Ahmet Murat taze bir civan iken ilahiyatın orda mı yoksa Üsküdar’daki Yedi İklim kitapevinde mi -yani o daracık mekânda mı- görmüştüm ilkin hatırlayamıyorum. Hafıza-i beşer işte. Çünkü o küçücük mekâna uğradığımızda ya Asım Gültekin, ya Bilal Sert ya da İsmail Demirel vardır orada. Velhasıl mekân daracıktır ama mekânda uğraş içinde olanlar zamanla isimleri bilinen değerli kişiler olmuşlardır. Bir de yazma eylemini, okuma eylemini ertelemeyen isimler olmuşlardır ayrıca. Bir dönem geldi bu ilk okuma ve yazmalar hakkında bir meraka düştüğümde ve doğrusu biraz da Mustafa Aldı ve özellikle soruların hazırlanmasında Mustafa Özçelik katkıda bulundular beni özendirdiler. Müteşekkirim…
Doğrusu “Kış Bilgisi” şairiyle böyle keyifli ve böyle ilginç bir söyleşi yapmaktan da son derece mutluyum. Çünkü yaşadıkça güneşin altında teşekkül eden her iyi şeyden hayırlı bir gelecek umuyorum da ondan…
Yazmaya nasıl ve nerede başladınız? Kaç yaşında olduğunuzu anımsıyor musunuz?
12 Eylül askeri darbesinden hemen sonra. Yaş 9–10 filandı. Hem ülkenin darbe sonrası genel hali, hem de yaşım icabı apolitik bir giriş yaptım şiire, öyle de kaldım. Öğretmenim, Melike hoca, Yeşilay konulu bir şiir ödevi vermişti. Yo, sanırım bir şiir yarışmasıydı. O mudur, bu mudur tam hatırlamıyorum ama Yeşilay kısmı kesin. Bir şeyler yazdım, çıktım, bağıra çağıra 1928 model okulumuzun, öğrenci korkutmak için yapılmış Germanik kapısının önünde, merdivenlerde, okul halkına karşı okudum. Hatta neredeyse uludum. Hatırladığım en eski şiirim bu. Bir hatıram daha var, onu da anlatayım mı? Öğretmen anne temalı ( öyle derlerdi o zamanlar: ‘temalı’) bir şiir ödevi vermişti. Bütün çocuklar bazı emekli öğretmenlerin hazırladığı Önemli Gün ve Haftalar kitaplarından ezberlemişlerdi şiirleri. Ben Çile’deki, “ Ak saçlı başını alıp eline/ Kara hülyalara dal anneciğim” şiirini ezberlemiştim. Fakat şiiri okuduktan sonra, öğretmen ve arkadaşlarımın dehşetle açılmış bakışlarından ötürü biraz utandığımı da hayal meyal hatırlıyorum.
Sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?
5–6 çocuklu orta sınıf aileler, özellikle taşrada, çocukların evin salonuna girmelerine pek izin vermezler. Orada evin büfesi, konsolu, kütüphanesi filan barınır. Cam, porselen, kadife bir dünya… Bizde de vardı böyle bir salon. Evimizde büfe ve konsol yoktu ama babamın 1500 civarında kitabı oradaydı. Babam kitaplarını iyi korumuştu; bir kısmını özenle ciltletmişti, bazı dergi takımları, kimi nadir kitaplar, bazı yasaklı eserler… Her kafamıza esince giremediğimiz bu paralel evren, bu orta dünya çok cazipti. Sanırım o kütüphaneye borçluyum. Babama da. Okulda ise bi numara yoktur. Ege’nin incirini, üzümünü, madenlerini, kıyılarını filan yazmaktan parmağınız nasır bağlar, narin omurganız yamulur. Kendi kendine şarkı mırıldanmanın, çizgi roman okumanın, çöp kutusuna basket atmanın yasak olduğu bir sınıf ne işe yarar ki zaten?
