İlk eseriniz, ilk öykü kitabınız. Öncelikle hislerinizi merak ediyorum. Bu karmaşık hayat içerisinde Çaylak Kesiği’nden ne umuyorsunuz?
Tüm yolculuklar ilk adımla başlar. O yüzden ilk adım önemlidir. Önemlidir çünkü başlangıçtır ve istikameti de büyük ölçüde o belirler. Eğer benim bir yazı yolculuğum olacaksa Çaylak Kesiği bu yolculuğumun ilk adımı olmuş oldu. Dolayısıyla sırf bu vasfından ötürü bile oldukça önemsiyorum Çaylak Kesiği’ni. Aslında her yazar hatta her sanatçı için ilk eseri mühimdir. Niteliğinden bağımsız olarak yalnızca ilk eser olması dahi onu önemli kılar. Çaylak Kesiği’nden ne umduğuma gelecek olursak... Hayat… Evet ben de öyle buluyorum hayatı. Yeterince karmaşık. Fakat aynı zamanda da sırlı… Duam ve beklentim Çaylak Kesiği’nin bu sırlı ve karmaşık hayatta benim yolculuğumu güzelliklere çıkarmasıdır. Güzel dostluklar edinmeme, güzel anılar biriktirmeme ve güzel insanları tanımama vesile olmasıdır.
Yazmanın ve okumanın ötesinde anlatımlarınız için en temel etken hayalleriniz mi yoksa süregelen bir hayat akışı mı? Bunu şu yüzden soruyorum okumanın getirdiği vicdani bir sorumluluk varken yazmak sizde hangi eylemi tamamlıyor.
Bence büyük hayalleri biraz kazıdığımızda altında büyük gözlemlerin yattığını görürüz. Güçlü gözlemlere sahip olamayan insanın büyük hayallerinin de olacağını sanmıyorum. Gözlem dediğimiz şeyi ise hayatın hızlı akışı içerisinde çoğunluğa temas eden fakat buna rağmen çoğunluğun ıskaladığı küçük ama bir o kadar da önemli ayrıntıları fark edebilmek olarak görüyorum. Dolayısıyla hayalin de gözlemin de altında taş gibi bir gerçeklik var. Hayatın bizatihi kendisi… O yüzden okumanın da hayallerin de ötesinde benim anlatımlarımın altında canlı bir hayat akışı var. Çünkü anlatımlarımın yazarı olarak ben de bu hayatın hızlı akışı içerisinde oraya buraya çarpa çarpa sürüklenen ve bu sürüklenmelerle yol alan birisiyim. Bu yüzden de beslenme bakımından hayat-sanat karşılaştırmasında kendimi hayat seçeneğine daha yakın buluyorum. Maişet derdiyle günü kurtarmaya çalışan bir aile babası, entelektüel krizlerle cebelleşen beyaz yakalı bir roman karakterinden daha çok ilgimi çekiyor. Daha hayata dair, daha izlenesi, daha canlı buluyorum o hikâyeyi. Merter’de merdiven altı bir tekstil fabrikasında güneşi görmeden günleri tüketen bir işçinin telefon taksitleri veya vardiya değişimi sonrası siyah sırt çantasıyla evine dönen kırklı yaşlardaki özel güvenlik görevlisinin akşam yorgunluğu… Bunlar daha doyurucu geliyor bana. Diğer sorunuza gelecek olursam, bir röportajında şaire şiir sizin için nedir diye soruluyordu. O da cevap olarak “Saçaktır,” diyordu. İlk okuduğumda bu cevap bende çok yer etmişti. Bu cevaptan şunu çıkarmıştım kendi payıma; bir toplanma alanı demiyordu şair. Örnek olarak kalabalık bir ortamı tercih etmiyor, saçak gibi daha bireysel ve daha kişisel bir alanı örnek veriyordu. İnsanoğlu ne zaman bir saçağın altına girer? Yağmur yağdığında. Yani? Yani bir şeylere maruz kaldığında. Ancak insanoğlunun bu saçak altı bekleyişi kalıcı değildir. Ne zaman ki yağmur sona erer, ortalık sakinleşir çıkıverir altından. Dolayısıyla maruz kaldığı şey belirli bir süreliğine de olsa sona erdiğinde çıkıp tekrar karışır hayata. Yazma eyleminin benim hayatımda böyle bir yeri oldu. Bir tür kaçış yeri, sığınma alanı. Ne zaman ki bir şeylere maruz kaldığımı hissettim, ne zaman ki başa dönemeyeceğimi anladım her şeyden ve herkesten köşe bucak kaçarak oraya doğru koştum. Eve döndüm. Şarkıya döndüm. Kalbime döndüm.
Anlar… An sizin için ne kadar önemli? Ve an öyle herkesin bulabileceği bir şey midir?
