Televizyon konuşmalarından ve 250 kolilik kitapla Büyükada’ya kapanmasından beklentiler büyümüştü. Daha önce yayınlanmamış eserler gelecekti. Ben de bu kervana dâhil olanlardanım. Nihayet mimarî felsefî bir açılıma ulaşacak diye Mimarlık Ve Felsefe’ye sarıldım. Zihnimde Müslüman mimarisi (özellikle cami mimarisi) felsefî bir temele oturacaktı.Dücane Cündioğlu, Mimarlık ve Felsefe

Oturmadı; biraz yana kaykıldı.

Üslubu ve temas ettiği konuların önemi hatırına bir eleştiri yazmamak da bir tercihti. Düşünen bir insanı çabasından alıkoymanın vebali var. Ne var ki her çaba gibi bu yüksek düşüncenin eleştirisi ve referanslarına dikkat çekilmesi ihmal edilemez.

Dücane Cündioğlu, Mimarlık ve Felsefe kitabında Karl Marx’tan bir alıntı yapar; “yanlışı, kanıtlarla çürütmeden bırakmak; entelektüel ahlâksızlığı yüreklendirmektir.” Bu yazıyı yazmaya cesaret veren önemli bir söz.

“Mimarî Üzerine Denemeler” dese belki de bu yazı yazılmazdı

Dücane Cündioğlu’nun; bu kitapta entelektüel bir çaba yanında, üslûbuna hayran bir “gösteri” ile de karşı karşıyayız. Üçlemesinin diğerlerini daha okumadım. İlk önce Mimarlık ve Felsefe’yi okudum. Diğerleri hakkında da düşüncelerim bakidir.

Öncelikle, Mimarlık ve Felsefe’ye Dücane Cündioğlu “Mimarî Üzerine Denemeler” dese belki de bu yazı yazılmazdı. Beklenti de büyümezdi. Bizatihi üslûbu bile kendisini okutacak güzellikte. Ancak iddialı bir isimlendirme; bütün bu söylediklerimi kendime saklama hürriyeti tanımadı bana.

Turgut Cansever1.Mimariye, özellikle cami mimarisine ilgisi “Sinan devrinin ilmî/irfanî aktüalitesi”ni merak eden Turgut Cansever’in sorularına cevap aranması ile başlamış. (s.46) Bu sorular Cündioğlu’na da sorulmuş. Cündioğlu’nun bu sorulara getirebildiği tek açılım da Turgut Cansever’in “sonsuz mekân” deyimini “sınırsız mekân” olarak düzeltmesi. Buna karşılık Cansever’den alıntı ve çizimlerle kitabın mimarî ile ilgisi oluşturulmak istenmiş.

2.İslam ve Osmanlı mimarisi üzerine söylediği tek tespit; “daireyle gösterilen küreyle gökyüzünün, kareyle de yeryüzünün temsil edilmesi” (s.34)

3.Patatesin kenarlarını düzeltip dört çevresine havuç dikmekle oluşan günümüz camileri çirkinlik abidesidir, iktidarımızda yıkılacaktır” diyen Yalçın Küçük’ün söylediklerinin daha usturuplu ve içerden bir üslupla söylenmesi.

4.Bunun dışında önemli bir felsefî açıklama; diyalektik açılım görmüyoruz Mimarlık ve Felsefe’de.

Hristiyan ikonlarında hakikati aramaya uzanan yolda ulaşılan bir merhale

Kitapta sözü edilen Alexander G. Baumgarten’in Aesthetica’sıyla İkli’l ut-Teracim’i karşılaştırsaydı ve sonuçlarını yazabilseydi yine de önemli bir iş yapmış olurdu. (s.136). Sadece böyle bir niyetini haber veriyor kitapta Cündioğlu; ve bununla mutmain olmamızı istiyor. Gazze bombalanınca şiir yazmak anlamsız olmuş ve Cündioğlu’nun da böyle bir karşılaştırma yapmaya dermanı kalmamış.

Kitapta Doğan Kuban, “ulusal mimarî” üzerine bir-kaç değini ve Hasan B. Kahraman’ın üslubunun eleştirilmesi gibi konular da var. Kaldı ki Kahraman’ın yazısındaki içeriğe hak verdiği, üslubunu eleştirmekle yetindiği izlenimi uyanıyor. Bu şekilde karşıtlarına bir iki sataşma dışında Cündioğlu’nun bütün eleştirisi “halkın kazandığı mevziilerin ‘seçkinlere’ verdiği rahatsızlık” üzerinedir.

