Ailece gitmek üzere kendi aramızda yapmış olduğumuz plan kızımın hasta olmasıyla suya düştü ve ben yine yalnız başıma çıktım yollara. Kul başına plan yaparsan olacağı bu zaten. Küçük kızımın “anne bu havada gitmesen olmaz mı?” demesi üzerine “ama kızım ayıp değil mi o amca ta Eskişehir’den kalkıp bizim için buralara geliyor”. Sonra kızım odasına gidip haritayı açtı ve “of anne iki şehir birden geçip geliyormuş” deyip ikna olup, sonra da gelirken bana kar siparişi vererek uğurladı.
Sürgün akılla nereye kadar!
Atasoy Müftüoğlu, iki yüz yıldır Avrupa aklının sömürgesi olduğumuzu ve bu sebeple sömürgeleştirilmiş bir aklın akıl olmaktan çıkıp yok haline geldiğini söyleyerek bizleri henüz ilk cümleleriyle sarsmaya başlamıştı bile. “Aklın sömürgeleştirilmesi nasıl olur?” sorusunun cevabını ise o aklın marjinalleşmesi ve sürgün edilmesi diyerek cevapladı. Müslüman akıl, Batı aklı tarafından tahfif edilip aşağılanmış hem doğudan, hem batıdan gelen, hem bireyler için hem de toplumlar (İslam) için aklın tahfif edilmesiyle beraber içinde bulunduğumuz durumu sorumlu Müslümanların sorgulaması, bu sorunlarla yüzleşmesi gerekiyor dedi. En hayati sorunumuzun bugünkü gerçeğin farkında olmamak ve gereği kadar gerçeği konuşmamak olduğunu, Müslüman olmanın aslında farkında olmak ve farkına varmak demek olduğunu çok güzel izah etti.
Geçmişe takılma ey Müslüman!
Müftüoğlu ayrıca dini hayatı sosyal kültürel hayatın dışına iterek İslam’ın adeta hayata müdahale eden bir gerçekten öte bir folklor gibi kaldığını ve geriye çekilişin adı olduğunu söyledi. Dini hayatın geçmişte yaşamak anlamına gelmeyeceğini, bilakis gerçeklerle temas kurarak içerik üreteceğini belirtti. İslam kentsel inceliklerin adıydı. Cuma namazı kentsel mekânlarda kılınan bir namazın adıydı. Biz bu kentsel ilişkilere uzak kaldık, taşralaşıyoruz. İslam incelikler demek, kimsenin umurunda değiliz. Çünkü bilgi üretemiyoruz, muhalefet üretemiyoruz. Sadece üretilenlere maruz kalıyoruz diyerek ahvalimizi bir güzel özetledi.
Peki, nedir tüm bu sorunların sebebi diyerek düşüncelere gark olmamıza fırsat kalmadan imdadımıza yetişiyor Müftüoğlu ve her şeyden önce taklit ve tekrar edilen bilinç alanının dışına çıkmamız gerektiğini, zihinsel bir özgürlük alanı açarak geçmişte olan ne varsa koruyup, muhafaza etmeyi artık bırakmamız gerektiğinden bahsederek aslında neyi muhafaza etmemiz icap ettiğini anlatmaya başlıyor. Klişe haline getirdiğimiz fakat tıpkı üzerinde düşünmediğimiz farklı kavramlar gibi “iki günü bir olan ziyandadır” ilkesinin müthiş bir devrim niteliğinde olduğunu söyledi. Bizlere bugün telkin edilenin pasif kalmak ve sessiz olmak, ayrıca herkese hoşgörülü davranmak olduğunu oysa dünyada kimselerin bizi hoş görmediğini söyledi ki, doğru söze ne denir?
Bana hocanı söyle…
Atasoy Müftüoğlu cemaatleri, tarikatları ve muhtelif tasavvuf gruplarını yakından takip ettiğini belirterek, vahye ve sünnete sadık kalanların dışındakilere çok haklı eleştiriler getirdi. Cemaatlere katılanlardan sadece tam itaat istendiğini, amacın niteliği değil sayıları arttırmak olduğunu, zira cemaatlerin propaganda mekanizmalarını yönetmeleri için sayılara ihtiyaç duyduklarını anlattıktan sonra, menkıbe fabrikaları atölyeleri ve olağanüstü rüyalar üreterek bu sayıyı katlamanın amaçlandığını söyledi. Tasavvufun zaman ve mekân adına spekülatif tartışmalar yapmaması gerektiğini, gaipten haber vermemesi lazım geldiğini izah etti.
Bütün üstatlar mitolojik varlıklar haline gelmişler, bu mitolojik ve efsanevi varlıkların insan olacağı güne kadar zihinsel hayatımız sağlığına kavuşamayacak dedi (nerde o günler demekten kendimi alamadım tabi) Hala tarihin nesnesi ve insan altı konumdayız. Yani bu ne demek? Sürü olmak demek! Kendi yönelişimizi hayata geçiremedik demek! Ne yapmalıyız diye sorarsak şayet, reçete: zihinsel bağımsızlık için çaba sarf etmek. Kendi tercihi, öznesi olmayan insanla hiçbir şey yapamazsınız!
Gençlerin dikkatine!
