Alabildiğine göz okşayan görkemli yapılar, nihai olarak tuğlaların üst üste konmasıyla inşa edilmişlerdir. Elbette bu tuğlaların dizilişinde bir mimari, bir estetik vardır. Ama yine de yapının varlığı, tuğlaların olmasına bağlıdır. Ama tuğlalar da rastgele bir şekilde üst üste konmuyor. Bir tuğlayı diğer tuğlaya bağlamak gerekiyor ki yapı dayansın, güzellik ilelebet sürsün. Tuğlaları birbirine sabitleyecek harca gerek duyuluyor işte o zaman. Tuğlalar sabit kılınmalı ki diğer her şey var olabilsin. Bilindiği üzre, tuğlayı diğer tuğlaya rapteden, harçtır. Harç, tuğlaları o kadar güçlü bir şekilde birbirine bağlar ki, çoğu zaman tuğla aşınır da harca bir şey olmaz.

Mimari yapının tuğlaları, harcı ne kadar önemliyse, toplumlar için de kültür o kadar önemli bilindiği üzere. Denebilirse, kültür, toplumun harcıdır. Toplumun yüzyıllar boyunca ortaklaşa ürettiği o birikim, insanları birbirine yakın kılmaya yaradığı gibi, bazen bir sorunla karşılaştıklarında o sorunu çözen bir kılavuz olmakta, bazen de anlaşmazlıkların doğal hakemi oluvermektedir. Dinamik bir varlık olan kültür, çağın gereklerine göre kendini yenilemekte ve böylelikle de hep varlığını sürdürmektedir.

İşte bu kültür dediğimiz şey, çeşitli şekillerde varlığını sürdürür, bir kuşaktan diğer kuşağa çeşitli şekillerde aktarılır. Bizim gibi yazıyı pek sevmeyen toplumlarda, bu aktarma biçiminin sözle olması kaçınılmazdır. Toplumumuzun bu tercihi, ülkemizde çok güçlü bir sözlü geleneğin doğmasına yol açmıştır. Evet, doğrudur “Söz uçar, yazı kalır.” ama öte yandan da yüz yüze temasın kaçınılmaz iletişim aracı da sestir, sözdür. Bu durum da toplumumuzda kaçınılmaz olarak sözü en etkili iletişim aracı yapmış ve böylelikle kuvvetli bir sözlü geleneğimiz doğmuştur.

İşte bu gelenektir ki toplumun ürettiği bilgilerin tümünü bir kuşaktan diğerine aktarmakta ve böylelikle o toplumun sürekliliğini sağlamakta, toplumun “Kendisi olarak kalma”sına sebep olmaktadır. Bu, aynı zamanda o toplumda yetişen bireylerin aidiyet duygularının pekişmelerine de yol açmaktadır.

Köylerde yaşayan sözlü anlatımlar

Bursa Büyükşehir Belediyesi, güzel bir iş çıkararak Bursa köylerinde yaşayan sözlü anlatımları derlemiş. Bursa Köylerinde Sözlü Anlatımlar-1 kitabı, Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin “Somut Olmayan Kültürel Miras” serisinden çıkmış 2014 yılında. “Somut Olmayan Kültürel Miras” projesinin yürütücüsü, kendisi de bir halk kültürü araştırmacısı olan Cengiz Bütün. Büyük boy ve üç yüz on dört sayfa olan kitabın sonuna bir de sözlük eklenmiş. Bu sözlük, sözcüklerin Bursa ağzında aldığı biçimi ve kazandıkları yeni anlamları göstermesi bakımından önemli. Bu sözlük dikkatle incelendiğinde, toplumun kendi kültürünü nasıl inatla koruduğunu ve geleneklerine nasıl bağlı olduğunu da gösteriyor. Mesela kentte yaşayanların artık çok rahat bir şekilde kullandıkları “lavabo” kelimesi, Bursa köylerinde yaşayanların sözcük dağarcığında hâlâ yer almamış. Lavabo sözcüğünün yerine kullanılan kelime ise, halkın irfanının gücünü ve aldığı bir nesneye verdiği isimle bile inancına sahip çıkmakta ne kadar mahir olduğunu göstermektedir. Evet, Bursa köylerinde lavaboya verilen isim “abdestlik”. Bu sözcük, hem modern hayata bir reddiye, hem de toplumun inancına sahip çıkmanın yalın bir ifadesi değil de nedir?!

