Sait Faik’in Büyük Hulyalar Kuralım hikâyesini yeniden okudum dün. Nedense bu hikâyeyi okumak iyi geliyor bana. Sanki müzmin bir başağrısı nöbeti sırası Novalgin hapı içilmiş de uyuşmayı bekliyorum. Birazdan dertlenişim bitecek! Başağrısının geçmesini bekliyorum.

Sait Faik’in hulyaları da böyle bir şey, beklenen. Bence bu adam şair. Hikâyedeki aylaklık korkutuyor. Ama bu büyük hulyalar kurmaya engel değil. Zaten Faik de hulyalarının gerçekleşmemesini hulya olmasına bağlamıyor. Yeter ki hulya küçük olmasın. Yalnız olacak şeyleri, ufak şeyleri, kendi ufacık saadeti için gerekli şeyleri hayal etmek hulya değildir. Büyük hulya toplumla ilgilidir, insanlıkla ilgili. “Bu kurduklarımı hakikat yapmak için insanların biraz daha iyi olması yetmez mi?” diyor. Adam kıtlığından bahsediyor. Yahut hulyaların heves olarak kalmasından. Bu iki husus hulyaların niçin gerçekleşmediğine izah getiriyor.

Hikâyedeki adam, çocukken tavukları, kazları, ördekleri, buzağıları, içine yabanördekleri dolan gölümsü bataklığıyla, yanık yaban yüzlü çocuklarıyla bir çiftlik hulyası kuruyor önce. İlk gençliğinde ise yol kenarında bir bakkaldır. Dükkan şehirden hariçte, şose boyunda olmalıdır. Köylüler kıl torbalarının, patlak çuvallarının içinde peynirler, cevizler, mısırlar, yumurtalar getirir; o da şehirde verilmeyecek fiyattan alır. Sonraları bu hulyaları unutur.Sait Faik Abasıyanık

Bunlara büyük kapitalist girişim hevesi demek gerekiyor. Kapitalist girişim çok adam çalıştırmayı icbar ediyor. Üretim şekillenmesi şimdiki gibi değil. Geçen yüzyılda işçiler kapitalizmin modern köleleri idi. Hikâyedeki adam sanırım 1945’leri tasvir ediyor. Zira, “Harp zamanıydı. Hâlâ da devam edip giden şu harbin ilk senesiydi. Kendimi kaptırmış gidiyordum. Günü gün etmeliydi. Ne fikir, ne arkadaş vardı” diyor. Arkadaşsızlık ve fikirsizlik her zaman başa bela olmalı. Büyük hareketlerin kalbî hislerle birbirine bağlı epistemik bir cemaati bulunmalıdır.

Yalnızlık duygusu bir ızdırap biçimidir

Sait Faik’in kişiliğinde ve yaşam serüveninde “yalnızlık” hissi de böyle bir eksikliğin sonucu olmalı. Yalnızlık duygusu bir ızdırap biçimidir. İnsanı bir yere sabitlemez, verdiği azap ile dolaştırır. Hikâyeye dönelim şimdi. Mektebe başlayınca öğrencilerden birine göz koyuyor. “Onu bütün arkadaşlarından daha çok sevmek, onun için fedakârlıklar etmek, onu da kendini, fedakârlıklar yaptıracak şekilde sevdirtmek, böylece muhayyel olmayan iyi, güzel yüzlü arkadaşla tam bir dost olmak istiyordu” demiş anlatıcı.

Bu cümleleri okuyunca Montaigne’nın dostluk üzerine söylediği şeyler geldi aklıma: “Eşsiz ve gerçek bir dostluk sayesinde insanın ikileşmesi olağanüstü bir şeydir, bunu yaşamayanlar değerini anlayamaz” diyor. Montaigne’nın anlattığına göre Sirus genç bir askere, yarışı kazanan atı için ne bedel istediğini sorunca, asker şu cevabı verir: “Bir dostla değiştirebilirdim efendim, eğer buna layık birini bulabilseydim.” Çünkü her zaman birbirimize ihtiyaç duyduğumuz durumlar vardır. Ve anlaşacak birini bulamamak insanı büyük sıkıntıya sokar.

Sait Faik AbasıyanıkBizim Anadolu’da da dostluk üzerinde ne hasretler çimlenmiştir. Kul Himmet, “Seyyah oldum şu alemi gezerim/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu/ Kendi efkarımla okur yazarım/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu” diye boşuna yakınmamıştır. Sait Faik’in bu hikâyesindeki arayış böyle bir aidiyet olsa gerek. Ama aradığını bulamamış. “Dost olmak istediği arkadaşı bir müddet sonra, bunları zaaf sayarak ondan borç para almış, ödememiş; cebinden mendilini, yakasından rozetini göz göre göre almıştı. Bir gün onun tarafından gelen bir iftiraya uğradı. Sıfır almıştı. Buna da fazla içerlemedi. Yine beraberdiler ya… Hiç olmazsa yalnız değildi. Kol kola gezecek birisi vardı ya!.. Fakat sıra arkadaşı onu bırakıp başka birisinin yanına gitti. İşte o zaman en büyük ihaneti gördü.”

