Giriş
1940 yılında Ankara’da doğan Cahit Zarifoğlu, ilk ve ortaöğrenimini Ankara ve Maraş’ta tamamlayıp 1961’de İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydoldu. 1973-75 yılları arasında askerlik görevini yerine getiren Zarifoğlu, 1967-73 yıllarında iki aylık Almanca eğitimleri için Almanya’ya gitti. Döndüğünde ise TRT ve Sabah gazetesinde çalıştı. Bu eserinde hatıralarını kronolojik veya anlamsal bir sıra gözetmeden, bilinç akışı tekniğini kullanarak yazan şair; kendi yaşantısından bazı parçalarla beraber dönemin siyasî ve sosyal şartlarının edebiyata nasıl yansıdığını ve kendi şiir görüşünü şairane üslubuyla anlatmaktadır.
Kitap özetinden bölümler:
Anadolu Hatıraları
Sarıkamış 1975: Onlarla vedalaştım. Trende karlı yollardan Sarıkamış’tan Mersin’e doğru ne zaman varacağımızı bilmeden gidiyorduk. Bembeyaz manzaraya dalmışken 11 Ocak’ta geçtiğimiz duraktan bir kez daha geçtik.
1979: Ne kadar çok acı var şu dünyada. Ruhum, sanki dar bir şeritten geçerken senin sözlerini hatırlıyor, en sade görünen cümlesinde bile derin anlamlar olan sevgili Peygamberimizi düşünüyorum. Askerliğin gerekliliklerinden biri olarak hava saldırılarına karşı her zaman tetikte olmak gerekiyor. Bir saat süren görev bittikten sonra yüzümde karanlık beliriyor. Sonra işlerin zorlukları artsa da kolaylaştırıldığını hatırlayıp rahatlıyorum, çünkü dinimizde bu emredilmiştir.
Dalaman 1971: Burada bir demir-çelik fabrikasında çalışıyorum. İşçiler tek sıra hâlinde fabrikaya giriyorlar. Ağaçların, fabrikanın büyük makinelerinin bir ucundan girip öbür ucundan kâğıt olarak çıkması gibi insanlar da kayboluyordu burada sanki… Her gün sekiz saat boyunca kaybetmiş birer mecbur şeklinde çalışıyorlardı. Maddiyatçı sendikalar ise işçileri para fırsatı gibi görüp sanki ruh ve öteki dünyaları yokmuş gibi koşturuyorlar. Maalesef para kazanalım derken çok daha büyük şeyleri kaybettiklerinin farkında değiller.
Diyarbakır-Silvan 1943: Bir küçük pencereyi bir de diğer duvarla bitişik kirli sıvaları olan ve ışığı yukarıdan vuran duvarı hatırlıyorum. O zaman sadece iki buçuk yaşındaydım. Annem sahiden hatırlıyor musun diye sorunca evet, dedim ve heyecanla anlatmaya devam ettim. O pencerede kalın demirler ve o denizlerde ağzına kadar su dolu kırk tane cam şişe vardı. Bir ip ile bağlanmış ağzı da yine bir bezle kapatılmıştı. İçindeki gül yapraklarıyla çok güzel görünüyor ve her yer çok güzel gül suyu kokuyordu. Sonra anne ve çocuk Allah’ın rahmetinin yayıldığını hissederek el ele tutuşup yürüdüler.
Maraş 1960: Bir dağın başında kocaman, yalnız bir ağaç vardı. Aslında bu ağaç hep vardı ve herkes bu ağacı çok iyi bilirdi. Bu köy o ağacın adıyla anılıyordu. Çocuklar ilk kez yaylaya çıkıp orayı sorunca yalnız “Ardıç” diyorlardı. Sonra zamanla adı “Yalîzardıç” olmuş, uzun “i” yardımı ile bir araya gelmişti. İnsan, bu ağacın heybetine kapılıp kendindeki sihirli değişiklikleri kavrayamazdı. İnsanlar bu ağaç ile baş başa kaldıklarında onu yorumlayıp anlamaya çalışıyordu. Köyden âşık bir çocuk da rahat ağlayabilmek için o ağaca doğru gitti. Yaklaşınca koştu; dallarının altına, onun gölgesine sığındı. Bir vardı ve yine bir vardı diye bir masal dolandı diline. Ali, Sina bir de Hasan vardı. Seher vakti yola koyuldular. Anlatılanlar üzerine onlar da ağacı görmeye gidiyorlardı. Bir aksakallı dede güzel sözler dağıtıyormuş. İçlerinden Ali en güçlüsü, Sinan en akılısı, Hasan ise en zekileriydi. Üzerlerinde yakasız gömlek ve şalvarları ile zengin gayet zengin görünüyorlardı. Bir çoban, akan dere ve tabiatın türlü hâl ve şekillerini gördüler. Kadınlar Yurdu denilen dağı, taşlar yuvarlayarak tanımadılar. Sonra bir pınarın başında mola verdiler. Her biri ayrı birer rüya gördü. Bu rüyaların hikmeti ile uyanıp rüyaları ile hallendiler. Sonra besmele çekip güne koştular. Her taraf dervişlerin ayak izleriyle doluydu. Sanki sağdan sola ve yukarıdan aşağı kalplerin her tarafı da bu bozkır gibiydi.
