Giriş

İlk baskısı 1974 yılında yapılan Bu Ülke, kendi tanımlamasıyla Fikir İşçisi Cemil Meriç’in okuyucu tarafından en çok ilgi gören eseridir. En kısa tanımıyla Türkiye’nin, Türk aydınının ve Türk ideolojilerinin genel sorunlarına değinen Meriç, kitabın ilk sayfalarında kendi yaşamından ayrıntılı kesitleri sunarak, bu olaylar üzerinden anlatmak istediklerinin kısa bir özetini vermiştir. İnsanlara göre Türkiye’nin en büyük sorunu toprak kaybetmektir ama yazara göre bu sorunların en değersizidir ve bizler en değerli şeyimizi kaybettiğimizi ancak en değersizi kaybettiğimizde anlayabildik. En değerli şeyimiz; ruhumuzdu. Doğu-batı konusunun, sağ-sol çatışmasının yalın bir dil ve yer yer aforizmalar eşliğinde anlatıldığı bu eser, Türk sosyoloji literatüründe halen ilk sıralarda yer almaktadır.

Cemil Meriç ve Bir Entelektüelin Otobiyografisi

Cemil Meriç, 1916 yılında Hatay’da doğmuştur ve çocukluğunda birçok sıkıntıyla yüzleşmiştir. Ailesi göçmendi, çevresi düşmanlarla doluydu ve dışarıda keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir dünya vardı.

Yaşıtları seksek oynayıp ip atlarken, çember çevirip top koştururken Meriç kitaplarıyla baş başa yaşamaktadır. Okumayı erken öğrenmesi, kapasitesinin üzerinde yazarları okuyup sorular sorması onu diğerlerinden ayıran başka bir ayrıntıdır.

Cemil Meriç ailesini şöyle anlatmaktadır: “Babam çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem ise bu yabani dünyada aşinası olmayan hasta bir kadıncağızdı, silik ve mızmızdı. 12 Aralık’ta doğan ben, hep itilip kakılmışım. Düşman bir dünyada dostsuz büyüdüm. Daima başka, daima yabancı... Böyle bir çevrede ister istemez kitaplara kaçtım.”

Antakya Sultanisi’ne başladığında buranın tam da ona göre bir okul olduğunu görür çünkü ortaokuldan çok bir fakülteye benzemektedir. O dönemde Hatay ili Fransız mandasında olduğu için müfredat da ona göre düzenlenmişti ve çoğu ders de Fransızcaydı. Cemil Meriç hem Fransız Edebiyatı’na hem de dünya edebiyatına aşina olarak parlak bir talebe gibi yetişmişti. Fakat bu parlak talebelik ona yeterli gelmemiş, yazmakla tatmin olmak istemişti.

1933 yılında Yerel Yenigün gazetesinde ilk yazısını yayınladı: “Geç Kalmış bir Muhasebe”. Ardından da Hataylı Türklerin Fransız Mandasına direnmelerini savunduğu yazısını Yıldız gazetesinde yayınlar, fakat bu yazı Fransız İstihbaratı tarafından fark edilince Fransız karşıtlığı yaptığı şeklinde adı duyulur. Lise diplomasından men edilen Meriç, aynı yıllarda ileri derecede miyop olduğunu öğrenir.

1936’da İstanbul’a gelen yazar o yıllarını şöyle tarif eder: “Yıllarca aç kaldım koca bir şehirde. Gurbet ve açlık... Bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç dolaşmamıştır. Temsil ettiği beşeri değerleri lekelememek için açlıktan kıvranmaya razı olan adam...”

İstanbul’da tutunamayıp bir sene sonra memleketine dönmüş ve bir süre ilkokul öğretmenliği yapmıştır. Bundan sonra ardı ardına azledildiği görevlere tayin edilmiştir; sınavla girdiği İskenderun Tercüme Odası, Hatay Aktepe Nahiye Müdürlüğü… Tek bir telefonla görevlerine son verilmektedir Meriç’in.

1939 yılında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle polis tarafından evi basılmış ve üç yüze yakın kitap ve dergisine el konulmuştur. Hapse atılan Meriç için savcı idam talebinde bulunmuştur. Cemil Meriç mahkemede inkâr etmez ve adeta Marksist olduğunu haykırır. Böyle bir cümle T.C. mahkemelerinde ilk kez telaffuz edilmektedir. Bu ideolojiyi neden benimsediğini şöyle anlatıyor: “Marksizm bir tecessüstü bende. Herhangi bir Batı memleketinde büyük bir fikir adamı olabilirdim ama ezdiler. Acaba ezilen daha kaç kişi var bu memlekette? Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı memleketim, karanlığa o kadar alışmışsın ki yıldızlar bile rahatsız ediyor seni. Memleketin en seçkin evlatlarının beynini ve kalbini idareye peşkeş çeken memleketim... Mahkemede Marksist olduğumu haykırdığım zaman, tek işçinin elini sıkmış değildim. Sadece namuslu olmak istiyordum, korktuğu için sustu dedirtmemek için. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı. Bir yaşama gerekçesiydi ve belki de inanıyordum Marksizm’e. Eziliyordum, ezilenlerin yanındaydım.”