Bireysel kurtuluş küçük bir şey

Sait Faik’in hikâyesindeki aylaklık, savrulma, tutunamama duygusu yalnızlık içinde kıvranmasıyla ilgili olmalı. Yalnızlık hulyalar kurduruyor. Bu hulyalarda öfke de var. Temiz bir şehir isteği ve cebinde harcayacağı kadar para, adalet. Onun için küçük şeylerle mutluluğa inanmıyordu. “Küçük şeyleri hayal etmemeliyiz. Bir fakir ailenin küçük bir çocuğunu tanırım. Elektrik mühendisi olacağım, derdi. Ailesi medresede yatıp kalkarlardı. Babası hamaldı. Elektrik mühendisi oldu. Paşa olacağım dese paşaydı. O zaman ihtikâr modası yoktu. Yoksa şimdi dört yüz binlikti.”

Dikkat ederseniz, “bireysel kurtuluşu” küçük bir şey olarak nitelemiştir. Büyük hulya dediği şey ise erdemli bireylerin tekno modern kentlerdeki yaşamına ilişkindir. Şimdiki kentten ise pisliği ve içindeki insanların kirlenmişliği nedeniyle iğrenir: “Büyük hulyalar kuralım sevgilim! Ben şimdi böyle yapıyorum. Tertemiz bir şehirde, asfalt caddeler üstünde, dibinden metrolar geçen, üstünden kolosal otobüsler uçan, muazzam, eğlenceli bir şehirde seninle yaşamak istiyorum. Yazılarım bize yaşamak için lazım olanı getiriyor. Büyük kahvelerde çay içiyor, temiz lokantalarda kolalı peşkirlerle yemek yiyor, sana: -Bütün mesut şehir uyudu, uyuyalım sevgilim, diyorum. Sabahleyin bitlilerle dolu, kimsenin kimseye hürmet etmediği, kimsenin kimseyi hürmete layık bulmadığı, istismar edenin, çalanın zengin ve bahtiyar olduğu, esnafının azgın, zengininin deli, haris, egoist, gaddar, fakirinin kayıtsız, sersem olduğu bir şehirde; işin kötüsü sensiz, oldukça kirli bir yatakta uyanıyorum. Ama sevgilim, olacak, büyük hulyalar kuruyorum...’’Sait Faik Abasıyanık

İnsanın insana, insan olduğu için güvenmesi değerli

Çelme adlı öyküsünde de yine bir dünya cenneti hulyası kurar Sait Faik. Bir taraftan da gaddarlığa, kibirli zenginliğe çatar. Açların, açıkların olduğu dünyadan, kentlerden; şoselere, bilinmedik yerlere kaçar: “Şoseden ayrılan yolların güzel, harikulade yerlere, bilinmedik, hep arzulanmış yerlere gittiklerini zannetmeyen bir yaradılışta kaç insan vardır bilmem. Varsın olsun! Mademki her zaman insanların içinde bir cennet yaratmak hulyası hakikat kadar kuvvetlidir. Şoseden ayrılan, etrafında kara ve kocaman böğürtlenlerin olduğu ıslak gibi toprak yolda istediğiniz kadar cennet köyler, sevişen insanlar, mahsuldar topraklar, tahayyül edebiliriz. Madem ki bugün evimizden çıkarken kırlara çıkmayı, çobanlarla konuşmayı, şoseden yürümeyi, böğürtlen yemeyi ve su kenarındaki çimenlere uzanmayı düşündük. Bırakın beni hakikatler! Yürümek istiyorum. Cennetlerin olduğu yere doğru. Ne açıkları, ne açları, ne beni kızına münasip görmeyen zengin tüccarı hiçbir şeyi düşünmeyeceğim. Dertlerimden kime ne?”

Modern insan da böyle değil midir? Herkes bir kaçış hissi içinde değil mi? Kırlara doluşmak, bir piknik sepeti açmak, dostluğu doyasıya kanmak bir özlem değil mi? Bir ütopya ile yaşamak önemli. İnsanın insana, insan olduğu için güvenmesi değerli. Dünyayı düzeltmek isteği vazife. Azgın, haris, çalanın hürmet gördüğü, liyakati olmayanın makam bulduğu, gaddarlığın hüküm sürdüğü, kayıtsızlığın yol bulduğu insanlık düşkünlüğünden uzak durmak izzet. Büyük hulyalar kurmak gerekiyor. Ama bunca yaştan sonra gördüm ki, hulyanın büyüğü de dost tutmuyor.

 

Lütfi Bergen yazdı