1958: Bazıları karanlık bazıları ise bir şehir kadar kalabalık kalpleriniz vardı, onu hatırlayın. Eğer onu hayatınızın akışına kapılıp daha önce hiç dinlemediyseniz şimdi başınızı eğin ve dinleyin. Bir ölünün etrafına toplanan insanlar ölümle cesur bir ilişki kurup kendi bilinçaltlarında tekrarlayacak anları topluyorlar. Ölünün başındaki yaşlılar ise sanki ölüme bir bağışıklıkları varmış gibi ziyaretçilere bakıp hava atmaktadır. Gelen ziyaretçiler ise daha çok kenarları oyalı, ipek başörtüsü takan ve yüzleri hafif pudralı kadınlardır. Bu kadınlar yüzlerine hafif pudra sürüp gözlerine az miktarda sürme çekerler. Aynada baktıklarında kendilerine hayran kalırlar. Boyunlarında annelerinden kızlarına geçen ve süs için değil ölmeleri durumunda masrafları karşılamaları için takılan beşibiryerdeler görünür. Bu iki kişi, karşılıklı olarak sahiplerinin adları neye hazırladığını bilmeyerek birbirlerine bakarlar.
İstanbul Hatıraları
1963: Onunla karşılaştık. Evlere doğru ilerlerken yok kenarındaki banklardan birine oturduk. Karşıda Çamlıca’daki ağaçlar ve martılar, etrafı hem büyülemiş hem de donuklaştırmıştı. İstanbul “sensin” dedim. Ona sessizliği dağıtmak için kendimizi bırakıp başka kişiliklere bürünmeyi teklif ettiğimde ses gelmedi, sustu. Daha bir şey diyemedim. Yirmi gün olmuştu fakat dün gibi hatırlıyorum. Bir leylek sürüsü göç ederken Marmara Denizi’nin üzerinden geçiyordu. Eğer şu an Suadiye’de olsaydık leylekleri görmek çok daha anlamlı olacak ve birçok sevgi sözcüğünden daha fazla bizi birbirimize bağlayacaktı. Güneş batarken deniz kenarındaki bir masada oturmuşuz ve daha çayları sipariş etmemişizdir. Ne kadar konuşmaya çalışsak da içimizden gelemeyen kelimeler yerine gülümseyip susmuşuzdur. Bu ferahlığın somut bir göstergesi gibi görünüyordu göçmen leylek kafilesi. Şehirde ise bu kafile gibi birbirini takip eden insanlardan göğe açılıp genişlemek için bu göçmen kafilesinden çeyizlenmek gerektiğini biliyoruz. Biz farkında olmadan masamıza gelen çayları yudumladık. Kuşlar yuvalarına vardıklarında bizim kışlık evden yazlığa geçmemiz gibi onlar da yuvalarında hiçbir şeyi değişmemiş bulacaktır. Hatta çok özlediğimiz annemizle karşılaştıktan yarım saat sonra ayrılıp yola düşmek isteriz. Ama annemiz bizden daha hassas olduğu için en az bir hafta kalmak gerekir. Onlar sanki yavrularındaki inanamadıkları o şeye sahip olmak isterler. Bu sebeple de her fırsatta yanlarında daha fazla kalınsın arzusundadırlar, çünkü çocuklar büyüdükçe annelerine sığmaz, sığamaz. Bu sebeple de anneler kendi özlemlerini büyütürler. Çocuklar anneleri hemen tanısın diye anılarını değiştirmeseler de artık bağımsızdırlar ve anne ile sevgiliyi işte bu nokta ayırır. Anneler değişmez fakat sevgililer birbirini değiştirdiği için hatıraları da sürekli değişir. Konu nereden nereye geldi. Leyleklerden bahsediyorduk. Bizim ülkemizde yazı geçirdikten sonra kendi ülkelerine dönmek zor ve zahmetli olmalı. Memleketlerinin özlemine nasıl dayanıyorlar? Fakat elden bir şey gelmez. Yine gittikleri zamanki gibi bulacaklar memleketlerini. Tek şaşkınlığı sürüye yeni katılan yavru kuşlar yaşayacaktır. Onların ise en canlı hatıraları, kalabalık meydanlardaki camilerin bahçesinde bulunan çınar ağaçlarında yaptıkları uçma çalışmalarıdır. O heyecan ve acemilik hâlâ tazedir. Uçma denemelerini yaparken insanların arasına düşmüş, “rezil olma” duygusunu hissetmişlerdir.
