Hayatı

Cemâleddîn Afgânî, H. 1254 / M. 1838-39 yılında dünyaya gelmiştir. Bizzat kendisi bunu Hatırat’ında ifade etmektedir.[1] Ancak doğum yeri hakkında ihtilaf vardır. Nitekim sevenleri ve taraftarları ismindeki “Afgânî” nisbesine dayanarak Kabil yakınlarındaki Esedabad’da, karşıtları ise Hemedan civarındaki Esedabad’da, yani İran’da doğduğunu ve dolayısıyla Şii olduğunu iddia ederler.[2] Yaygın kabule göre Afgânî bugünkü Afganistan sınırları içinde bulunan Esadabad’da dünyaya gelmiştir. Babasının adı Safder yahut Safer’dir.[3]

Afgânî, Kabil medresesinde klasik din eğitimini tamamladıktan sonra Hindistan’a ve oradan hacca gitmiştir. Kerbela ve Necef’te ilim tahsil etmek için bir müddet kalmış, akabinde tekrar Kabil’e dönmüştür. Orada Emir Dost Muhammed Han’ın hizmetinde bulunmuştur. Dost Muhammed’in ölümü sonrasında emirliğe geçen Şîr Ali’nin kardeşi Muhammed A’zam ile olan yakın dostluğu sebebiyle kabile kavgalarına karışmıştır. Muhammed A’zam’ın kısa süren emirliği sırasında vezirliğini yapan Afgânî, hamisinin tahtan indirilmesi üzerine Afganistan’dan ayrılarak Hindistan’a gitmiştir. Tabii burada İngilizlerin de etkisi vardır. Çünkü Muhammed A’zam’ın yerine geçen Şîr Ali Han İngiliz yanlısı idi ve onların talebi üzerine Afgânî’yi sınır dışı etmiştir.[4]

Afgânî Kabil’de bulunduğu yıllarda bir takım siyasi faaliyetlerde bulunmuştur. Bunlardan biri de ülkenin ilk gazetesi olan, ancak tek bir sayı çıkarılabilen Şemsü’n-Nehâr isimli gazete 1868 yılında yayına başlamıştır. Yine aynı yıllarda Encümen-i Ulemâ isimli aydınlar birliği onun çabasıyla kurulmuştur.[5] Dolayısıyla Afgânî’nin Afganistan’daki siyasal fikirlerin oluşum ve gelişiminde etkin bir rolü olmuştur. Hindistan hükümeti onu ilk başta sıcak karşılamasına rağmen halkın ona olan aşırı ilgisinden rahatsız olmuş ve bu yüzden ondan ülkeyi terk etmesini istemiştir. Hükümetin bu uygulamasını halk protesto etmişse de Afgânî hükümet temsilcilerine şöyle demiştir: “Ben Hindistan’a Büyük Britanya Hükümeti’ni ürkütmek için gelmedim. Bugün ne onlara karşı bir isyan çıkaracak ne de politikalarını eleştirecek bir konumdayım. Fakat Büyük Britanya Hükümeti’nin benim gibi zayıf bir ziyaretçiden korkması ve benden daha güçsüz ziyaretçileri engellemesi, Britanya Hükümeti’nin kararsızlığını, güçsüzlüğünü, adaletsizliğini, yönetiminin güvenliği konusundaki endişelerini ve bu uçsuz bucaksız topraklar üzerindeki egemenliğinin gerçekte oralarda yaşayan halklardan çok daha güçsüz olduğunu tescil edecektir.”[6]

Sonra halka dönerek şöyle seslenir: “Ey Hindistan halkı! Hakkın şerefi ve adaletin sırrı adına yemin ederim ki milyonlara ulaşan sizler, haminiz İngilizler ve onlar tarafından sizin istiklalinizi yok etmek ve servetinizi tüketmek üzere kullanılan ve silahlandırılan evlatlarınız karşısında ki toplam sayıları on binleri geçmez, sinek olsaydınız, vızıltınız Büyük Britanya’nın kulaklarını sağır eder, uluları olan Bay Gladstone’un kulaklarına ağırlık çöktürürdü. Eğer Allah siz yüz milyonlarca Hintliyi kaplumbağaya dönüştürse ve siz denize dalıp Büyük Britanya adasını kuşatsaydınız, mutlaka onu okyanusun dibine indirir, sonra da hür olarak Hindistan’a dönerdiniz.”[7] Afgânî sözlerini bitirmeden yanındakiler gözyaşlarına boğulur. Bunun üzerine şöyle seslenir: “Biliniz ki ağlamak kadınlara yakışır. Gazneli Sultan Mahmut Hindistan’a ağlayarak gelmedi. Aksine tam teçhizatlı silah kuşanarak geldi. İstiklal yolunda ölümü kahramanca karşılamayan bir toplumun hayat hakkı olmaz.”[8]