Bu rahatsızlık Cündioğlu’nda baştan beri olan bir rahatsızlık değil, Batı ve eserleri ile ilişkisinin oluşturduğu rahatsızlıktır. Başın

dan beri bir zevk ve tahayyülün “yükselişinden” kaynaklanmıyor bu. Hristiyan ikonlarında hakikati aramaya uzanan yolda ulaşılan bir merhale. Nihayet estetik arayışı ve göz medeniyeti sözcülüğü ile karşımızda bugün. Elbette saygı duyulacak bir çabadır. İlk hedefi halkımızın kazanımları olmasaydı. Sanki cumhuriyetin bütün günahı halkımızın omzunda ve bu ülkede camiden başka mimarî “kiscth” yok.

Cündioğlu’nda oluşan estetikin bize önerebildiği ise sadece…Louvre Müzesi

Kendi beyanları ile çağdaş mimarîye anlam veren üç örneği var Cündioğlu’nun; Louvre Müzesi önündeki cam piramit, Berlin Parlamento binası üstündeki cam-çelik kubbe ve Viyana’da Cafe Lantmann. (s.3-4-5).

Bu beğeni (!) temellendirilmiş, gerekçesi ve dayanağı ortaya konmuş estetik ve felsefî bir düşünce üzerine bina edilmiş bir tercih değil. Öznel bir zevkin tercihleri olarak öylece kitapta duruyor. Halbuki Louvre gibi klasik bir külliyenin ortasında cam bir piramit; eklektik ve sonradan görme teşhir aracı gibi durduğu eleştirileri yüksek sesle ifade edilmişti Batıda.

Cündioğlu’nda oluşan estetikin bize önerebildiği ise sadece “Camdan Ve Çelikten Bir Mescid. İçi görülen. Pek tabii ki dışı da. Şeffaf ve yalın. Küçük ve mütevazı bir mescid.” Yani bütünüyle “balkon”dan oluşan bir mescid önerebiliyor ancak.

Sivri ve sert değil, dokunsan kırılacakmış kadar narin. Renkli turuncu, mavi kırmızı vitraylar, sıcak sımsıcak renkler.” (s.11) Caminin bile dokunsan kırılacakmış olmasını isteyen hassasiyet “insan” gönlünü incitebilecek sözleri ile nasıl telif edilir bilmiyorum. Belki böyle bir niyeti yok ama kitap bu izlenimi de veriyor.

Bugün rekabet edeceğimiz, ulusal mimarînin lâdini ve seküler zihniyetidir

Halbuki mimarînin temel ilkeleri üzerinden bir zihniyet inşası için atılacak ilk adımlar;

1.Doğa’nın bütün şekilleri yuvarlak ve eğik, elips; buna karşılık mimari; geometrik şekiller üzerinde temellenmiştir. Dünyada ilk ev Kabe; küp’tür; kare temellidir. Piramitler prizma vs. doğadan farklı geometriktir. Doğanın (ya da Tanrı’nın) eserinden farkını, insan böyle oluşturur. İnsan emeği ile ortaya konan eserin özelliği geometri üzerine bina edilmesidir.

2.Bir medeniyet en büyük eserini bir başka medeniyetle karşılaştığı alanlarda verir. (Böylece Suudî Arabistan’da Müslüman mimarisine ilişkin hiçbir eser göre­mez­ken; Şam’da, İstanbul’da ve Endülüs’te neden İslam’ın mimarî şaheserlerini gördüğümüzü açıklar.)

3.Tufan öncesi mimarinin, taş’ın (özellikle büyük ve devasa taşların) şekillenmesi üzerine bina edilmesi; tufan’dan sonra oluşan kil tabakasının zorunlu sonucu olarak pişmiş tuğla’ya dayanmak zorunda kalınması gibi mimarîyi belirleyen mekan ve zaman etkisi. (Böylece Kudüs, Baalbek, Mısır Piramit ve tapınakları, Hindistan vs. mabedlerinin taş üzerine bina edilmesi ile, Irak Sümer ve Asur medeniyetinin tuğla üzerine bina edilmesinin sebebini anlarız. Kil tabletlerin de varlık sebebini. Roma medeniyeti de mermer ocaklarına yakın bir coğrafyada yükselmiştir.)

4.Mimari; mabed-mabud-ibadet çevresinde başlayıp şehirleşme ile gelişmiştir.

