Hüve’l-Bâkî

Nev civânımız uçtu cennet bağına,

Firâkı kaldı vâlideyni cânına…

Beton, beton, beton…

“Ölülerinizi hayırla yâd edin.” diyor Allah’ın Resulü. Kabrine bile tahammül edemeyip betona kurban yaptığımız ölülerimizi. Ölülerinizi yani sizden olanları diyor Meriç. Aynı mukaddeslere inanan, aynı kavgalara katılan, aynı emel veya hınçları bölüşen insanları… Necip Fazıl’ın ifadesiyle Türkiye’yi koruyan yerin altındaki dirileri.

İnsan ne zaman küçük de olsa bir gezintiye çıksa hep aynı manzaralarla karşılaşıyor. Üzerine çirkin ifadeler yazılmış tarihi eserler, yarıya kadar betona gömülmüş seng-i kabirler. ”Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler ebedi olamazlar.” cümlelerini düşünüyor ve bu memleket üzerinde nasıl yaşayabildiğimizi bir kez daha anlıyoruz ama üzüntü veriyor insana bu manzaralar. 

“Medeniyetimizin en büyük düşmanı betondur.” cümlesini anlamak için biraz etrafa bakmak yeterlidir. Zira güzelim çeşmeler, mezar taşları ve daha nice eserler bir şekilde bu yapı malzemesinden nasibini almış ya yok olmak üzere bırakılmış ya da unutturulmak istenen bir tarihin hatıraları oldukları için bir numaralı düşman muâmelesine tâbi tutulmuşlardır.

Gündelik kullanımda çok da müspet manaları ihtiva etmeyen beton ve betonlaşma, ecdât bakiyelerinin en büyük düşmanı olarak hala karşımızdadır. Çünkü bu cânım eserleri betondan arındırmak son derece müşküldür. Görsel ve estetik açıdan da bir değer ifade etmeyen bu yapı malzemesi ecdât eserlerini ezmiş, bozmuş veya çirkinleştirmiştir.

Ancak betonu suçlamadan önce vicdânı ve irfânı betonlaşmış, hiçbir ahlâkî, tarihî ve kültürel kaygısı olmayan ve belki de bu vatan üzerinde yaşama hakkının nasıl kazanıldığını bilmeyen insanımızı ele almak zorundayız. Bu arada kendimize şu soruyu sormaktan da korkmamalıyız: Hiç olmazsa bir eser ile de olsa bu memleketin bizim olduğuna dair belge bırakmış şahısların, bu coğrafyanın bizim vatanımız olmasında hiçbir tesiri olmamış, aksine bizi bu topraklardan çıkarmak için onlarca savaş yapmış bir Hıristiyan şövalyesi kadar hakkı ve kıymeti (!!!) yok mudur ki Bizans kalıntıları müzeler önünde sergilenip bunlara itibâr gösterilirken ecdât eserlerine bu derece merhametsiz kalınmıştır ve kalınmaktadır?

Kaybettiğimiz her hatırayla eksiliyoruz

Kaybettiğimiz her hatıra karakterimizden bir vasıf götürürken, türetilen her kalıntı da yeni bir tavır getirmiştir. Vahşice ezmek, parçalamak, acımamak ve benzeri…

“Milli kültür kaynaklarımızın kurutulması ve mâzi ile istikbâl arasındaki köprülerin yıkılması dolayısıyla Türk milletinin kültür ve fikir kısırlığına uğraması, derin manevi buhranlar içinde kıvranması ve nihâyet tarih şuurunun ve milli ruhun sarsılması ve sapık nesillerin türemesi mukadder idi.”  diyen rahmetli Osman Turan bu mevzuya adeta ayna tutmuştur. Gerçekten mazi ile istikbâl arasındaki bu devamlı bağlantıyı kuramayan nesiller bugünün sınırlarında sıkışıp kalmıştır ve geçmişten hız alıp geleceğe uzanmak enerjisini de hızla kaybetmektedir.

İşte böyle manevi buhranlar içinde kıvranan, şuursuzlaştırılmış neslin neler yaptığını ise Semavi Eyice şöyle anlatmaktadır: “Maalesef eserlerimizi merhamatsizce tahrip etmişiz. Eserlerimize sevgi ve saygı göstermemişiz. Büyük bir mirasyedi bonkörlüğüyle eserlerimizi tahrip etmişiz ve etmekteyiz.” Zira biz belki de tarihte hiçbir medeniyetin evlâdına bırakmadığı kadar miras tevârüs ettik. Ancak bunlardan istifade etmek bir tarafa âdeta bu eserleri yok etmek için yarış yaptık. Tarih, er ya da geç hükmünü verecektir ancak bugün veya ilerde milli şuura sahip çıkan bir nesil böyle bir merak içine girip araştırmaya koyulduğunda, fotoğraflarda veya minyatürlerde eşsiz bir güzellik içinde gördüğü bu cânım eserleri ziyarete gidecek ve betona gömülü olarak görecektir. Ya da kırılmış, terk edilmiş vaziyette gördüğü bir veli türbesinin önünde rasgele çıkarılıp kenarlara dizilmiş ve sahiplerinin nerde yattığının bile belli olmadığı seng-i kabirlere bakıp diyecektir ki “Bizim bir medeniyetimiz varmış. Ancak bunlar ya yok edilmiş ya da tahrip edilmiş. Yani bu medeniyetin bir de katilleri varmış.”

O şuurlu nesil kalemi eline aldığında biz; “Bir medeniyetin kâtilleri” olarak tarihe geçeceğiz. İşte ecdâttan ve ecdât hatıralarından uzaklaşanlara biz diyoruz ki; “biz bu değiliz ve olmamalıyız.” Bizim kim olduğumuzu ya da kim olmamız gerektiğini ise Erol Güngör şöyle anlatıyor: “İsterseniz Türk’ün vatan anlayışı için şöyle pratik bir formül bulabiliriz: Nerede evliya kabri varsa orası Türk toprağıdır. Evliyası olmayan yerde Türk de yok demektir; eğer olsaydı mutlaka içlerinden ya bir şehit, ya bir ulu kişi çıkardı ve halkın gönüllerini kendi kabri üstünde birleştirirdi. Zaten manevi kudretiyle halkı koruyacak birinin bulunmadığı yerde Türk nasıl yaşar?”

Müslüman-Türk, velilerle, şehitlerle, büyüklerle koyun koyunadır. Ancak ne yazık ki bu evliyalar yalnızlaştırılmıştır. Sadece bir türbe bırakılmış etrafındaki mezarlar sökülmüş ya rasgele kenarlara itilmiş veya rasgele toprağa gömülmüştür.

Defnettiğimiz her eser ise yanında bir neş’e götürmüştür. Vakar gitmiştir. Sükûnet, tebessüm, hayâ… Gittikçe yabancılaştığımız ama bin senelik karakterimizin vasıfları bunlar.

Kökü mâzîde olan âtî’ye ise son sözü İbnü’l-Emîn’den duyalım: Mazisinden haberdar olmayan bir millet hal ve istikbal için bir hareket hattı tayin edemez. Hal ve istikbalin aydınlığının mühim âmillerinden biri de maziyi her türlü vak’alarıyla, şahıslarıyla, eserleriyle araştırmaktır.”