Afgânî Hindistan’daki kısa günlerinin ardından Mısır’a gitmiş ve orada kırk gün kadar kalmıştır. Bu süre zarfında pek çok öğrenciyle görüşmüştür. Daha sonra İstanbul’a gitmiştir.[9] Afgânî’nin İstanbul seferi Tanzimat döneminin sonlarına rastlamaktadır. İstanbul’da tanıştığı Tanzimat reformcuları, açık fikirli buldukları bu adamı Meclis-i Maârif ve Encümen-i Dâniş azalığı gibi önemli görevlere getirmişlerdir.[10] Başta Münif Paşa ve Tahsin Paşa olmak üzere Tanzimat’ın reformcu ekibinin Afgânî’yi, şeyhülİslâm kanadına karşı Doğu Müslümanlarının temsilcisi olarak takdim ettiği anlaşılmaktadır.[11]

Afgânî Darülfünun’un açılışında bir konuşma yapmış ve yine orada Ramazan geceleri konferanslar vermiştir. Açılış konferansında peygamberler ve filozoflar yahut peygamberlik ve filozofluk arasında kurduğu benzerlikler sebebiyle Sünni âlemden büyük tepki almıştır.[12] Bunun üzerine ortalık duruluncaya kadar birkaç ay için İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. Ancak dilerse geri dönebilecektir. Bu zorunlu terk esnasında dostlarından biri Afgânî’yi Mısır’a gitmeye ikna etmiş, böylece 1871’de Mısır’a ulaşmıştır. Mısır’da yayın faaliyetlerinde bulunmuştur. Afgânî’nin Mısır’daki en tartışmalı faaliyeti, Fransız Doğu locasına bağlı bir Mason locası kurmasıdır. Locaya Hıristiyan ve Yahudilerin dışında Mısır’ın ileri gelenleri de üye olmuş; ayrıca diğer Ortadoğu şehirlerinde de şubeleri kurulmuştur.[13] Hourani’ye göre bu Loca İslâm birliği ve reformu için çalışmaya adanmış gizli bir cemiyet olup farklı yerlerde şubesi olduğu söylense de boyutu belirsizdir.[14]

Afgânî, sekiz yıl kaldığı Mısır’dan 1879’da ayrılarak Hindistan’a gitmiş ve orada bir süre kaldıktan sonra Amerika’ya gittiği ve oradan İngiltere’ye geçtiği söylenmiştir. 1883’te ise Paris’e gitmiştir. Orada Muhammed Abduh ile birlikte el-Urvetü’l-Vüskâ isimli Arapça bir dergi çıkarmıştır.[15] Sömürgeci karşıtı fikirler içeren derginin büyük ilgi uyandırması İngiltere’nin korkularını artırmıştır. O sırada Sudanlı Mehdî Muhammed Ahmed olayı patlak vermiş ve ülke kontrolden çıkmaya başlamıştır. Bu da Sudan’daki Mehdî devrimini bastırmak bahanesiyle İngiltere’ye Mısır’ın iç işlerine karışma fırsatını doğurmuştur.[16]  Afgânî el-Urvetü’l-Vüskâ’da birtakım yazılar kaleme alarak İngilizleri uyarmış ve Sudan meselesi hakkında yazmaya devam etmiştir. Önde gelen İngiliz devlet adamlarından Lord Salisbury, Mehdî Muhammed Ahmed meselesinin çözümü için Afgânî’den fikir almak zorunda kalmıştır. Afgânî Londra’ya giderek onlarla bir araya gelmiştir. Görüşmede İngilizlere kapalı gelen meseleleri bütün ayrıntılarıyla açıklamış ve genel olarak İslâm ülkelerine karşı izledikleri ve özelde Mısır’da uyguladıkları politikanın yanlışlığını göstermiştir.[17]

