? Bu yöresel yemek şimdi bunu bilmiyorlardır diye de düşünürdüm zaman zaman. Böyle durumlarda eşim, “ya onlar öğrenci, sıcak yemeği bulmuşlar, yemez olurlar mı hiç” deyip beni rahatlatırdı. Artık çocuklar da alışmış, “anne ağabeylere ne götürüyoruz bu akşam” diye sorarlardı.

Bazen çocukların çok sevdiği ve bir porsiyondan fazla yemek istedikleri kek, börek tarzı bir şeyler yaptığımızda “siz şimdi hakkınızı yediniz, fazladan yemenize gerek var mı yavrum, bu da ağabeylerin hakkı, hadi bakalım” derdim de hiç itiraz etmezlerdi çocuklar. Artanı vermez, piştiği gibi vermeye özen gösterirdim ki onlar da sıcak sıcak, taze taze yiyebilsinler. Hele bir de hasta oldular mıydı alırdı bizi bir telaş. Ihlamur kaynatayım da götürüver, ya da nane-limon yapayım, daha iyi gelir. Onu içip dinlensin de sonra tarhana pişiririm götürürsün koşuşturmaları başlardı.

Tatil zamanı gelip de gittiklerinde ise sabahları merdivenden inen o gümbürtülü ayak seslerini bile özlüyor insan. Tıpkı bir ebeveynin çocuklar evlenip yanından ayrıldıktan sonra garip ve mahzun kalması gibi.

Okumak kolay mı, böyle zor yollardan geçip de okumaya, bir meslek sahibi olmaya çalışıyor gurbet ellerde gençler. Ellerinde kitapları, ailelerinden uzak diyarlarda yabancısı oldukları bir şehrin misafiri onlar, bizim misafirlerimiz…

 

F.Kebire Gündüz Karaaslan yazmaya çalıştı