Vücudumuzu aşmak, ‘ben’in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak. İşte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları.
İnsan, kendi varlığını her gün biraz daha az kusursuz bir heykele benzetmek için boşuna gayret harcıyor. İçi bir zafer vehmiyle kabarırken, kaderin iblisçe kahkahası elinden çekicini düşürüveriyor. İradenin kazandığı zaferler, kardan bir heykel kadar fani. Yarattığınız heykel, sizden başka hayranı olmayan bir kukla. En küçük dalgınlık, yılların emeğini yok etmeye kadir.
Coğrafi kader, biyolojik kader, sosyal kader. Bunların bir tanesi benden çok daha kabadayısını felce uğratmaya kâfi iken üçü birden çullandılar üstüme.
Kırktan sonra cihangirlik arzuları külleniyor. Tecessüsün kanatları kurşunlaşıyor. Yeni seyyarelere uçmak istemiyor insan. Ocak başında hatıraların tespihini çekmek tek arzuladığı şey. Ben susuzum. Bilgiye susuzum, sevgiye susuzum. Yaşamadan geçen yılların acısını beynimin içinde duyuyorum.
Edebiyat, prensip olarak, hayatın bir anını kelimelerle ifade eder. Bu anı yaşamakla yetinmeyen ama onu değiştirmek gibi bir iddiası da olmayan, sadece yaşadığını kelimeleştirmek, kelimelerde yaşatmak isteyen bir zekânın eseridir edebiyat.
Kurumuş bir deve dikenine benziyor ruhunuz, rüzgârların sürüklediği bir deve dikeni… Yapraklarınız dağılmış, çiçekleriniz dökülmüş, meyveniz yok. Bir ağaç iskeleti ruhunuz. Bulmaktan korkarak arıyorsunuz. Neyi? Akmayan bir çeşmeye benziyor ruhunuz. Hoyrat eller musluğunu bile sökmüşler.
Kaderi ipek bir kumaş gibi işleyen büyük aksiyon adamlarının yanında, ruhu ipek bir kumaş gibi örseleniveren faniler var. Gönülleri meçhulün ve erişilmezin özlemiyle tutuşan bu ezelî mağluplar için dünyamız tahammül edilmez bir gurbettir. İbrahim Peygamber gibi kucağına fırlatıldıkları ateş denizini, hem kendileri hem de gelecek nesiller için bir gül bahçesine çevirebilenler pek nadir…