Afgânî’nin açıklamalarını dinleyen Lord Salisbury ona şöyle bir teklifte bulunmuştur: “Şüphesiz Britanya senin gücünü biliyor ve görüşünün değerini takdir ediyor. Bizler, İslâm ülkeleriyle olan ilişkilerimizi, şartlar elverdiği ölçüde, sevgi ve dostluk esasına göre yürütmek istiyoruz. Kısacası, Sudan’daki Mehdî fitnesinin kökünü kazıman ve orada Britanya’nın uygulayacağı ıslahatları gerçekleştirmen için seni Sudan Sultanı yapmayı düşündük.”[18] Afgâni’nin cevabı şöyledir: “İlginç bir öneri, bundan daha saçma bir politika olamaz! Lord hazretleri! Siz Sudan’a hâkim oldunuz mu ki beni oraya sultan olarak göndermek istiyorsunuz? Dolayısıyla Mısır Mısırlılarındır. Sudan da Mısır’ın bir parçasıdır. Bu konudaki yegâne hak sahibi yüce halife Sultan II. Abdülhamid hâlâ hayattadır. O, İslâm dünyasında ve kendisine bağlı bölgelerde her türlü güçlüğü ortadan kaldıracak maddi ve manevi ordulara sahiptir.”[19]

Böylece Afgânî kendisine yapılan teklifi kabul etmeyerek sözlerine şöyle devam eder: “Britanya’nın ve büyük devlet adamlarından Lord hazretlerinin dikkatlerini, İrlanda’ya ve bağımsızlık isteği yolunda çektiği türlü sıkıntılara çekmek isterim. Böylece belki kendi ülkelerinde gerçek ıslahatı gerçekleştirme imkânını yakalarlar. Niçin onların taleplerine cevap verip durumlarını düzeltmiyorsunuz? Hâlbuki onlar size şah damarınızdan daha yakındır. Ayrıca sizinle onlar arasında Mısır, Sudan vs. Doğu ülkelerinde sahip olmadığınız ortak özellikler bulunmaktadır.”[20] Hiç beklemediği bir cevap alan Lord Salisbury artık tüm gücüyle el-Urvetü’l-Vüskâ gazetesini susturmaya çalışır.[21] Dergi yasaklanmış, ama etkisi bir türlü engellenememiştir. Bu derginin on sekiz ayda on sekiz sayısı çıkabilmiştir.[22] Derginin amacı, İslâm ülkelerinde ve özellikle Mısır ve Hindistan’da İngiltere’nin siyasi nüfuzuna karşı mücadele etmektir.[23]

Afgânî sadece teoriyle sınırlı kalmayıp pratiğe de önem vermiştir. Paris’te bulunduğu yıllarda Muhammed Abduh ile birlikte amacı İslâm birliği ve ıslahat olan gizli bir teşkilat kurmuştur. Bu arada Afgânî hiç beklenmedik bir girişimde bulunmuştur: Rusya’nın Orta Asya’daki ilerleyişini öne sürerek Müslümanların İngiltere ile ittifak kurması gerektiğini savunmuştur. Hatta bunun için Londra’ya gidip temaslarda bulunmuştur. Ancak İngiltere’nin Mısır’a bağımsızlık vermeyi reddetmesi üzerine bir sonuç alamamıştır.[24]

Başarısız Londra girişiminden sonra Paris’e dönen Afgânî 1886 yılında İran Şahı Nasiruddin’in daveti üzerine İran’a gitmiş ve İran yönetiminde eskimiş ne kadar şey varsa değiştirilmesi gerektiğini, ümmeti uyandırmanın ve yönetime ortak kılmanın gerekliliğini açık bir şekilde dile getirmiştir. Sonuçta Şah’la aralarında çıkan anlaşmazlık ve siyasi nüfuz mücadelesi sebebiyle İran’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.[25] Bir müddet Rusya’da kalan Afgânî, Londra’da önerdiği Müslüman İngiliz ittifakının aksine, İngiltere’ye karşı Müslüman-Rus yakınlaşmasını önermiştir. Rusya’ya, Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Afganistan’ı da yanına alarak Hindistan’a saldırmasını önerir. Bu öneri kabul görmediği gibi tepki de uyandırmıştır. Ayrıca Rusya Müslümanlarının sorunlarıyla ilgilendiği için Afgânî’den ülkeyi terk etmesi istenir.[26] Rusya’dan ayrılan ve Paris’te açılan uluslararası fuarı ziyaret etmek için Paris’e giden Afgânî kısa bir süre için Münih’te ikamet eder. Orada, Paris’ten dönmekte olan İran Şahı Nasuriddîn ile karşılaşır ve Şah onu tekrar İran’a dönmeye ikna eder.[27]

