Elbette herkesin değil ama göz önündekilerin hemen tamamının gündemin uçuculuğuna tâbi olup ilgilerini umarsızca bir öyle bir böyle değiştirdiklerini gördüğümüz şu günler, hevese ters geliyorsa da aslında kalıcı ve sürekli meselelerimizi masaya yatırmamızın tam da zamanı.
İlgi görmemenin değerli olmamakla nerdeyse eşitlendiği zamanımızda bu uçucu gündemlerin eline boyunbağımızı vermenin bizi sersemleştiren bir tarafı var. İstanbul’un geçmişini ve geleceğini ilgilendiren konu başlıkları da bu dikkatten vareste değiller. Şehrin imar konuları ya da bazı külliyetli kutlama törenleriyle ilgilendiğimiz derecede tarihî mirasının ne durumda olduğuyla ilgilenmiyoruz.
Hâlbuki bu miras hem yalnızca o alanı meslek edinmişlerin işi değil ve hepimizi alakadar ediyor hem de günübirlik yaşayan bir toplum olmamak için bu mirasa muhtacız. Onlar bize muhtaçmış gibi dururlar ama değillerdir; ihmal edilmiş bir cami haziresi, temiz tutulmayan bir türbe, paramparça bir çeşme veya atıl bir medrese şu an muhtaç bulunduğumuz ama onun bize muhtaç olduğu görüntüsüyle aldandığımız şeydir; şu an ihtiyacımız olan ama daha çok geleceğimiz için.
İstanbul’un tarihî mirasını göz bebeğimiz gibi korumak için özenle çalışmaya başlamalıyız. Bir sonraki cümleyi okumaya vakit kalmayacak kadar seri hareketlerle yola koyulmalı ve üzerinde hunriz, gaddar, zalimane tepindiğimiz bereket terekesine şefkat ellerimizle sarılmalı, kendimizi affettirmeliyiz. Şu an zaten geç zamanları yaşıyoruz, daha da geç olmaması fırsatımızı kullanmalıyız.
Geçmişimizin mirasının büyük manzarasında çeşmeler ne vaziyetteler? Biliyorsunuz, tarihî çeşmeler yalnızca su içirip serinlettikleri için değil, başka birçok açıdan da önemli vakıf eseridirler. Osmanlı’nın inşa ettiği mutalsam medeniyetin ‘vakıf’ kelimesi üzerine kurulduğunu düşünürsek, çeşmelerin bu başlıkta önemli yer işgal etmesi de konuya ciddiyetimizi artırmalıdır.
Bundan önce yanlarına gidip hâllerini sorduğumuz (geçmiş yazılar için tıklayınız) çeşmelerden sonra şimdi yeni bir derlemeyle şehrin birkaç semtinden kadrajımıza giren çeşmelerin yerlerini ve keyiflerini bildireceğiz.
“İçilir”
Son olarak Beşiktaş’a azimet etmiştik, yine oradayız. İlk çeşmemiz büyük ihtimalle kitabelerin kazınmasına dair kanunun bir kurbanı olduğunu ortasındaki oval boşluktan anlayabileceğimiz Selaltı Sokak’taki bu gariban (1). Ancak o boşluğun bizatihi boşluk olarak inşa edilmiş olma ihtimali de yok değil. Ortası bir güneş, etrafındaki kalın oklar güneş ışını olarak düşünülmüş olabilir. Sultan Abdülmecid devrinde Hüseyin adında biri tarafından 1850/1267’de yaptırılmış.
1. | |
2. | |
3. | |
4. |
Rozet boşluğunu kaplayan oklar ve iki yanda rozetleri dışında süsü olmayan çeşme kaldırım tarafından testi setinin yutulması ve arka yüzün de aynı kadere maruz kalması (2) haricinde genel itibarla bu çapta unutulmuş çeşmelerde görülmesi beklenecek kırık döküğü olmamasıyla iyidir denebilir. Mermerinin parlaklığı yakın zamanda ön yüzünün temizlik geçirdiği ihtimalini güçlendiriyorsa da bu tabii ki yeterli değil.