Toplumsal hafızanın kimlik inşa edici rolü

Köylerde yaşayan bu sözlü gelenek hem birçok konu hakkında bilgi veriyor bizlere, hem de o toplumda yaşayan kişilere bir kimlik inşa ediyor. Sözlü geleneğin konularına baktığımızda, bunların köyün isminin nereden geldiğinden tutun da köyün merasında yetişen bir bitkinin hangi hastalığa deva olacağına dair çok geniş bir yelpazede olduğu görülmektedir. Sadece bu da değil, bu sözlü gelenek size, hava durumunun nasıl olacağını anlama bilgisini de aktarmaktadır hatta.

İnegöl’e bağlı Akbaşlar köylülerinin köylerine bu ismin verilme sebebi olarak anlattıkları olay, köyün dindar kimliğine vurgu yaparak düpedüz bir kimlik inşa etme çabasının tezahürü değil mi aslında?

(+)

Köy sakinlerinin köyün ismine dair aktardıkları rivayete göre köyün ismi, medreseye giden gençlerin başlarına taktıkları beyaz sarıklarla verdikleri görüntüden kaynaklanmaktadır. Diğer köylerden gençlerle aynı medreseye giden Akbaşlar köyü gençlerinin tümü, beyaz sarık takarak diğer gençlerden ayrılmaktadır. Beyaza bürünmüş bu başlar, zamanla köye ad olur ve köyün adı Akbaşlar olarak anılır. Bu olay, sadece köye isim verilmesi olayından ibaret değildir anlaşıldığı üzere. Köy sakinleri, bu olay üzerinden dindar kimliklerini sürekli hatırlatarak bunu bir eğitim yöntemi olarak kullanmakta ve böylelikle de sonra gelen kuşaklara hem bir kimlik inşa etmekte, hem de bir kimliğin nasıl inşa edileceğinin bilgisini vermektedir.

Savaştan künyeleri döndü

Bir başka köyün sözlü kültürüne baktığımızda, yine aynı şeyi görüyoruz: Kendinden olanı sahiplenme, sonradan ve dışarıdan geleni reddetme. Bunu da doğrudan doğruya değil de dolaylı yoldan yapıyorlar elbette. Anlattıkları öykülerle zorlukta neye başvurulacağını, düşmana karşı nasıl tavır takınmak gerektiğini hep bu sözlerle aktarıyor yeni kuşaklara köy ahalisi.

Osmangazi ilçesinin Avdancık köyü sakinleri, Çanakkale Savaşı yıllarını sözlü geleneklerinde hâlâ diri tutanlardan. Köyle ilgili kendisinden bilgi alınan kişiler, bu yılları anlatırken köylerinden beş kişinin Çanakkale Savaşı'na katıldığını, geriye bunların künyelerinin geldiğini anlatırken bir ruhu diri tutuyorlar aslında. Köyleri Yunan işgaline uğradığında ise neler olduğunu “… Annem üç aylıkken Yunan gelmiş. Kazıklı köyünden sonra bizim köye geçmişler. Köydekilerin çoğu kaçmış. Kalanlar imanla, Kur’an’la saklanmışlar. Düşman hayvanları öldürüp yiyecekleri talan etmiş.” cümleleriyle anlatarak kurtuluşlarını sağlayanın imanları ve Kur’anları olduğunu, kendilerinden sonra gelen kuşaklara sarsılmaz bir bilgi olarak aktarmaktadırlar.

Kitapta anlatılanlar, yeri geldikçe çizimlerle, yeri geldikçe de fotoğraflarla desteklenmiş. Bu da hem kitabın rahat okunmasını hem de birçok bilginin görsel olarak da kayda geçmesini sağlamış.

Masalların, efsanelerin, yer adlarının nasıl konulduklarının hikâyelerinin de anlatıldığı bu çalışma, halk kültürü araştırmacıları için de iyi bir başvuru kitabı niteliğinde. Yazılı ve görsel medya aracılığıyla bir kültürel istilaya maruz kaldığımız şu zor zamanlarda, bu tip kitapların önemi daha da artıyor.

Ahmet Serin yazdı