Şah’la bu sefer ülkede bazı alanlarda reform yapılması hakkında fikir birliğine varırlar. Ancak Şah’ın veziri Mirza Ali Aşgar Han onun fikirlerine karşı sert muhalefette bulunarak adalet alanında yapılacak yeniliklerin devletin gücünü sarsacağı hususunda Şah’ı ikna eder. Tehlikeyi fark eden Afgânî Avrupa’ya gitmek için izin ister ancak bu isteği kesin bir şekilde reddedilir. Hayatının tehlikede olduğunu hissedince Afgânî İran bölgesinde bulunan ve dini olarak saldırıdan masun tutulan Şah Abdülaziz Türbesi’ne sığınır. Yedi ay orada yaşar. Sonunda Şah beş yüz askerle türbenin dokunulmazlığını ihlal ederek Afgânî’yi oradan çıkarıp sınır dışı eder. Afgânî tekrar Londra’ya geçer. Londra’ya varır varmaz İran’daki rejim aleyhine bir kampanya başlatır. 1890 yılında İran’da tütün tekelinin bir İngiliz şirketine devredilmesi üzerine bir protesto hareketi organize eder. Devrin büyük Şii müçtehidi Mirza Hasan Şîrâzî’ye bir mektup yazarak tütün içmenin haram olduğuna dair fetva alır. Bu fetvaya uyan halkın protestoları üzerine tütün tekeli İngiliz Şirketi’nden geri alınır.[28]

Daha sonra İran Şahı’nın ölümüyle sonuçlanan suikastın Afgânî tarafından tertiplendiği iddia edilir. Afgânî Londra’da iken Abdülhamid tarafından yerleşmek üzere İstanbul’a davet edilir. Bu teklifi kabul eden Afgânî’ye 75 lira maaş ve bir konak tahsis edilir. Ancak daha sonra İstanbul’dan ayrılmak istediğinde izin verilmez. Bununla birlikte Abdülhamid, Şah’ın katlinden sorumlu tutan İran Hükümetine Afgânî’yi iade etmez.[29]

Afgânî 1314/9 Mart 1897’de İstanbul’da, çenesinde büyüyen kanser sebebiyle vefat etmiş ve Nişantaşı Mezarlığı’na defnedilmiştir. Mezarı Amerikalı Charles Crone’un yardımıyla yeniden yaptırılmıştır. Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı (1923) sonrasında Afganistan Şahı’nın Türkiye’yi ziyaretinin ardından na’şı Afganistan’ın başkenti Kabil’e nakledilmiştir.[30] Mezarı Kabil Üniversitesi kampüsü içindedir. Afgânî’nin dostlarından Şeyh Abdürreşid İbrahimî, onun hayatının son anlarını şöyle anlatır: “Hayatının son günlerinde her gün kendisini ziyaret ederdim… Bir gün el işaretiyle beni yanına çağırdı. Konuşamıyordu; bir kalem ve kâğıt aldı. Kâğıtta şunlar yazılıydı: Ey Rabbim, şahit ol! Hz. Peygamberin son sözü “Ümmetim, ümmetim, ümmetim!” idi. Ben de “Milletim, milletim diyorum!” Kalkıp yanından dışarı çıktım. İki saat sonra döndüğümde yatakta cansız bedenini buldum.”[31]

Bu arada Afgânî’nin ölüm sebebi hakkında farklı iddialar da öne sürülmüştür. Kanser sebebiyle öldüğünü söyleyenlerin sayısı daha fazla ise de öldürüldüğünü savunanlar da vardır.[32] Onun İranlılar tarafından zehirlenerek öldürüldüğü öne sürüldüğü gibi yakalandığı kanser hastalığının tedavisi sırasında Osmanlı Devleti’nin yeterli özeni göstermemesi sebebiyle öldüğü de iddia edilmiştir.[33] Said Hadi Hüsrev Şahi’ye göre ise Afgânî, Seyyid Ahmed adlı bir İranlı tarafından öldürülmüştür.[34]

         

Kişiliği

Afgânî, çağdaş Rönesans hareketinin önde gelenlerinden olup XIX. asrın Doğulu dâhilerindendir. Dinî ıslahatçı, siyasî lider ve filozoftur.[35] G. Brown’a göre Afgânî, hem filozof ve yazar, hem de hatip ve gazetecidir. Yine ona göre Afgânî, kendisini sevenler nezdinde büyük bir İslâmcı, düşmanları gözünde ise tehlikeli ve tahrikçi bir politikacıdır.[36] Afgânî, nadir aklî mevhibelere ve yüce ahlakî meziyetlere sahip bir şahsiyet olduğundan insanları kendine çeken bir karaktere sahiptir.[37] Herkes onun yaratıcı bir yazar, beliğ bir hatip ve iknacı bir mücadele adamı olduğu kanısına varmıştır.[38]