Beşiktaş’tan sonra uğrayacağımız en yakın yer Galata ve Eminönü. Bu civarda geçmişte yazdıklarımıza ilaveten beş çeşme daha keşfedeceğiz. İlki Bereketzade Medresesi Camii’nin avlusundaki küçük çeşme.(3)
“Oldu tullâb-ı ulûma hayır ile râhat-resân” denen Bereketzade Medresesi’ni, girişindeki kitabesinde burayı inşa ettiği için dualarla yâd edilen valide sultanın kethüdası yani kâhyası yaptırmış. Bu kethüdanın adını bilemiyoruz, işin garibi, valide sultanın da hangisi olduğu yazmıyor. Yapım tarihinin 1117 (1705) oluşu Sultan III. Ahmed’in sevap fabrikası gibi çalışan mübarek annesi Emetullah Rabia Gülnuş Sultan’a tekabül ediyor.
İçerideki çeşmenin tarihi ise medreseyle aynı değil, altmış yıl daha yeni: 18 Safer 1177 (1763). Medresenin sevap çarkına çaktırmadan kıvrak bir bilek hareketiyle dâhil olan bu talihli zat Galata Gümrüğü Başkâtibi İbrahim Efendi. Onun gibi başka bir uyanıklığı da 2003 yılında çeşmeyi onarımdan geçiren Alev Güran yapmış. Fiziken iyi ve suyu akar durumdaki çeşmenin iki rozeti varmışsa da herhâlde kırılmışlar.
Medresenin sokağından yukarı çıkarken solumuzda kalan seyyar zerzevat satıcısının eşyaları arasında önce ince çizgilerle çekilmiş bir tuğra, ardından uzun bir kitabe görürüz. Tuğra Sultan III. Selim’e aittir.(4)
Nerdeyse okunamaz hâle gelmek üzere olan alttaki altı satırlık kitabenin üstünde yer alan iki satırın söylediğine göre “şâh-ı cihân-ı zamân gâzî Selîm Hân hazretlerinin” annesinin ve III. Selim’in babası III. Mustafa’nın cariyesi Alüfte Hatun’un “rûhu içün binâ buyurdukları çeşmedir.” Sultan III. Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan’ın hayırseverliğine ve ona dair hayırseverliklere daha önce de çeşmeler vesilesiyle temas etmiştik.
Taşları elden geçirilip temizlenmesi gereken çeşmenin süslü ayna taşı üzerindeki küçük bir plakada “içilir” yazısı var. Ancak şehirdeki diğer birçok çeşme gibi musluğu yok ve suyu kesik olduğundan suyun tadını almak mümkün değil.
Bir zamanlar bir hayır kapısı idi
5. | |
6. | |
7. |
Eminönü sahilindeki Zindan Han girişinde isimsiz ve kitabesiz küçük bir çeşme görürüz (5). Baba Cafer Zindanı olarak bilinen bu binanın yanında eskiden siyasî suçlular dışındaki katil, hırsız ve borçlu kesim hapsedilirmiş. Yandaki Canbazhane Sokak’taki tuğralı kitabeye göre burada bir de sahabi medfun imiş: Cafer el-Ensarî. Belki çeşmenin bununla ilintili ilginç bir hikâyesi vardır…
Pek kısa yürüyüş mesafesinde kalan Ahi Çelebi Camii’nin avlusunda ise iki çeşme birden bulacağız, caminin şadırvanına ek olarak iki çeşme daha. Bu mabedin Evliya Çelebi’nin meşhur ‘seyahat ya Resûlallah’ rüyasını gördüğü yer olduğu söylenir. Pek minik ve şirin bir yapı olan esere Mimar Sinan’ın da tamirat sebebiyle eli değmiş ama yapılışı bundan çok daha eskiye gidiyor: 15. asır.