1965: Günahtır belki söylemesi ama açtım ve bundan zevk almaya başlamıştım. İstanbul, Suadiye’de oturuyorum. Burası içimdeki ölüleri gömüp gideceğim bir yer... Artık yola çıkmak gerek. Bu şehirde işe veya okula gidebilmek için iki vesait otobüse binmek hatta arada vapuru da kullanmanız gerekebilir. Bu gece saat on bire gelirken Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’nde Mehmet Genç, Sezai ağabey, Rasim, Şuayb ve Abdürrahim’i üç saat bekledim. Hiçbiri gelmeyince Çaycı Hulusi Efendi’nin bakışları üzerimde kıraathaneden çıktım. Çemberlitaş’a doğru yürürken sokaklarda insan kalabalığı yoktu. İstanbul işte benimdi. Sultanahmet durağına kadar yoldaki beşlikleri bularak ilerledim. Nedense sonrasında daha olmuyordu. Gülhane’den bu saatte geçmekten hep korkarım, derken Sirkeci’de köprüden geçip vapurun yanaşmasını bekliyorum.
O sırada sarhoş bir adam gelip benden beş lira istedi, yolculuk boyunca da istemeye devam etti. Ben vermeyince bir yaygara kopartıp yanımdaki adamdan istedi. Sonra Kadıköy-Bostancı otobüsünde elimdeki bileti açıp kapatarak ilerledim. Bağdat Caddesi’nden oturduğum sokağa inerken sokak köpeklerinin havlamalarını fark etmeden elimdeki bilet düştü. O da geçmişimin başka bir özetidir.
İstanbul’da Edebiyat, Çalışmak ve Başka Mekânlardan Gelene Hatıralar
1966 Güz: Mehmet Fuat’ın önayak olduğu “Genç Şairler Toplantısı” adlı bir program düzenlenecekmiş Alman Kültür Merkezi’nde. Kimler var deyince solcular var dediler, dinleyiciler de o tayfadan olur. Ne yapalım? “Konumuz Şiir” deyip onları ve bunları karşımıza alıp ders yaparız dedik. Rasim ile konuları not ederken günlerimin ne kadar dolu olduğunu fark ettim. Artık güz gelmişti. Denizden lodos esiyor, yapraklar da sararmış, doğa âdeta bir yıkım içindeydi. Toplantı günü Fadime’ye uğradım, yazdıklarını ikinci kez okuyamadan yola çıktık. Yazlık kıyafetlerim vardı üzerimde, toplantı salonu iyiydi. Önce şairleri tanıtıp şiirlerinden kesitler okudular, ne kadar da sıkıcı ve komikti. Sonra konuşmacılar çıkıp kendi şiir görüşlerini anlattılar. Sanki bir felaketin içindeydim. Sıra bana geldi, yazdıklarımızın son sayfaları kayıptı ve en etkileyici sözleri de Rasim oraya yazmıştı. “Konumuz Şiir” diye başlayıp o cümleleri de konuşmamın sonuna ekledim. Programı düzenleyenler beni tebrik etmemek için âdeta kaçıştılar. Onların Batıcılık ve solculuk rüyalarının dışına taşmış, onları bozmuştum. O gün başımıza gelen en ilginç şey ise Ankara’dan gelen İsmet Özel ile tanışmış olmamızdı.