Afgânî’nin kişiliğini en iyi şekilde öğrencisi Muhammed Abduh (1849– 1905) tasvir etmiştir. Ona göre Afgânî sağduyulu, demir mizaçlı, oldukça azimli, atılgan, çok çalışkan, Allah’a güveni tam, dünyaya karşı hırsı az, kibir ve böbürlenmeden uzak ve maddiyattan kaçınan biridir. Afgânî hayatını özgürce sürdürmeyi arzuladığından evlenmemiş, herhangi bir rütbe ya da mevkie gönül bağlamamıştır.[39]

Afgânî’nin sürekli ikamet ettiği özel bir vatanı olmamıştır. Çocukluğundan itibaren seyyah hayatı sürmüş ve pek çok ülkeyi gezmiş; bulunduğu ülkelerin gazetelerinde yazılar yazıp konferanslar vermiş, pek çok din, bilim ve siyaset adamıyla tanışmıştır. Ayrıca Arapça, Farsça, Türkçe ve Fransızcayı iyi bildiği ve Rusça da konuşabildiği söylenir. Felsefe ve tarih gibi alanlara aşinalığı, Kur’an ve hadis bilgisi onu her konuda konuşmaya cesaretlendirmiştir. Allah’a karşı sonsuz bir inancı olan Afgânî dinî vecibelerini de titiz bir şekilde yerine getirmeye gayret göstermiştir.[40]

Afgânî, Hanefi mezhebini benimsemiştir. Ancak onun bu mezhebi benimsemesi, diğer mezheplere karşı hoşgörülü olmasına engel olmamıştır. “Ben, mezhep imamlarını kendimden büyük görmüyorum ki birinin yoluna gireyim. Bir meselede onlardan birinin görüşünü benimsiyorsam da birçok konuda onlara muhalif kalabiliyorum”[41] ifadelerinde Afgânî, mezheplere ve mezhep imamlarına bakışını dile getirmektedir. Afgânî, Renan dâhil, birçok Batılı düşünüre göre dünyadaki büyük düşünürlerden biridir. Hatta büyük âlim ve filozof, Mısır Evkâf Bakanı –ki bu bakanlık Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığı’na karşılık gelmektedir-Mustafa Abdurrezzak’a göre o, modern Doğu tarihinde özgürlük fikrini ilk ortaya koyan kişidir.[42] Fakat onun açık sözlülüğü ve düşünce özgürlüğü onu pek çok iftiraya maruz bırakmıştır. Hâlbuki o, hayatını Müslümanların özgürlüğüne adamış; kalemini ve lisanını İslâm’ın ilerleme ve hürriyet getirdiğini ve İslâmî emirleri yerine getirmenin zor olmadığını ispatlamak için kullanmıştır.[43] Bu amaçla o, batıl inançların karanlık bulutlarını, materyalizm ve Cebriyeci kader anlayışının yanlışlarını ortadan kaldırmak; Müslümanların, felsefe ve bilime karşı, inançsızlık aşılıyor düşüncesiyle, olumsuz tutum takınmalarının önüne geçmek için büyük bir gayret sarf etmiştir. Ona göre fikrî ve ilmî hürriyet çok önemlidir.[44] Yine Afgânî’ye göre İslâm, insanın özgürlüğünü önemsemiştir. Dolayısıyla İslâm’ı baskıcı rejimlerle bir arada düşünmek mümkün değildir. İslâm’ın idealleri, demokrasiye daha çok yakındır. Çünkü o, halkın tasvibinin demokraside olduğu gibi İslâm’da da önemli olduğunu vurgulamaktadır.[45]