Giriş kapısının sağındaki köşede duran sade çeşme h. 1281/m. 1864 tarihini taşıyor. Tarihini de öğrenebildiğimiz tepesindeki yuvarlak kitabe taşında “mâşâallah, tevvekkeltü alelllâh, ve mâ tevfîkî illâ billâh” yazıyor (6). Onun hemen yanında duran ve bir köşesi kırılmış dikdörtgen biçimindeki taş kutu da portatif bir çeşmedir. Maalesef işlevinin yerine gelmesi engellendiğinden sonuçta kırılarak bir köşede bırakılmasına kadar acı bir kaderi yaşamış ama bir yaptıranı olduğuna göre tabii ki bu isimsiz eser de bir yerlerde birilerinin hesabına sevap işleyen bir hayır kapısı, yani vakıftı. Ayna taşı izi olmasa çeşme olduğunu anlamak zor.(7)
Huyumuz kurusun
8. | |
9. | |
10. | |
11. | |
12. | |
13. |
Yukarı doğru tırmanıp Sultanahmet’e ulaşırsak bu civarda daha önce gördüğümüz çeşmelere ilaveten bir taneyi daha, bu sefer Sultanahmet Camii’nin içinde bir taneyi ziyaret edeceğiz. ‘Fil ayağı’ diye tabir edilen ana sütunların ikisinde de bulunan bu çeşmenin alnında “mâşâallahu teâlâ” ve nişinde ise Enbiya suresinin 30. ayeti yazıyor: “Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık.”
Dikkati pek çekmediğine aldanılmamalı zira bu iki çeşmenin çatısından mukarnas tipi süslemeye ve yaprak motiflerine varıncaya dek pek güzel bir duruşu var.(8)
Fatih’teki Fevzipaşa Caddesi’nin Başhoca Sokak aralığında nefis kitabeli bir çeşme var (9) ancak en önce kitabesinin, ardından parke taşlarına batmış testi setinin elden geçirilmesi gerekiyor. Altı satırlık uzun kitabenin harikulade hattını çözmek zor ise de seyretmek bir o kadar keyifli. Sağ üstten aldığı bir çatlağın büyüme ihtimali korkutuyor. Bu kitabeye göre çeşmenin banisi Yusuf Efendi adında bir zattır ve çeşme 1171/1757 gibi uzak bir tarihten günümüze yine de iyi gelebilmiştir denebilir. Kurna civarındaki bazı kirlenmeleri giderilerek tezyinatının da ince bakımı yapılabilir.
Beyazıt Meydanı’nda tramvay yolunun hemen kenarındaki otopark olarak kullanılan boş alanın sınırları içinde, duvara dayalı bir çeşme var. Doğrusu hakikaten iyi kamufle olmuş ama ‘senin kaydını yaptırmamız lazım’ deyip yakaladım ve getirdim. Sırtını Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi olarak kullanılan tarihî binaya veren çeşmenin nişindeki yuvarlak küçük kitabe 1342 tarihini taşıyor, yani cumhuriyetin ilan tarihini: 1923.(10)
Ancak bu çeşmeye sonradan eklenmiş bir tamir kitabesi olsa gerektir ki altı satırlık esas kitabe h. 1122/m. 1710 gibi oldukça eski bir başka tarih taşıyor. Sultan III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan’ın bir hayratı olduğunu anladığımız çeşme, aynı zamanda çok hayırsever biri diye yâd edilen (Hak yolunda mâlını bezl eyledi bî-imtinân) bu hanım efendinin hatırası olarak yaşamayı fazlasıyla hak ediyor. Görünür kılınarak bakımının yapılması, sonra da musluğunun iade edilmesi çalışmaları için beklenecek vakit yok.(11)
İsimsiz ve kitabesiz bir çeşmeyi de Anadolu yakası Beylerbeyi Çamlıca Caddesi’nde, Beylerbeyi otobüs durağı önünde bulabiliriz. Öndeki üç yüzünden (12) akıttığı hayr u hasenata ilaveten arkada bir musluğu daha bulunan (13) çeşmenin bir hikâyesi, banisi ve hatıraları vardır şüphesiz. Ancak bunun için öncelikle çeşmelerin suyunun neden kesilemeyeceğini anlamak, sonra da tarihî eserlere en çok zarar veren şeylerden biri olan ‘korumacı’ tavrımızdan hızla uzaklaşmak gerekiyor.
Bunu iş işten geçtikten sonra yapmak bizim berbat huylarımızdan biri; gönül ister ki huyumuz kurusun.
Sadullah Yıldız