1967: Babıali’de Sabah gazetesinde Sezai ağabey ile beraber çalışıyoruz. O günlük fıkralar yazıyor, ben ise teknik sekreterlik yapıyordum. Burada sürekli çay ve sigara içiyor, kendimi kibirli ve kapalı hissediyor, çalışmaktan hiç hoşlanmıyorum. Ben, özgür böcekler gibi kırlarda gezinmek istiyordum. Ankara Sanayi Odası’nın yeni müdürü Fethi ağabey beni çağırmış. İlkin gidemedim, iki gün sonra tekrar çağırttı yine gitmedim. On gün sonra Ankara’ya gidip geldiğini öğrenince ayıp olmasın diye yanına gittim. Biri daha vardı orada; o kişi, Fethi ağabeyin elini öptü ben ise öpmedim. Sonra o, beni sorunca Fethi ağabey Edebiyat Fakültesinde Alman Filolojisi eğitimi aldığımı ve ailevi sebeplerden dolayı okuyamadığım için beni yanına almak istediğini söyledi. O sırada bana dönüp “Babaların tavırlarında oğulların bilemeyeceği hayırlar vardır, onun hakkında kötü düşünme.” diyerek kendime bile açamadığım bir sırrı yüzüme vurdu. Sonra Fethi ağabeye dönüp benim buranın temizlik işlerini yapıp telefonlara bakabileceğimi söylediğinde ne zannediyor ki acaba beni diye düşündüm. Fethi ağabey de onun bu söylediğini onayladı. O gittikten sonra bana işi teklif etti, memurluk kadrosu açılınca de memur olacakmışım. Ben ise gazetenin daha önemli olduğunu söyledim. Oysaki benim aklım böceklikteydi.
1969: Köylerde pencereden bakınca ağaçlar ve toprak görünür. Hava mis gibidir ve sesi duyulan dere, tertemiz akmaktadır. İnsan, doğayla iç içe olduğundan onun himayesinde hisseder kendini. Sevgiler bu doğa ile başlar ve çocuklar, yirminci yüzyılın oraya varmamış olmasına rağmen hemen doğar ve büyür. Bu kader, insanlara bir sessizlik verse de toprağa sevgiyle gömülürler. Köyün erkekleri kızların geçmesini beklerken yoldan geçen meczuba sataşır. O ise insanların davranışlarına hiçbir zaman anlam veremez. Cenaze evinde de bu halleri görür. Bu evlerinin sessizliği ve yaşlı insanların yüzlerine sinmiş sükûnetin arasında olduğu anlaşılır ölümün. Meczup köpekleriyle giderken güneş de köyden çekilir. İnsanlar, sırasız bir şekilde doğaya yaklaşır, sayılmadan.
1973: Dün gece uykusuz kalmışım, nasıl bir geceydi anlamadım. Uyumaya çalıştım ama olmadı. Kalkıp etrafta dolandım. Düşününce anladım ki bunların hepsi, hep yaprağa bağlı olduğumuzdan başımıza geliyordu. Kaderimize razı olamıyoruz. 15 Ekim’de daha üç günlük askeriz. Hepimiz aynı giyiniyor birbirimize karşılıklı gülüyorduk. Bir ünlem cümlesinde ise hepimiz hizaya geçiyoruz. Hepimiz eşit yiyip yürüyoruz ve hâlâ aynıyız. Bu, bende hayranlık uyandırdı. Fazlalıklarımızdan kurtulduk sanki. Daha fazla düşündükçe cihat için bir arada olduğumuzu hissediyor ve daha fazla düşünmemeye çalışıyordum. Her şeyin sudan olduğunu sandığım bu dünyada suda ıslanıp yanmam gerek. 18 Ekim’de sadece ikimizi düşünüyorum. Onu bir kere Boğaz’ı izlemeye götürmüştüm çok hevesliydi. Benimse dokuz aylık bu sevgiden elde ettiğim tek duygu kuşkuydu. Aşk, herhangi bir şeyle ilişkisi olmayan bir korku olmuştu içimde. Ondan kurtulmak için sloganlar ürettim kendime olmadı. Buradaki disipline alışıp onların biraz ötesine koydum kendimi.
Sonuç
Cahit Zarifoğlu, anı türünde yazdığı bu kitapta, bir yazarın hayata ve sanata bakış açısını kendi yaşadıkları etrafında anlatmaktadır. İnsanın, geleneksel ve modern hayatı nasıl yorumladığını usta bir dille aktaran yazar, Avrupa’yı görmüş ve büyük şehirlerde yaşamış insanların, Batılı tarzdaki yaşamı ile modern ve materyalist bir sisteme tâbi olup özlemlerini unuttuklarını anlatır. Köylerde ise geleneklerine bağlı, yozlaşmamış ve insan olmanın bilincinde kişiler vardır… Ayrıca yaşadığı dönemdeki siyasî ve sosyal yapının dildeki etkisine ve buna bağlı olarak ortaya çıkan tartışmalara da değinir. Edebiyat çevresi ve yaptıkları yayıncılık çalışmalarından paylaştığı anektotlarla ise içinde yaşadığı sisteme karşı olan duruşunu sergilemektedir. O’na göre sanatın amacı, gelenek ve onun oluşturduğu medeniyet yoluyla Allah’a varmaktır.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.