Afgânî, ümidini Müslüman idarecilerden ziyade Müslüman halk kitlelerine bağlamış ve onları aydınlatmak suretiyle halkın, idarecileri uyarmasının önemine vurgu yapmıştır. Ayrıca o, faydacı yöneticileri keyfi yönetimlerinden dolayı şiddetle eleştirmiş, onları dünya zevklerinin esiri, korkak, cesaretten yoksun ve girişim kabiliyetinden mahrum olmakla suçlamıştır.[46] Afgânî dinî düşüncenin körü körüne geçmişi taklitten ve hurafelerden arındırılması gerektiğine ve İslâm mirasının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine inanmış, modern bilgiye dayalı zihinsel faaliyetin önemine dikkat çekmiştir. İslâm toplum hayatının hızla değişen çağın şartlarına göre yeniden düzenlenmesi gerektiğine inanmış, İslâm’ın bir güç olarak varlığını devam ettirebilmesini, ilahî kanuna hakkıyla uymaya bağlamıştır.[47] Afgânî hakiki Müslümanlığa; yani hurafelerden, batıl inançlardan ve garip görüşlerden arındırılmış bir İslâm’a inanıyor ve onun gelişip yerleşmesi için çalışıyordu.[48] Aklî delillere ve sağlam temellere dayanmanın gerekliliğine ve bunun içtihat kapılarının tekrar açılması ve Kur’an’ın zamanın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlanması ile mümkün olduğuna inanmıştır. Ona göre en meşhur âlimlerin sözlerinin dahi herhangi bir konuda son ve doğru söz olamayacağı kabul edilmeli, içtihat hürriyeti önüne hiçbir set çekilmemelidir.[49]

Afgânî’nin bu yenilikçi düşünceleri Muhammed Abduh, Musa Carullah ve Muhammed İkbal yanında Türkiye’de de Mehmed Akif gibi düşünür ve yazarlar üzerinde etkili olmuştur. Bunlar onun düşüncelerini geliştirip yaymaya çalışmışlardır.[50] Ali Şeriati, “Cemaleddin Afgânî bir dönemin adıdır. Onu tanımak suretiyle başlığı bu şahsiyet olan bir metnin içine girmiş oluruz. O metin, bizim kendimiz, düşüncemiz, sorunlarımız ve çözüm yollarımızdır. Afgânî’yi tanımak, bu yüzden İslâm’ı tanımak, Müslümanları tanımak, şimdiki zamanı ve geleceği tanımak demektir.” diyerek onun kişiliğini ortaya koymaktadır.[51]

Afgânî’nin en büyük özelliklerinden biri, anti-emperyalist oluşudur. Nitekim o, sömürgecilik karşısında Müslümanların potansiyel güç ve bilinçlerini harekete geçirmek için Hindistan ve Afganistan’dan İstanbul, Kahire, Paris ve Londra’ya yoğun seyahatlerde bulunmuştur. Avrupa’nın tehdidi karşısında Müslümanları uyarmaya ve Hıristiyan casuslara çanak tutan Müslüman yöneticilere karşı direnmeye çalışmıştır. Afgânî’nin siyasî hedefi, zayıf düşen İslâm devletini ve Müslüman milletleri tekrar canlandırmaktır. Böylece İslâm yeniden güçlenecek ve Doğu milletleri üzerindeki emperyalist saldırılar sona erecektir. Nitekim Afgânî kendi döneminde İslâmî uyanışın en etkili fikri ve siyasi öncülerinden biriydi.[52]

 Jön-Türklerle İlişkisi ve Türkiye’deki Etkileri

Osmanlının son dönemlerinde, 1889 da kurulan İttihad-ı Osmanî cemiyeti daha sonra Osmanlı ittihat ve terakki cemiyeti, nihayet ikinci meşrutiyetin ilanından sonra da ittihat ve terakki cemiyeti adını almıştır. İlk defa bu hareketi başlatanlara Avrupa’da “Genç Türk” anlamına gelen “Jön Türkler” denmiştir. Fakat bu isim içerde ve dışarıda yaygın olarak günümüzde de aynen kullanılmaktadır. Bu cemiyet, ikinci meşrutiyetin ilanı, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve daha sonraki kısa zaman içinde çok önemli iç ve dış siyasal olayların gerçekleşmesinde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla Afgânî’nin Jön Türklerle ilişkisinde ise, Afgânî gerek 1880- 1890 yılları arasında çeşitli tarihlerde Avrupa’da bulunduğu yıllarda, gerekse 1892 yılında İstanbul’a geldikten sonra görüştüğü, sohbet ettiği, muhalefete mensup birçok kişiler üzerinde büyük etkileri olmuştur. Yeni Osmanlıların başarısızlığından sonra, Türk siyasal hayatında kendini gösteren Jön Türk hareketi için, Afgânî, farklı ve çekici düşünceleriyle grup zihniyetinin teşekkülünde son derece etkili olmuştur. Afgânî’nin önemi, onun etki alanının Osmanlı sınırları dışına da taşarak aynı zamanda din adamı olarak değişik konulara girebilmesinden kaynaklanmaktadır.[53]