Kendi kuşaklarının tarihe tanıklık etmek gibi bir sorumluluğu olmadığını itiraf eden Müftüoğlu bizim tarihimiz gündelik ibadetlerden ibarettir lakin gençler için tarih önem arz eder. Tarihin ciddi açıdan takip edilmesi gerekiyor. Biz gençlere “Bize gelmeyin kendinize gelin!” diyoruz dedi. Yeni bir dünya karşısındayız, modernizm, sömürgecilik, ırkçılık, sekülarizm bizlere dayatılıyor. Hiçbiri masum değildir, bir dünya görüşüdür. Küreselleşme süreçleri biz farkında olmadan bizi dönüştürüyor özellikle de gençleri. Medya, ideoloji, ekonomik, felsefi ve finansal süreçler bizi etkiliyor. İslami manada kendimizi dönüştüremeyince küreselleşme bizi dönüştürüyor. Ümmeti gerçek kılmak gibi bir sorumluluğumuz var fakat parçalanmış bünyemiz geçmişte kaldığı için çözüm üretemiyoruz. 21. yüzyıla ne önereceğimizi bilmiyoruz. Bilgiyi gerçekliğe dönüştürmek için bir kavga vermiyoruz. Gelenek, görenek, toprak, vatan yüzünden atalet içerisindeyiz. Düşünmüyoruz düşündürtülüyoruz adeta. Tek akla kapılmış sürükleniyoruz, akılları çoğaltmak için varız. Batıda akıl dini hayata veda etti, doğuda (İslamda) dini hayat akla veda etti diyerek altı çizilip çizilip okunulası tespitlerde bulunmayı sürdürdü.
Sıra hatun kişilerde!
İslam’ın Hıristiyanlaştırılması dünya görüşü, dinin evrenselleştirilmesi ve sekülerleştirilmesiyle başlıyor. Dinin sadece ahiret hayatına ilişkin söylemde bulunması isteniyor, hayata dair bir şey söylemesine müsaade edilmiyor. Nerede dine ait şey varsa ötekileştirilip, dışlanıyor. Bütün bunların altında Hıristiyan benzeri bir koruma, İslam’ı etkisizleştirmek için sürükleniyor. Hususiyetle hanımlarımız bu dil konusunda hassasiyet taşımalılar. Zira kadınlarımız hep ikincil konumda kalmışlardır. Çünkü tüm klasik metinlerde kadınlar aşağılanır, horlanır ve dışlanırlar. Bu ikincil konumdan kurtulmak için feminist bir dile müracaat ettiklerini görüyoruz. (burada şuna dikkat çekmek isterim ki bu aşağılamalardan kurtulmak istedikçe en dindar insanlar bile kolaya kaçıp biz hanımlara feminist yaftasını yapıştırmaktalar, Mücadele Suresi varken hiçbir dış kaynaklı etikete ihtiyacımız yok Allah’ın izniyle, alın feministliğinizi başınıza çalın bir zahmet) Bu dil doğru değil kendi asil konumlarını kazanmaları gerekiyor. Evvela kendi evindeki bu faşa, maço duruma karşı çıkması gerekiyor. Bugünden geçmişe doğru eleştirel yaklaşıma, duruşa muhtacız. Aksi takdirde eski metinlerde kadınları aşağılayan, hafifseyen efsanevi metinleri doğrulamış oluruz.
Sözün burasında başından geçen bir hadiseyi bizlerle paylaştı Müftüoğlu. Bu tip yaklaşımlar çok yaygın olduğu için aktarmadan geçmeyeyim dedim! Bir arkadaşımın eşi aradı ve “eşim bana Türk gibi davranıyor” diyerek şikâyette bulundu. Yani Müslüman gibi değil de bizler eşlerimize ya Türk gibi, ya Kürt gibi davranırız zaten. Daha sonra o arkadaşımın beni ziyaret ettiği bir gün ona kendi aile hayatımdan bahsedip yardımcı olmaya çalışıyordum, yanımızda başka bir arkadaşımız vardı o da dinliyordu. Biz sabah namaza kalkıp hep birlikte namazımızı eda ettikten sonra, ben yatmayıp çalışmalarıma, okumalarıma devam ederim. Daha sonra ekmek ve gazete almaya giderim. Eve gelince çayı koyup, kahvaltıyı hazırlarım dedim. Diğer arkadaş dedi ki: Ya hocam sen ölmüşsünde ağlayanın yok! Biz hanımımıza yardım etmeyi kötü bir şey ya da kılıbıklık olarak görüyoruz. Maalesef bu çok yanlış bir tutum, sünnette böyle bir şey yok dedi. (Hala bilmeyenlere bu vesileyle duyurmuş olalım)
Israrla yeni bir zihinsel içeriğe cesaret etmeliyiz. Geçmişte üretilenler tükendi, evvelki büyüklerimiz bugün karşılaştığımız sorunların cevaplarını bulamazlar, bu çözümleri biz üretmeliyiz. Alışkanlıklarımızı din haline getiriyoruz, mekanik ibadetin bize hiçbir şekilde katkısı olmayacak. Bu nasıl bir dini hayat? Hepimiz din aracılığıyla etkisiz hale getiriliyoruz, bastırılıyoruz diyerek yaralarımıza bir bir parmak bastı sağ olsun.
Doyumsuz sohbetin sonu
Son olarak Atasoy Müftüoğlu, üstatlar diyecek mi bir gün dünya bizden ibaret değil, bizimle de kaim değil. Neysek o olalım, abartmayalım diyerek iki saat süren ve son derece istifade ettiğimiz sohbetine noktayı koydu. Ayrıca yanımda kitabımla gelip imzalatma bahtiyarlığına kavuşan tek dinleyici unvanını da kapmış bulunmaktayım. Kar yağarken geldi ve o giderken karlar yavaş yavaş erimeye durmuştu. Eve giderken içimi tatlı bir huzur sarıverdi. Soğuk ama bir o kadar berrak havayı içime çekip, Rabbime böylesi kıymetli ve cesaretli büyüklerimiz olduğu için şükrettim. Elbette eve yakınlaşınca karla kaplı bir arabadan kızıma kartopu götürmeyi unutmadım!
F.Kebire Gündüz Karaaslan ziyadesiyle istifade etti