An; benden, sizden, ondan yani her birimizden bağımsız olarak başlı başına önemli bir şey zaten. Şu an gözlerinizi bu kelimeler üzerinde sağa doğru kaydırırken aynı anda dünya üzerinde neler olup bittiğini bir düşünsenize? Birilerinin ağzının kenarından sızan mama, tekrar kaşığa alınarak ağzına uzatılıyorken birileri kafasına tabanca dayadığı kişiden tahsilat yapıyor. Birileri dünyanın bambaşka bir yerindeki küçük bir köy camiinin pencere kenarında saat tıkırtıları eşliğinde kuran okuyorken birileri uçağı kaçırmamak için etrafındakilerin ilgili bakışlarına aldırış etmeden delicesine koşuşturuyor. Birilerinin cılız bedeni ıssız bir taşra mezarlığına defnediliyorken birileri küçük bir ilçe hastanesinin doğumhanesinde çığlıklar atıyor. Birilerinin kimlik bilgileri çocuk esirgeme kurumu sistemine girilirken birilerinin cinsiyet partisinde sevinç çığlıkları yükseliyor. Hepsi aynı anda gerçekleşiyor bunların. Aynı anda ve aynı yeryüzünde... An denilen o şey ise bunların hepsini yutuyor ve sindiriyor içerisinde. Akabinde bir sonraki an başlayıveriyor hemen ve bu şekilde sürüp gidiyor. Biz ise bu süreğeni zaman olarak adlandırıyoruz. Aslında bu açıdan baktığımızda anların toplamı olan ve adına da zaman denilen o şeyin kendisini oluşturan tek bir andan daha uzun olduğunu kim iddia edebilir ki? Bunları her düşündüğümde an denilen o şey bana o kadar ilgi çekici geliyor ki… Sorunuzun son kısmına gelince, an herkesin bulamayacağı bir şey olmaktan ziyade herkesin fark edemeyeceği bir şey. Bu fark ediş biraz ilgilenmek çokça da kurcalamakla ilgili sanırım. Yaşadığımız postmodern yaşam bu fark edişi biraz zorlaştırıyor gibi geliyor bana.
Özellikle günümüz anlatımlarının özgün biçimlere ulaşması konusunda modern anlatım tekniklerinin kullanılmasını nasıl buluyorsunuz?
Dönüşüm belirgin ve kaçınılmazdır. Öyle ki var olan her şey değişimden öte bir dönüşüm içinde. İnsanoğlunun bu dönüşümden etkilenmemesi mümkün olabilir mi? Bence olamaz. Zira insan zamana kayıtsız kalamaz. Zamana kıymet veren, onu anlamlı kılan insanoğludur. Zaman ve insan birbiriyle mündemiçtir. İnsan zamanın içinden geçerken zaman da insanın içinden geçer. O yüzden insan da var olan her şey gibi zamanla birlikte dönüşür. Tıpkı ellerimiz, yüzümüz, saç rengimiz gibi davranış biçimlerimiz de değişir. Hatta dualarımız bile değişir. Birkaç yıl önce ettiğiniz duaları düşünsenize… Bu dönüşümün farkında olmayan veya bu dönüşümü görmezden gelerek uzağında kalan bir sanat veya sanatçı düşünülebilir mi? Yaşadığı çağın neye ve nereye evrildiğini göremeyen o çağın ötesine gidebilir mi? Yeni eskiyi devirir gibi yadsınamaz sert bir kural var. Yeni, yeni olmaklığını eskiyle çarpışarak ortaya koyabilir ancak. Yeni, eskiyle çatışmak ve onu galebe çalmak zorundadır. Aksi halde yeni olamaz zaten. Ancak şöyle de bir şey var ki bahsini ettiğimiz bu eski-yeni çarpışması beraberinde de bir sirayet doğurur. Dolayısıyla yeni az da olsa içinde hep bir miktar eskinin izini taşır. Eskinin dönüşüm süreci ortaya çıkarmıştır çünkü onu. Tüm bunlar bağlamında konuşmak gerekirse elbette ki kadim bir uğraş olan yazı da çağla birlikte dönüşmek, yeni biçimleri ve özgün teknikleri en azından denemek zorundadır. Başka türlüsü de olmaz. Bu açıdan günümüz anlatımlarının özgün biçimlere ulaşması noktasında modern anlatım tekniklerinin kullanılmasını, bu yönde denemeler yapılmasını ve arayışlara girilmesini gerekli buluyorum. Ancak bu denemelerin ve arayışların bilinçli bir tedirginlik ve şüphe eşliğinde ilerlemesi taraftarıyım. Ne hepten yeni ne de sımsıkı eski…
Yedi İklim dergisinde ilk öyküleriniz yayımlandı, yayımlanmaya da devam ediyor. Bu yolculuğunuzla ilgili neler söylemek istersiniz?
Dergiler fikirsel anlamda üretmeye niyetli kimselerin sesli düşünme alanlarıdır. Bu yönüyle bir yazarın dergide boy göstermeye başlaması demek bir bakıma içinden geçirip durduklarını artık tanımadığı insanlara mırıldanmaya başlaması demektir. Bu mırıldanmaların rüşt ispatlamak gibi bir yanı olduğu kadar yazar adayına ismini, takip ettiği isimlerin yanında göstererek onu motive eden bir tarafı da vardır. Yedi İklim, benim bu yolculuğumda sesli düşünebildiğim ve yürümeye devam etmem yönünde beni motive eden bir yer oldu. Ayrıca bizim kuşak olarak mahrum kaldığımız çok kıymetli bir şey var. Gelenek... Ben o edebiyat geleneğinin bizden önceki kuşakla birlikte maalesef büyük ölçüde sona erdiğini düşünüyorum. Ekoller, gelenekler, silsileler sanatta önemlidir. Bilhassa edebiyatta. Şu an böylesi bir edebiyat geleneği sürdürme kaygısı güden ve bunu sonraki nesillerle daha da sonraki nesillere aktarmak niyetinde olan bir dergi Yedi İklim. Bu niyeti sebebiyle de tüm riskleri alarak yeni isimlere cömert ve cesur bir şekilde yer vermeye devam ediyor. Bunun için de kendilerine hassaten müteşekkirim.
Teşekkürler…
Ben teşekkür ederim…
Söyleşen: Abdullah Yalın Karadağ