İlk okuduğunuz kitap, şiir, hikâye veya yazı, dergi, gazete?
İlk? Cin Ali Berber Fil kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Ürkütücüydü, travmatik bir etkisi vardı biraz. Bir berber fil, sirkte insanları tıraş ediyor. Ama ne fil file benziyor, ne Cin Ali ve diğerleri insana. Hepsi yetersiz beslenmişti, birer iplikten oluşuyordu. Buna rağmen mutlu görünüyorlardı. Sanki biraz zihinleri yıkanmıştı. Bu kitabı saymazsak, Mehmet Seyda’nın Şeytan Çekiçleri kitabı unutamadığım bir kitaptır. Bence kitap olarak onu ilk sayalım. Şimdi bile severek, büyülenerek okuyacağımı düşünüyorum. Aşırı yaramaz ve hiperaktif ikiz kardeşlerin haylazlıklarını anlatıyordu. Daha yetmişlerde böyle sivil bir kitap yazdığı için yazarına teşekkür etmek isterim huzurlarınızda. Ziraat Bankası’ndan her ay Başak Çocuk aldığımı, yine Milliyet Çocuk, Türkiye Çocuk dergilerini takip ettiğimi hatırlıyorum. Bir de Mehmet Yazgan’ın öncü çocuk dergisi vardı: Tomurcuk. Onu da severek okurdum. Bizim Selametçi evimize Milli Gazete ve Yeni Devir girerdi. Dedemlerin Adaletçi evine ise Tercüman… Bir de onları.
İlk yazdığınız yazı-şiir – hikâye yayınlandığında ne hissettiniz?
Ortaokulda bir çocuk dergisinde yarışmalara katılmıştım. Ama sanırım bir öğretmenimin önerisiyle, iki yazı göndermiştim ve müstear isimli olanı birinci olmuş, kendi ismimle gönderdiğim mansiyon almıştı. Birinciyi biraz kıskanmıştım. Bu yüzden, ismimi ilk kez bir dergide gördüğümde çok da bir şey hissedemedim. Lisede şiir sayılabilecek ilk şiirim yayınlandığında ise biraz telaşlandım; ismimin harflerini inceledim, kelimelerin sayfadaki duruşlarını yadırgadım, onlara alışmaya çalıştım. Çünkü şiirlerimi elle yazıyordum ve dizilmiş halini ilk kez görüyordum.
Yazma tutkunuzu başından başlayarak anlatır mısınız?
Tutkuyla yazmıyorum. Öyle bir dönemim oldu ama bugünlerde yazma işini tutkuyla ilişkili bir nöbet, bir esrime, bir adanma gibi görmenin uzağındayım. Sanırım benim tutkuyla ilgili bir sorunum da var. Okuma söz konusu olduğunda ise, ha evet, tutku hakkında konuşmaya başlayabiliriz. Kitapları seviyorum.
Daha çok ve özellikle çocukluk döneminizi anlatır mısınız?
Yalnız kalmayı ve hayal kurmayı severdim. Evi, balkonu, iğde ağaçlarını, ev aralarına sıkışmış arsaları, cami kokusunu. Her şeyden çabucak sıkılırdım. Çalışkanlığım göze batmazdı. Ezberim kuvvetliydi. Vaiz olmak istiyordum. Aslında çocukluğuma dair pek bir şey hatırlamıyorum. Demek ki özel bir çocuk değilmişim.
Artık yazar olmuştum dediğiniz zamana kadar olan çabanızı anlatır mısınız?
Artık yazar oldum, demiyorum. Hiçbir zaman da diyeceğimi sanmam. Fakat paradoksal bir biçimde artık neredeyse sadece yazarak geçiniyorum. Ama, evet bir çabadan bahsedebiliriz: Yazarın ya da şairin çalışkan bir insan olduğunu hiç unutmadım. Çalışmadan yazanları okumayı sevmem.
Nurettin Durman konuştu