Birkaç ay tutuklu kaldıktan sonra salıverilir ama tüm hayatı polisin nefesini ensesinde hissederek geçecektir. Hatay’dan bir daha dönmemek üzere ayrılır ve kültürün, tarihin ve krizlerin başkenti İstanbul’a taşınır.

Yirmi dört yaşındaki Meriç, çok daha olgundur, dimağı alev alevdir. Halen Marksist olsa da Türkiye’nin meselelerinin herhangi bir ideoloji yordamıyla çözülemeyecek kadar karmaşık olduğunu anlamıştır. O yüzden de kendi iç krizlerini söndürmek için kullandığı Ateizm, Türkçülük ve Sosyalizm ideolojilerine çok fazla bağlanmamıştır. Kolay çözümleri sevmiyordur ve arayışın adamı olmaya kararlıdır. Hafızasını yitirmiş ülkenin arayış adamı olacaktır.

Yabancı diller yüksekokuluna kayıt yaptıran Cemil Meriç’in ana bahçesi kitaplarıydı. O kadar donanımlıydı ki hocaların eksiklerini yüzlerine vuruyordu. Mezun olduktan sonra Fransızca öğretmeni olarak Elazığ’a atandı. Aynı dönemlerde dergilerde yazılarını ve eleştirilerini yayınlamaya devam ediyordu.

Cemil Meriç Türkiye’nin modernleşme sürecinin çelişkisini; “Batının sömürgesi olmamak için batılılaşmak.” olarak tanımlamıştır. Kaç yüzyıldır uğraşıp durmasına rağmen Batılı olmayı becerememiş, hafızasını da tarihini de kaybeden bir ülke nasıl Batılılaşabilir?

O, hayatının her döneminde fikir özgürlüğünü savunmuştu. 1950’lilerden sonraki gelişmeleri değerli buldu çünkü Türkiye, Batı kültürünün sömürgesi olmaktan ancak düşünce özgürlüğüyle kurtulabilirdi. Türkiye’yi mazisinin limanına bir daha dönmeyecek bir gemiye benzeten yazar şöyle diyordu: “Ne Batı’yı tanıyoruz ne de Doğu’yu. En az tanıdığımız ise kendimiziz. Müslümanlığından, Doğululuğundan, Türklüğünden utanan, tarihinden utanan, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik. Bütün Kur'an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, yine de Batılının gözünde; haçlı seferlerinde tekbir getiren askerleriz.”

Gözlerini tamamen kaybeden Meriç, ömrünün kalanı çoğunlukla hastane koridorlarında geçmiştir. Birkaç ameliyat geçirir lakin gözlerindeki ışık geri getirilemez.

Cemil Meriç, kendi üslubu ile şöyle tarif eder gözleri: “Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek... Görmek sahip olmaktır. Mevsimler, bütün işveleriyle emrindedir. Renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açılır.  Şafak onun için parıldar. Gutenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü, onun içindir.”

Yazar, 13 Haziran 1987 tarihinde vefat etmiştir.

Bu Ülke

Günümüzde kavgalarımız kaderlerimizle değil kelimelerimizle olmaktadır. Kelimeler için dövüşüyoruz, savaşıyor ve ölüyoruz. Onların en tehlikeli olanları ise kendi vatanımızda doğmayanlarıdır. Sağ ve sol işte bu tehlikeli kelimelerden sadece ikisidir. Sol cehenneme açılan merdiven, sağ Rabbani kulların oturacakları yerdir Tevrat’ta. Fransız ihtilalinden günümüze kalan bu kavramlardan sol hürriyeti, sağ ise gelenekselliği, değerleri temsil etmiştir hep. Bizde ise her zaman iki karşıt görüşün genel adlarıdır. Hıristiyan Avrupa’nın bu kirli kelimeleriyle bir devri devirdik ne kazandık? Bu kavramlardan bize ne? Her namuslu yazar bu kelimeleri hafızamızdan atıp kendi dünyamızı kendi kavramlarımızla inşa etmeye mecburdur.

Bir de bunun gerici ve ilerici versiyonu var. Ansiklopedi gericinin tarifini şöyle veriyor: “Bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni geri getirmeye çalışan kimse.” O halde çürük bir halden muazzam bir geçmişe uzanmak isteyen her insan gerici olmaktadır. Dante, Balzac ve Dostoyevski de maziye olan özlemleriyle hep gericidirler. Düşünce hürriyeti için gerici, ilerici, sağ, sol gibi abes kelimelerin esaretinden kurtulmamız gerekiyor. Unutulmamalıdır ki kelam haysiyeti ihtiva eder.

