Doğrusu görüşmüşlüğümüz, hasbıhalimiz nadirattandı. Nasıl denir, bir yabancı gibi de değil hani, bir bağbozumu sonrası imeceye davetkâr bakışlar gider gelirdi aramızda. Çoğu zaman sanki en uzak iki mesafe arasında şıpınişi bir telefonla, bazen de hazin ve mânâlı sitemlerle dolu mektup yolculuklarıyla…

Hiç gocunmaz, yazdığım gazete adına Said Çekmegil ağabeyi terzi dükkânında bulamadığım vakitlerde küçük bir not bırakır ayrılırdım. Ayrılırdım ya içimde burduğu bıyığıyla küskün iki gözün büyüttüğü kıvrımlı, ince iki dudak kıpır kıpır oynaşıp dururdu. “Büyük yazar oldunuz zahir, uğramaz oldunuz” şekvasıyla karışık hal hatır faslında eğleşirdik. Malatya’da, en çok da o havasını ciğerlerime doldurduğum fakir, izbe, küçümen çay ocaklarında, birkaç da sahaf nevinden ufarak kitabevlerinde teşriki ahiliğimiz oldu. Onun artık edebiyata karşı sönmeye yüz tutmuş iştihasıyla daha çok kaytanı okşayan bıyıkları yanında, yorgun ve fersiz gözleri, aramızda mekik dokurdu.

Ben, o vakitler bir arzunun okşayıp büyüttüğü ‘sahih yazı’ derdinde, sözde henüz okur yüzü görmemiş eserlerimi köşe bucak gizleyen halimle sürekli dinlerdim onu. Neşrettiğim üç beş kitaptan sonra ıraksak durumumuz sıklaştı. Bu sıklaşmanın çehresi zamanla bir ağabey kardeş numuneliğine sürükledi ikimizi de. Aramızda olanlar, edebiyatın sahih sıcaklığını, çıkarsız, önyargısız biriktirmeye meyyal, kalbî şeylerdi. Boğuk, iradî bir ses tonuyla, “İzahı, insafı yok İstanbul’un yahu” derdi. Çehresi, pul pul dökülen dergi, roman, şiir kırıntılarıyla bürülüydü. Eh, birkaç yudumluk sigarasını da eksik etmezdi hiç dudaklarından.

Romanını okuduğumda anlamıştım romanın nasıl vasıta kılınması gerektiğini

Edebiyat ve iştiha arasında zamanla uçurumlaşan küskünlüğü yıllar yılı dönüp durdu çevresinde. Hepten el etek mi çekti, elbette hayır; daha fazla iç dünyasında, ruhîyatında adım başı berraklaştırdığı aynalara takılıp kalırdı. Ansızın bir kapı aralığında beliren sesi, daha çok tıkanmaya adım adım yaklaşan kuyuların yankısını andırırdı. Hayal ve gerçek arasında, öyle sanıyorum ki tükenen gençliğinin İstanbul kadar biriktirdiği fotoroman yabancılığı vardı üzerinde. Öyle ya, yazdığı bir düzine romanın ardından ‘tutunamayan’ tarafıyla İstanbul küskünlüğü yekinip dururdu içinde. Fakat uzun yıllar yaşadığı İstanbul ve İzmir faslına dair ise hemen hiç konuşmazdı. Yarenliklerinden belki birkaç kırıntı, anılar, özlemler, hepsi bu. Yavan, yapmacık ve cüretkârlık kokan sahteliklerin hasmı olduğunu biliyordum. Üstad Necip Fazıl’la aralarında geçen fikir tartışmalarını, İsmet Özel’le nasıl karşılaştığını filan anlatırdı.

Yıllar sonra anladım ki Anadolu’da romanın, şiirin, daha doğrusu yazının habbesi avuç tutmazken o bir huruç hareketi için kuşandığı eserleriyle hoş bir yürüyüş eylemişti. Öncesinde bilinmezlerin kıyısında hiç beklemeksizin, felsefenin, ‘ağır yazıların’ uzağında ilerler; fikriyatı temelsiz, uçkursuz ve de haricî müdahil gören eserlerin kıyısından geçmezdi. Biraz da bu yüzden sevmiştim onu. Henüz on altısında var yok bir delikanlıyken, Tunus Kıyamında Bir Şehit Ömer ismiyle maruf romanını okuduğumda anlamıştım romanın nasıl vasıta kılınması gerektiğini. Düşüncenin ete kemiğe bürünerek Ahmet Mithat Efendi nosyonuyla halka romanı, hikâyeyi, şiiri sevdirmenin kendince bir yolunu bulduğunu düşünüyordu. Hemen bütün romanlarında bu durum açıkça hissediliyordu zaten. Öyle yüksek perdeden kaf dağına erişmek isteyenlerle, burnundan kıl aldırmazlığın basitleştirdiği tiplerden haz etmezdi.

‘Merkez’in kulak arkası ettiği romanlarına bakar bakar iç geçirirdi

Bilirdim, naçar suretinde gezinen bir tilkilik hiç yer etmemişti hayatında. Affola, ‘yeni yetmeler’in bol keseden şair payesine dört elle sarıldıkları, dergi çıkarıp matbaa batırdıkları halde boşboğazlık sadedinde atıp tutmalarına da sesini çıkarmazdı. Ne ki varlığını hepten mahzunlukla duyduğundan emin olduğum ‘taşra’nın ‘merkez’ baskısı hattında, ‘merkez’in kulak arkası ettiği romanlarına bakar bakar iç geçirirdi. Öyle ki Tunus Kıyamında Bir Şehit Ömer nam romanı kendisinin bile sayısını bilmediği baskı adedi karşısında sadece kafasını evraklıların, kravatlıların, mühürlülerin taraflarına doğru sallamakla yetinirdi.

Hüseyin Kartal, adından hemen hiç söz edilmemiş, Türk edebiyatında tabiatı mucibince esefle karşılanacak lüzumsuzlukların adamı olmamış utku sahibi bir kâşif yazardı. Şimdi lalettayn adam kayırmacılığın, snobluğun, delifişek yazarlığın peşisıra at koşturanlar, Hüseyin Kartal ismine hakikaten yabancı bir küstahlığın ıstırabını duymazlar. Oysa edebiyatın sürüklediği meşhurlar ansiklopedisinin ilk maddeleri arasında onun ismi yazılsa yeridir. Malatya’da mukim, daha çok popülerliği artan doksan sonrası artan özel TV kanallarının çoğalmasıyla sıklaşan edebiyat, şiir matinelerinin organizasyoncuları arasında ilk sırada yer aldı. Şiir okuyuşundaki içtenlik, romanlarındaki samimiyet ve dergiciliğindeki sabırla yaşadığımız günleri en azından yazı paralelinde verime dönüştürmenin gayreti içerisinde oldu.

Allah mekânını cennet eylesin…

 

Reşit Güngör Kalkan yazdı