Jön Türk hareketinin zihniyetini oluşturan en önemli unsurlar, bu hareket içerisinde milliyetçi ve İslâmi motiflerin yer almasıdır. Genç Osmanlıların üzerinde durduğu konular genellikle vatan sevgisi, hürriyet, kânûn-i esâsî tutkusu, hatta Osmanlılık ruhu olduğu halde Jön Türklerde Türkçülük ve İslâm dininin hükümlerinin yeniden yorumlanmasına (özüne) inilmesine dair konular ağırlıklı olarak işlenmiştir.[54]

Jön Türklerde, Türkçülük bilincinin gelişmesi ve bunun etkin bir şekilde işlenmesi oldukça önemlidir. Bu konuda Afgânî’nin etkisi özellikle Mehmet Emin Yurdakul’un üzerinde son derece keskin olmuş, onu Türkçülük şuurunu işleyen şiirler yazması yönünde teşvik etmiştir.[55] Ziya Gökalp şöyle demektedir: “Türk şairi Mehmet Emin’e Türkçülüğü aşılayan, kendisinin söylediğine göre Afganistanlı Cemaleddin Afgânî’dir. Bu büyük İslâm inkılapçısı Türkiye’de Mehmet Emin’i bularak, ona halk dilinde, halk vezninde, millet sevgisiyle dolu şiirler yazmasını tavsiye etmiştir.”[56] Kısacası Afgânî evinde toplanan Jön Türkler’e konferanslar vermiş ve onları fazlasıyla etkilemiştir.[57]

Türkiye’de, Sultan Abdülhamid’i farklı bir İslâm birliği, Şii-Sünni yakınlaşması, yönetim biçimi konularında en azından teorik veya fikri olarak etkilemiştir. Batıcı, Türkçü, İslâmcı olarak farklı ideolojilere mensup birçok Osmanlı düşünürü, onun sohbet ve yazılarından, ya doğrudan yahut dolaylı olarak faydalanmış ve etkilenmiştir[58]Milliyet aşkının yeni bir ruh olduğunu ve bu ruhun geliştirilmesi gerektiğini savunan Afgânî’nin, özellikle İstanbul’daki son dönem hayatı Türkçüler üzerinde derin etkiler bırakmıştır.[59] Bu konuda etkilenen düşünürler, Yeni Osmanlı olarak da adlandırılan; Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp gibi Türkçüler, Mehmet Akif, A. Hamdi Efendi, Said Nursi gibi İslâmcılar, ve Seyyid bey, Şemseddin Günaltay gibi değişimci/yenilikçi (reformcu) şahıslar da Afgânî’den oldukça etkilenmiştir.[60]

Enamullah AHMADY

Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya-2012

DİPNOTLAR:

[1] Muhammed Mahzumî Paşa, Cemaleddin Afganî’nin Hatıraları, çvr. Adem Yerinde, Klasik Yayınları, İstanbul 2006, s. 4.

[2] Albert Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, çvr. Latif Boyacı, Hüseyin Yılmaz, İnsan Yayınları, İstanbul 1994, s. 128.

[3] Abdulhay Habibi, Neseb wa Zadgah-i Seyyid Cemaleddin Afgani, Beyhaki Yayınları, Kabil h. 1355, s. 7-9. Ayrıca bkz. Ömer Turan, İslami Hareketler, Yayınevi yok, İstanbul 2002, s. 36.

[4] Mohammad Aleem Saaie, Afganistan’da Siyasi Partiler Tarihçesi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2009, s. 36.

[5] Saaie, a.g.e., s. 37.

[6] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 7-9.

[7] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 9.

[8] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 9.

[9] Reşid Rıza–Hayreddin Karaman, Gerçek İslam’da Birlik( Efgânî, Abduh, Reşid Riza), İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 22-23.

[10] Muhammed Muhit Teba Tebay, Seyyid Cemaleddin Esadabadi wa Bidary-i Maşrık Zemin, el-Hadi Yayınevi, İran Milli Kütüphanesi 1379, s. 79

[11] Alâeddin Yalçınkaya, Cemaleddin Afgani ve Türk Siyasi Hayatı Üzerindeki Tesirleri, Sebil Yayınları, İstanbul 1995, s. 33.

[12] Hourani, a.g.e., s. 129.

[13] Mümtaz’er Türköne, Cemaleddin Afgani, TDV Yayınları, Ankara 1994, s. 12.

[14] Hourani, a.g.e., s. 129

[15] Türköne, a.g.e., s. 13.

[16] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 26-28

[17] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 29-30.

[18] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 30.

[19] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 29

[20] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 30-31.