Kelimelerin bir araya gelmesiyle kamus ortaya çıkar ve haysiyetli kelimelerin birleştiği kamus namustur; o halde ona uzanan el namusa uzanmıştır. Bir milletin namusunu ele geçirmek isteyen kimse kamusunu yani kelime haznesini kirletir. Ona, ona ait olmayan unsurlar ekler, çıkarır, keser, biçer. Özellikle “izm” ile biten kelimeler var ya işte onlar hep Avrupalı ve kesinlikle bizden değil. Avrupalı olmasalar asla itibar görmeyecek olan bu kelimelerin kendilerine ait değerleri yoktur. 

Bu izm Avrupa’dan kovulmuş, Rus çarından kaçmış da bize sığınmıştır. Bunun yüzünden elli yıl mahkemeler kuruldu, hapishaneler inşa edildi, insanlar onu kabul etmedi diye yargılandı, asıldı. Kâh batıcılık oldu, kâh batı düşmanlığı her halükarda bu izm bizi iğdiş etti. Ondan kurtulmak isteyen gençler de kirli yollara saptı.

İzm’leri reddetmek tek bir izm’e saplanmaktır: Obskürantizm. Toplumun belirli bir kesimin, bilgiyi tek elinde toplayıp diğerlerinden saklaması anlamına gelen obskürantizm’e meydan vermemek için izm’leri dışlamaktan ziyade onları pusula yardımıyla yönlendirmek gerekiyor. Pusula da şuurdur; Tarih, millet, kişilik şuuruna sahip olmalıyız. Şuurlu insan düşüncelerini bağıra çağıra duyurmaz, konuşarak açıklar. Gençlerimiz yıllardır konuşturulmadı, onlar hep çığlık atmak zorunda bırakıldı.

Yapılacak iş tüm ideolojileri dinlemek, onları tanımak, tartışmak ve ülkemizin kaderini onların yardımıyla fakat muhteşem mazimizi örnek alarak inşa etmektir.

Türk Aydını

Bu aralar sürekli duyuyoruz: Bu memlekette yaşanmaz! Bu aydınlar neyden şikâyetçi? Çöpten, tozdan, gürültüden mi? Hayır, onlar insanımızdan şikâyet ediyor, aslında kendilerinden. Bunlar aynaya bakmaya dayanamazlar. Ülkelerini yaşanmaz bulanlar, işte onlar ülkelerini yaşanmaz kılıyorlar.

Bu kesim sadece ülkelerinden değil mazilerinden de utanır oldu. Diğerleri de onlara katıldı ve hep birden hafıza kaybına tutulduk. Utancımız yerini unutkanlığa bıraktı “Avrupalıyız biz.” demeye başladık. “Asya barbarlar kıtası, bizim orayla ne işimiz olur!” Avrupalılar bize ne dedi peki? “Hayır. Siz bir az-gelişmişsiniz.” Türk aydını bu ince hakareti gurur nişanesi olarak göğsüne taktı.  

“Çağdaşlaşmak” da Avrupa’nın yeni ihraç ürünlerinden, uyuşturucu gibi zehirli bir ürün… Çağdışılık da alçakça bir itham; aynı çağda farklı çağlar yaşanır, neden çağdaşlık Hristiyan Avrupa’nın putlarına tapınmaktan ibaret oluyor ki? Bunu kabul eden kişi kendi derisinden çıkıp kendi değerlerini inkâr ederek peşinen köle olmaya gönüllü olmaktır. Çağdaşlaşmanın halk arasındaki adı maskaralaşmak, gâvurlaşmaktır. Bin yıllık medeniyet başka bir medeniyete doğru biçim değiştirebilir mi?

Biz Avrupa’yı çok iyi tanıdığımızı ve doğru bir şekilde ona evirildiğimizi zannediyoruz ama yanılıyoruz. Ne Avrupa’yı ne de kendimizi tanıyoruz. Avrupa’yı ancak onların istediği kadar tanıyoruz.

Sonuç

Kırk yaşına varmadan gözlerini kaybeden Cemil Meriç’in içine düştüğü karanlık, toplumu aydınlatan bir ışık huzmesine dönüşmüştür. Meriç, ünlü olan tüm eserlerini o tarihten sonra yazmış ve eskisinden daha üretken bir yazar olmuştur. Ustalık eserim dediği eseri tamamladığında şöyle demiştir: “Bana öyle geliyor ki hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim.” Bahsettiği kitap ise “Bu Ülke”.

Kitap, dünyadaki Doğu-Batı karşıtlığına, Türkiye’de ise sağ-sol kavgasına dair değerlendirmeler, yorum ve çıkarımlar içeriyor. Tarih, sosyoloji, din ve edebiyat bilgisi oldukça derin olan yazar, verdiği örneklerle hem konunun daha iyi anlaşılmasını sağlıyor hem de yeni okumalar yapmak için okuyucuyu itekliyor. Dilinin ağır ve kullanılan kavramların eski olduğunu; teşbih sanatının oldukça kullanıldığını ve derin anlamların düşünmeyi gerektireceğini bilerek okumak gerekiyor. Yazılanların sadece buzdağının görünen kısmı olduğunu unutmadan üzerine uzun uzun tefekkür ederek okunacak bir kitaptır Bu Ülke.

Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.