5.Mimari, evren (kozmos) tasavvuru üzerine bina edilir. Neyse ki Turgut Cansever’in sorusu üzerine Cündioğlu bunun farkında. Ancak bunu temellen­di­recek birikimden, (ya da Baumgarten vesilesiyle olduğu gibi) çalışmaktan uzak.

Bursa Ulu Camii6.Selçuklu döneminde her şehrin bir “Ulu Camii”si vardır. Sade ve yalındır. Göçebelerin şehirlileşmesinde yalın bir İslam zihniyeti önemlidir bunda. Bayram ve Cuma namazlarının tek bir Ulucamii’de kılınmasını şart koşan “toplan­ma­nın” merkezindedir camii.

7.Osmanlı “toplanma”yı kalkışma görecek bir Bizans vehmi içindedir. Bu nedenle camiiler şehrin değişik yerlerine serpiştirilmiştir. Sultanahmet “selatin’dir, “Ulu Camii” değildir.  “Osmanlı her zaman dikkatini Batıya yöneltti ve 17. yüzyılda Doğu cephesini tamamen kapattı. Anadolu halklarının İran Şahı’nın karizmasından etkilenmesinden korkuluyordu. Büyük ölçüde Balkanlılar arasından devşirilmiş yönetici sınıf, kendini sürekli Batı dünyası ile kıyaslamak zorunda idi.” (Maurice M. Cerasi, Osmanlı Kentleri, YKY) Belki de beğendirmek!  Bu nedenle barok tarzı da dâhil camilerde denenen sürekli Batı formlarıydı. Özgün değil eklektik bir mimari idi. Karşılaştığı medeniyetlerle rekabet etmek zorundaydı.

8.Bugün rekabet edeceğimiz ise, ulusal mimarînin lâdini ve seküler zihniyetidir. Ve cumhuriyet döneminde oluşan mimarî ile kıyaslanmak zorundadır. Seçkinler hangi üstün mimarî üslubu oluşturmuş da Müslümanlar ve İslamcı yöneticiler eksik veya anakronik kalmış?

9.Batıyla kıyaslamak ile cumhuriyet dönemi ile kıyaslanmak bu kadar önemlidir. Çünkü Osmanlı zımnen İslam’ı savunmanın bir aracıdır. Bu nedenle bütün camilerimiz Osmanlı dönemine öykünmüştür. Bu bir anlamda İslam’dan yana olmanın beyanıdır çünkü. Devrim yasalarını, İslam’ın yasaklanmış fikirlerini, tarih akışı durdurulmuş düşüncelerin varoluş kaygılarını gözardı ediyor. Bu kıstırılmanın mimariye etkileri hakkında Cündioğlu ne söylüyor diye bir beklentiye ise hiç girmeyelim.

10.İnsan, düşmanı veya rekabet edeceği eserlere kıyasla değerlendirilir. Bu nedenle Cündioğlu Batının estetik zihniyeti ve kaygısı ile camilerimizi ve dindarlığımızı, Batının terminolojisi ve ikonolojisi ile bugünümüzü kıyaslamaktadır. Yoksa Şam’daki Emeviye Camii, Selçuklu Ulucamiileri ve İstanbul camileri arasında bir zihniyet ve kozmos tasavvurunun oluşturduğu gelişme ve değişimi değil. Kent morfolojisi ile mimarî formlar arasındaki ilişki hakkında da birkaç kelam etmiyor.

Artık Cündioğlu ile, göçmen olduğumuz bir kere daha yüzümüze söyleniyor

Batı’nın menkıbelerini eskiden Attila İlhan, Nur Vergin ve Nilüfer Göle’den dinler ve şehrimize (kültürümüze-dinimize) kapanmanın kendini muhafaza ve varoluşu anlamlandırma bakımından daha önemli olduğunu bilirdik. Artık Cündioğlu ile, göçmen olduğumuz bir kere daha yüzümüze söyleniyor.

Ellerinde oy pusulalarıyla şehri ve şehrin geleceğini tehdit eden kitlelerin beklentilerine göre…" (s.77) “Oysa bir şehrin seçkinleri de olur. Olmalı. beyni ve kalbi. Pek tabii ki bir ruhu…” (s.77) “Bozkır kültüründe olmayan şey; süreklilik ve kalıcılık…” (s.78)Dücane Cündioğlu

“Göçmenlere peşkeş çekilen bir toprak hazinesi…” (s.73) “Göçmen akınlarının toprak yağmasına göz yummak zorunda kaldı.” (s.73) “Halk hücum etti; vatandaş plajlara gidemiyor”u andırmıyor mu?

