“Adım Senem’dir, sevdan ile yanan şu sinemdir. Sen de tat şu sevda denen derdi, gör ki, sevda denilen şey ne menemdir”. “Garip ile Senem” bir sevda, bir aşk hikayesi. Kitabın ortasından Senem’in hatiften gelen bir sesi ile başladık. Peki bu aşk ve sevda hikâyeleri okunmalı mı, anlaşılmalı mı, “aman eskide kaldı nerde o sevdalar” deyip kestirip atmalı mı?
Bizim kültürümüzde Unutulmayan sevdalar pek çoktur. Hepsinin bir hikâyesi, bir manisi, bir türküsü dillerde söylenir. Merhum Sadettin Kaplan (1944-2016) birçok menkıbe, kıssa, destan, efsane, hikâyeyi eserlerine taşımış, kendi yazdığı şiir, manileriyle hikayeleri zenginleştirmiş, süslemiş. Her yaştan, her seviyeye göre de okuruna bu lezzeti tattırmış.
Ahbab-ı yârânından Şerif Aydemir, “Yaşamak Geçti Başımdan” adlı yeni (2022) kitabında Sadettin Kaplan’dan şöyle bahseder:
“Sadettin Kaplan Ağabey’in evi uzaktaydı, Gebze’nin bir köyünde. Ama alışkanlık edinmişti, her Perşembe koşa koşa gelirdi. Asker emeklisiydi. Sportmendi, güçlüydü. Sanki kaslarının gücü şiirine ve nüktesine yansıyordu. Kültür sanat mahfillerinde ayırım yapmadan toplantılara katılır, kelimeleri dans ettirir, söze söz katardı.
ESKADER’in kapısından içeri soyadına yakışan atılganlıkla girerdi. Yelelerini kabartınca oturduğu yeri doldururdu. Üstüme üstüme gelirdi; gazaplı, hışımlı ama şairce. Kimlere içerlenirdi bilemezdim, öfkesi diline sığmazdı. Bir yanı baş kaldırırken, bir yanı sükun mahviyekâr… Sanırdım ki, bir kere de önüme döksün diye hafta boyu sabırla ve inatla söz biriktiriyor. Nazını hoş tutardım. Asla kırılmayacağımı bilirdi. Ah o sezgileri… Çayının yanına kuru üzüm isterdi ya da pudra şekerine belenmiş bir tanecik Hacı Bekir lokumu. Bunlara ‘sohbet aşı’ derdi. Bir hüzzam, bir nihavent şarkıyla ücretini peşin öderdi. Şenlikli dilinden dökülen fıkralar, şiirler; Nabi’den, Fuzuli’den, Ziya Paşa’dan beyitler hep ücret kabilindendi. Sonra benim gönlüm hoş olsun diye Niyazi Y. Gençosmanoğlu koçaklamalarından birkaç tane birden…
Bâbıâli toplantılarının birinde kendisini eleştirdim. Yumuşak yumuşak dokundum. Oradakiler şaştılar, onun kılı kıpırdamadı. Toplantı bitince yanıma geldi, “işte tenkit böyle yapılır, edebî edep budur” dedi. Bir kere de İBB’nin salonunda adına saygı gecesi düzenlenmişti, şiirinin üstün ve sahih şiir olduğunu ifade etmiştim. Bu elbette rüşveti kelam değildi, inandığımı söylemiştim. Kendisi için değil de sanatına gösterdiğim kadirbilirlik için teşekkür etti.