[21] Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 30

[22] Ahmed Emin, Mafhar-i Şark: Seyyid Cemaleddin Esadabadi, çvr. Gulammirza Saidi, el-Hadi Yayınevi, İran Milli Kütüphanesi 1379, s. 77

[23] Muammer Esen, Afgani: Kelami ve Felsefi Görüşleri, Araştırma Yayınları, Ankara 2006, s. 39. Ayrıca bkz. Tebay, a.g.e., s. 81-82; Ahmed Emin, a.g.e., s. 78-79.

[24] Turan, a.g.e., s. 37-38

[25] Tebay, a.g.e., s. 84-85.

[26] Turan, a.g.e., s. 38

[27] Esen, a.g.e., s. 31

[28] Esen, a.g.e., s. 31-33.

[29] Türköne, a.g.e., s. 9-14. İran şahını öldüren kişi Mirza Rıza Kirmânî, Şah’a hançeri saplarken “Cemaleddin’in intikamı böyle alınır demiştir.” Bkz. Mahzumî Paşa, a.g.e., s. 39.

[30] Rıza-Karaman, a.g.e., s. 32; Yalçınkaya, a.g.e., s. 23

[31] Muhammed Yasin Resul, Cihan Bînî-yi Seyyid Cemâleddîn Efgânî, Akademi-yi Ulûm-i Efğânistân, Kâbil 2008, s. 237-38.

[32] Amin Maalouf, Semerkant, çvr. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1993, s. 223.

[33] Resul, a.g.e., s. 238.

[34] Said Hadi Husrev Şahî, Esnad-i Seyyid Cemaleddin Hüseyni Esadabadi, İran İç İşleri Bakanlığı Yayınları, Tehran h. 1388, s. 143.

[35] Esen, Afgani: Kelami ve Felsefi Görüşleri, s. 35. Ayrıca bkz. Cemâleddîn Afgânî, Tabiatçılığı Red, çvr. Aziz Akpınarlı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1956, s. 6.

[36] Muhammed Cavid Baysun, “Cemaleddin Afgani”, TDV İslam Ansiklopedisi, III, s. 81

[37] 7 Seyyid Kasım Rüştiya, Seyyid Cemâleddin Afgânî ve Afganistan, Muesses-i İntişarat-ı BeyhakÎ h. 1355, s. 6

[38] Doktor Şah Abdul Kayum, Şahsiyet ve Afkari Seyyid Cemaleddin Afgânî, çvr. Abdurrahim Ahmed Pervanî, İntişarat-i Meyvend, Kabil 1386, s. 19.

[39] Esen, Afgani: Kelami ve Felsefi Görüşleri, s. 35.

[40] Esen, a.g.e., s. 36. Naklen, Ziaullah Khan, Cemaleddin Afgani, Ankara Üniversitesi DTCF basılmamış doktora tezi, Ankara 1966, s. 95.

[41] Esen, a.g.e., s. 36.

[42] Esen, a.g.e., s. 37

[43] Kayum, a.g.e., s. 19.

[44] Kayum, a.g.e., s. 19-20.

[45] Esen, a.g.e., s. 37. Naklen, Ziaullah Khan, a.g.e., s. 167

[46] Esen, a.g.e., s. 37-38.

[47] Esen, a.g.e., s. 39. Naklen, Ziaullah Khan, a.g.e., s. 52.

[48] Kayum, a.g.e., s. 20

[49] Esen, a.g.e., s. 39.

[50] Esen, a.g.e., s. 39-40.

[51] Ali Şeriati, Biz ve İkbal, çvr. Derya Örs, Fecr Yayınları, Ankara 2007, s. 28.

[52] Esen, a.g.e., s. 40. Geniş Bilgi için bkz. Kayum, a.g.e., s. 22-23.

[53] Yalçınkaya, Cemâleddin Afgânî ve Türk Siyasi Hayatı Üzerindeki Tesirleri, s. 201-202; Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 246.

[54] Yalçınkaya, a.g.e., s. 203.

[55] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Akvaryum Türk Klasikleri Yayınları, İstanbul 2005, s. 19.

[56] Gökalp, a.g.e., s. 19-20.

[57] Yalçınkaya, a.g.e., s. 203. Ayrıca bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler, İletişim Yayınları, Ankara 1998, s. 122.

[58] Rıza- Karaman, a.g.e., s. 44-45.

[59] Mümtazer Türköne, Cemaleddin Afgânî, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1994, s. 108

[60] Rıza-Karaman, a.g.e., s. 44-45. Bu arada Ahmet Ağaoğlu, Afgânî’nin aslen Türk olduğunu iddia etmiştir. Türköne, a.g.e., s. 110.