Cündioğlu’nun çok önemsediği şehirlerdeki süreklilik ve kalıcılık en iyi Prag’da görülebilir. Prag bir kale gibi kendi üstüne kapanmış ve tek tuğlasını bile değiştirmemek için kadim bir inat içinde. Sosyalist düzen bile ancak şehrin varoşlarında inşa edilebilen işçi konutları dışında şehre bir imza atamamış, bir renk verememiştir.

Cündioğlu da –tıpkı Prag gibi- İstanbul’u mumyalamak ve öylece saklamak istiyor

Prag şehri bütünüyle bir müzedir. Yaşayanlara şehri benimsetecek bir imkân, bir sürpriz sunmadan tamamlanmış, kendi bütünlüğüne ve güzelliğine fazla güvenip taş kesilmiş bir şehirdir. Eserleri korumak, şehri geçmiş zamanda durdurmak çabasıdır. Yaşayanlar,  bir mekân fetişizmi ile her an kırılacak tarihî eserler arasında turist gibi gezinen hayaletlere dönüşüyor. Şehrin dinamik bir ruhu yok; sanki mumyalanmış bir ceset karşısındasınız.

Cündioğlu da –tıpkı Prag gibi- İstanbul’u mumyalamak ve öylece saklamak istiyor. Yaşayanların, her dönemde gelen insanların eserleri ile zenginleşen İstanbul’a günümüzde hiçbir şey katmadan geçip gitmemizi arzuluyor. Bu, bütünüyle İstanbul kon­sep­tine aykırı bir temennidir. Bizans, Osmanlı, Cumhuriyet katmanlarının şehre kattıklarını görmemektir.

Evet; betona boğulmak hiç birimizin istediği bir şey değil. Bu, Batı zihniyetinin bize hâkim olmasının en somut görünüşü. Dediği gibi kâr maksimizasyonu buna sebep. Hepimizin ortak eleştirisine konu.

Cündioğlu, ait olduğu kesimden kendisini ayırarak, muhtar, özerk bir alan oluşturup buradan bakıp eleştiriyor. İslamcıların içinde ve içlerinden çıktığını unutarak. Cündioğlu gibi düşünürlerin yetişmiş olması Türkiye İslamcılığının gücüdür. Kendisini Bizans’a kaptırmayacağız. Öyle olmaması en büyük temennimiz ve bu metnin amacıdır.

Kocatepe Camii’nin inşası despot cumhuriyet ilmihaline karşı bir destandır

Âmiş Efendi’nin dediği gibi namazı değil “namaz kılan insanı” sevmek önemli.  “Muhabbet duymayan merhamet edemez.” Yoksa dindarlarımızı ellerindeki “oy pusulaları” ile şehirleri işgal eden Moğol Ordusu gibi görenler safında olmak, Cündioğlu’nu şehrin beyni ve kalbi yapmaz. Pek tabii ki ruhu da.

Kocatepe CamiiKocatepe Camii’nin inşası despot cumhuriyet ilmihaline karşı bir destandır. Varoluş çabasıdır. Yer altı camilerine mahkum bir Ankara’nın Kemalist burcuna İslam bayrağını çekmektir. Bu kavga, cedel, çatışma arasında üstümüzün başımızın toz toprak olması “güzellik”ten anlamadığımızı göstermez. Sadece zaman ve imkân bulamadığımızı anlatır. Cündioğlu Yahudi estet Adorno’ya gösterdiği (s.137) merhamet ve hoşgörüyü insanımıza da göstermek zorundadır.

Küreyi oluşturan aşağıdaki suları tamamlayan İstanbul’un Boğaz köprüleri, yukardaki suların gökkuşağını sembolize eder. Boğaz sularının ve köprülerin birleşmesi tam bir dairesel bütünü oluşturur. Bu bütünleşme imkânların gelişmesini temsil eden bir küre halini alır. Yeryüzü ve gökyüzü birliğe, vahdete doğru bütünleşir.

İstanbul’un bu mekânsal tamamlanışı ilahî bir işaret gibi her gün göz önündedir. İstanbul, “daireyle gösterilen küreyle gökyüzünün, kareyle de yeryüzünün temsil edilmesi”ni gerçekleştiren bir coğrafya. Başlı başına bir mabed yani. Bunu okuyabilenler için gerçek bir senfoni ve mimarî bir felsefedir. Bu felsefeye Çamlıca Camii, zamana adanmış bir şiir olarak gayet güzel yakışır.

Çağdaş bir destan olmaya adaydır.

 

Mustafa Everdi yazdı