Beş-on günlüğüne Elazığ’a gidecektim, hazırlık yapıyordum. Baktım o da seviniyor, bayrama ulaşmış çocuklar gibi şenleniyor. Merak ettim:
“Niyesi var mı?” diye çıkıştı. “Şimdi sen Harput’tan, Ağın’dan, Arapgir’den, Eğin’den yeni türküler, yeni hikâyelerle döneceksin…”
Bir gün de durup dururken:
“Beni de götür oralara!” diye üst perdeden arzusunu belirtti. “Ahmet Kabaklı’nın, Niyazi Y. Gençosmanoğlu’nun, Fethi Gemuhluoğlu’nun, Nurettin Topçu’nun topraklarına ayağım değsin”
Biliyordum; kulağını türkülere yaslamış ve bir ince söze ezelden meftun olmuş bu şair ağabey, o yurt köşelerinde benim görmediklerimi, göremediklerimi yakalayıp mısralarına nakşetmek istiyordu.
Sadettin Kaplan; şiirler, hikâyeler, romanlar, çocuk ve halk hikâyeleri, portreler yazdı. Yüze yakın kitabı yayımlandı. Diyeceğini demiş bitirmiş miydi, hiç sanmıyorum. Ama biraz durulmuştu. Hayatın akışını daha bütünlüklü süzüyordu. Ahvaliâleme karşı okkalı bir kitap hazırlığında olduğunu biliyordum. Bu esnada azılı bir illete yakalandı”
Hasta halinde bir gün dostu Aydemir’i ziyarete gittiğinde şu mısralar dudaklarından süzülür:
“Bakma uzaklara kahırla
Mektubumun cevabını tez gönder
Son cümleyi dudağınla mühürle
Selamını kirpiğinle yaz gönder
Ter kokundan iki demet oluştur
Her yanaktan birer tutam bölüştür
Gözyaşını gülüşüne iliştir
Deli dolu kahkahandan az gönder
Bilirim, seni de kahreder acım
Ölürsem felekten kim alır öcüm?
Kalmadı hasrete dayanma gücüm
Ümit gönder, sevda gönder, naz gönder
Gül dalında bitirdiğin gönlümü
Gam çölünde yitirdiğin gönlümü
Gidiyorken götürdüğün gönlümü
Ak kâğıtta imza diye ez gönder”
O gün, geldiği gibi bir hayalet sessizliğinde odadan dışarı kayıp gitti. Daha hiç görüşemedik. Duyduk ki 11 Haziran 2016 Cumartesi günü “göç” ilmühaberini alıp Hakk’a yürümüş.
Nihayet sustu içindeki at kişnemesi. Ömür denen o emanet zamanı bayat ekmek gibi böldü ve gitti.
Kalabalıklar içinde; darası alınmayan ve ısırılıp atılan haylaz sözleri duyduğunda sanat sancısıyla kulağıma eğilir, “Ben Ağrılıyım ya, ağrım hiç dinmeyecek öyle mi?” diye sorardı. İnşallah dinmiştir. Rahmetlere gark olsun”.
Gelelim Garip ile Senem’in Sevda Hikayesine:
Süleymanzâde, bu hikâyede geçen ehl-i dil bir zat imiş. Ehl-i dil, gönül ehli. Dil demek bizde gönül demek. Zakir’in yani hikâyede adı geçen Garip’in üstadı, ustasıdır. “Bak Zakir” der, biz sevdaların envâi türlüsünü biliriz…Lakin bizimki fâni sevdalardı… Her yenisi, bir eskisini soldurdu gönlümüzde. Ama senin sevdan öyle değildir. Büyüklerimizden dinledik Ya ondurur, ya öldürür bu sevdalar… Varıp gitmeli, arayıp bulmalısın. Bu senin çilendir. Allah öyle murad ettiyse elden ne gelir?”
