Sözlükteki karşılığı “kendini beğenme, başkalarından üstün tutma ve büyüklenme”[1] gibi anlamlara gelen kibir, insanlık kadar eski bir tarihe sahiptir. Hatta tabir-i caizse insanın varoluşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Semavi dinlerin ortak inancı itibariyle yaratılan ilk insan olan Hz. Âdem[2], varlığının ilk anlarında mütekebbir bir varlık ile karşılaşmış ve kibrin ne olduğunu öğrenmiştir.[3] İblis, kendisinin ateşten, Âdem’in ise çamurdan olduğunu söyleyerek Allah’a isyan etmiş ve kibrin ilk tohumlarını ekmiştir.[4] Bunun sonucunda da cennetten kovulmuştur.[5]

İblis ile başlayan ve onunla birlikte dünyaya da inen bu zehir, ondan sonra da tüm insanları sarmıştır. İblis, cennette düşmanlık ettiği Âdem’i dünyada da rahat bırakmamış ve soyuna musallat olmuştur. Kardeşi kardeşe düşman eden İblis, kardeşlerden birine kibir zehrini zerk etmiş, bunun sonucunda da yeryüzünde ilk kanı akıtmıştır.[6]

Allah, kibir konusunda sayısız tavsiye de bulunmuş ve Kur’an-ı Kerim’den örnekler vermiştir. Mesela Hz. Lokman çocuğuna öğütler verirken şirk koşmamak, ana babaya itaat, namaz kılmak gibi hasletleri sıraladıktan sonra "Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüneni sevmez" [7] diyerek mütevazı olmasını söylemiştir. Yine bir başka ayette “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin”[8] buyurularak insanın haddi çizilmiş ve buna göre davranması istenmiştir.

Kibir konusunda sadece Kur’an-ı Kerim değil, Hz. Muhammed (sas) de bir istikamet çizmektedir. Rivayete göre bir gün, Hz. Ömer Efendimizin yanına girmiş ve yüzünde hasır izi görmüştür. Bunun üzerine gözyaşlarını tutamayarak “Ey Allah’ın resulü, sen âlemlere rahmet iken tevazu içinde yaşıyorsun. Kisra ise sarayında sefa içinde. Seni bu halde görmek beni çok üzüyor” demiştir. Bu sözlere mütebessim bir çehre ile karşılık veren Hz. Peygamber “Ey Ömer dünya onların ahiret bizim olsun istemez misin?” diyerek nasıl bir yaşam tarzı olduğunu ortaya koymuştur. [9] Yine Hz. Peygamber karşısına gelen bir sahabenin heyecandan titrediğini görünce “Korkma rahat ol. Ben kral değilim. Ben ancak Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum”[10] diyerek tevazu gömleğine büründüğünü bir kere daha ortaya koymuştur.

Unutmamak gerekir ki kibre layık olan tek varlık bütün âlemi yoktan var eden Allah’tır. Bilmeliyiz ki tarih, yaratıcı dışında bu kimliğe bürünmeye çalışanların ibretlik hikâyesiyle doludur. Firavun gücünün zirvesindeyken, can alan da veren de benim diyebilecek kadar gözü dönmüşken onun bu kibrine son veren büyük ordular ya da ilahi cezalar değildi. Bir damla su onu tahtından etmeye yetmişti. İbrahim’in rabbine karşı gelen Nemrut, ordularına ve mamutlarına güvenirken onun saltanatına son veren ise küçücük bir sivrisinekti.[11]

İnsanın eşref-i mahlûkat veya esfel-i safilin olması kısacık hayatında an meselesidir. Yaratılanların şereflisi olmaya giden yoldaki en büyük engellerden biri de kibirdir hiç şüphesiz. İnsana düşen, bu sürgün hayatı noktalandığında, ana vatanı olan cennete göçerken kibir denen illete takılmamaktır.

 

[1] TDK, Kibir.

[2] Bakara 2/30; Yaratılış 2/7.

[3] Bakara, 2/34

[4] Araf 7/12

[5] Araf 7/13

[6] Maide 5/27

[7] Lokman 31/18-19

[8] İsra 17/37

[9]  Müslim, Talak, 5

[10] Hakim, Müstedrek, H/4366

[11] Taberi, Tarih, 1/287-288