Zakir 18 yaşında ârif ve âlim bir zat olan Hoca Ahmed’in ve Saliha Hatun’un oğludur. Süleymanzâde nâmında bir hallacın yanında çalışıyor. Güzel çehresi ile hayranlık uyandıran bir delikanlı. Babası vefat edince Süleymanzâde onu evladı gibi kollayıp, korur. İşe gelip giderken su kenarında hayalen gördüğü bir kıza âşık olur. Rahmetli babasının bir sözü aklına gelir; “bu görüntüler ya şeytani ya da rahmanidir. Euzu besmele çekerse, iblis ise bu suret anında gözünden kaybolur, der. Euzu besmele, ihlas, felak, nas surelerini okur. Gördükleri yine aynı yerdedir. Bu gönül yolunun akıbetini yine babası düşünde haber verir: “Ben sana mal, şöhret veremedim. Lâkin sana şimdi öyle bir şey vereceğim ki, dünya durdukça namın söylenecek, hikâyen dilden dile, nesilden nesile ulaşacak…”
Zâkir (Garip) aşk derdine düşmüştür artık, derdini şiirlerle dile döker:
Bu sevdâ, yüreğe vurulan gemmiş
Bağrı baharlardan bin çiçek emmiş
Yeri belli değil, adı Senem’miş
Güldürürse o yâr güldürür ana…
Hayalini gördüğü ama yerini yurdunu bilmediği sevdiğini aramaya başlar, kervanlarla yolculuk yapar, hanlarda kalır. Babası rüyalarına girer. Suda gördüğü kız bu kez babasının kaftanının yeninden gösterir kendini. İpuçlarından kızın yaşadığı yeri sorup soruşturup bulmaya çalışır. Birçok insanla tanışır, dost olur. Erzurum’dan sonra yolu Malatya’ya varır. Dilinden dökülen şiirler âşıklığını âşikâr eder. Herkesin ilgisini sevgisini kazanır. Molla Sinan ve kızı Senem’i bulmak için yollar bu kez de Kayseri’yi işaret ediyordu. Rüyasında Senem ona; “Menzile yaklaşıyorsun yiğidim, böyle edep ve erkân içinde başkalarının hayır dualarını alırsan, menzil-i maksuda ulaşmaman için hiçbir sebep yoktur” der.
Kayseri’de de hancılar onu hürmetle karşılar. Aşıklar arasında yapılan muammaya katılır. Âşık Büryâni’nin muammasını çözer, kemal-i edebiyle herkesi kendine hayran bırakır. Abdurrahman Paşa, sarayında misafir eder. Molla Sinan adında birilerini bulsalar da aradığı onlar değildir. Gittiği her şehirde olduğu gibi Kayseri’de de onu bırakmak istemezler. Lâkin Zâkir tekrar yola koyulur. Derken yolu Hacı Bayram diyarı Engürü’ye (Ankara) varır. Anadolu’nun birçok yerinde karşılaştığı aşıklar atışmasına burada da rastlar. Bu yarışmalara da etrafındakilerin teşvikiyle katılır ve kazanır. Kendini ise şöyle tanıtır: “Biz Hâk âşığıyız. Halkı da Hakkın rızâsını kazanmak için severiz. Elimizde sazımız yoktur. Dilimizde sözümüz, yüreğimizde közümüz vardır. Biz telden değil, derûn-i dilden söyleriz” Daha önce vardığı şehirler için yaptığı güzellemeyi Engürü için de yapar:
Şahinlerin gökte yıldız tutuyor
Kalenin burcunda şafak atıyor
Hacı Bayram Veli sende yatıyor
Açıktır Mevlâ’ya elin Engürü…
Halkın sevgisine ve Seymenbaşının muhabbetine mazhar olan Zâkir, başından geçenleri anlatır. Yine her gittiği yerde nice paşalar, bezirganlar, seymenler, ağalar kızlarını ona vermek isteseler de Zakir’i razı edemezler. Nitekim Ankara’da da aradığını bulamaz. Bu kez de bir kasabaya yolu düşer. Burada da kendisi gibi hallaçlık yapan Halil Usta ve iki oğlu ile tanışır. Halil Usta çok yer gezmiş, umûr görmüş, ehl-i dil ve erbab-ı marifet bir zat idi. Bir kızı vardı adı Senem. Amma o Senem değil. Beraber yaptıkları istişare sonucu Senem’in yedi konak ötede bulunan Bursa’da yaşadığı kanaatine varırlar. Zira rüyasında gördüğü Senem, çok yaklaştığını haber verir.
Deve sırtında kervan ile birlikte Bursa’ya yolculuk başlar. Zâkir gördüğü her çiçeğin alında Senem’in yanaklarını, yediği her meyvenin balında ise yâr lezzetini hayâl ederek dalıp dalıp gidiyordu. Bezirgânbaşı “şu Uludağ’a iyi bak hele… Ulu bir devletin âzametini nasıl da çevreye haykırıyor… Nice tekkeler var zirvelerde… Onca derviş, Devlet-i Âli’nin zafer ve bekası için Uludağ’ın doruklarında, Ulu Mevlâ’ya dua ve niyaz ederler… Himmet ve bereketleri bizlerle olsun…” der. Garip de şöyle dile gelir:
Sende hevâ-i nefs hava bulur mu?
Yaban kuş dalında yuva bulur mu?
Derviş duasıyla deva bulur mu?
Garib’in şu gönül yarası sende?
Karşılarına bir derviş çıkar. Kervandakilere Molla Ahmed mahdumu (oğlu) Zakir adında bir delikanlıyı sorar. Zakir de bunun üzerine dervişi merakla karşılar. Niyeti verilen emir üzere Zakir’i Hace Hamidullah Dergahına götürmektir. Zira Zakir’in babası Molla Ahmed manen bu dergâhın bağlısı idi. Kervanla yolculuklar artık sona ermiştir.
Hace Hamidullah kendini bu gence dergâhın ihtiyarı olarak tanıtır. Zira ihtiyarın anlamı yaşlı demek olsa da içinde “irade” ve “idare” manası da gizliydi. İsmail Paşa’ya gönderilen Zakir, yeşil medrese müderrislerinden Molla Sinan adını da duyar. O da dergâhın talebelerindendir. Zakir de artık paşanın bir evladı olmuştur. İsmail Paşa’nın sarayına yerleştirilir. Uzun zamandır Anadolu’da arayıp bulamadığı Molla Sinan ve kızı Senem’e kavuşmuştur. İsmail Paşa kızı ister, düğün yapılır. Hacet ve şükür namazını kılarlar. Vuslat müyesser olmuş, iki aşık murada ermiştir.
Aldı Garip, görelim ne söyledi:
Gel ömrümün varı, zulmetme bana
Ne garip canım var, canına kurban…
Ne yüceymiş seni doğuran ana
Dünyaya geldiğin anına kurban
Garip der ki, bu hasretlik yetişir
Sırma zülüf, al yanağına bitişir,
Damarımda bengisular tutuşur
Ömrüm, bir damlacık kanına kurban
Aldı Senem, görelim ne söyledi:
Sen gönül sazım ol, ben dilin olam
Al da, türkü-türkü yürüt Senem’i
İbrişim dantelli mendilin olam
Mübarek teninde çürüt Senem’i
Senem der ki, çok naz fettan kârıdır
Beklemek yiğidi aşktan farıdır
Ak gerdanım Uludağ’ın karıdır
Bas yanan bağrına erit Senem’i
Zâkir, doğup büyüdüğü kasabaya Senem’le birlikte döner. Süleymanzâde de onlara orada bir düğün yapar. Zengin ve mutlu yaşadılar, fakir fukarayı unutmadılar, yediler içtiler, israf etmediler, kibir göstermediler. “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyen Yunus’un sözünün üzerine söz olur mu, itiraz edilir mi?
Sadettin Kaplan kitabı şu satırla hitama erdirir: “Dileriz ki bu hikâyeyi okuyanda, dinleyen de murad ala, her dem bahtiyar ola…”
İsm-i şerifi geçen zevata, Sadettin Kaplan’a, Anadolu’nun erenlerine rahmet ve mağfiret diliyoruz. Âşıkların gönlü şen olsun.
Ne güzel bir yazı idi, bir solukta okuyuverdik. Rahmet olsun cümle zevâta..