GÜNÜMÜZÜN RAMAZAN'I

Yetmişlerin başında Sultanahmet'te oturuyordum. Caminin bahçesi harabe halinde idi. Bu günkü 'Arasta'nın yeri yıkık dökük bir sarhoş yatağıydı. Geceleri oradan geçmek korkutucuydu. Çelik Gülersoy'un yaptığı Yeşil Konak'ın yerinde yıkılmaya yüz tutmuş bir konak vardı. Sağlık Müzesi'nin karşısındaki hamam çukurunda matbaacı çırakları öğle tatilinde top oynuyordu.

Ramazan'da koca camide en fazla üç-beş saf cemaat olurdu.

Açıkçası Ramazan'ın geldiği bile belli olmazdı.

Televizyon'da 'Eski Ramazanlar' muhabbeti sürer, Kanto ve Karagöz oynardı. Görmüş olanlar 'Direklerarası'nı anlata anlata bitiremezdi.

Şimdi Ramazan İstanbul'da bir şehrayin gibi yaşanıyor. Muhteşem bir diriliş.

Sanırım bu coşkunun ilk kıvılcımı İstanbul Belediyeleri'ni Refah Partisi'nin alması ile parladı. Galiba ilk çadır Üsküdar'da kuruldu.

Bu çadır günümüzün Ramazan tarihinde bir devrimdir. Ardından öteki belediyeler de çadır kurmaya başladılar. 'Çadır iftarı' Ramazan'a müthiş bir enerji kattı, Ramazan âdeta gizlendiği yerden sokağa çıktı. Sonra çadırlara sahne ilavesi oldu. Şiirler okundu, sohbetler oldu, ilahiler söylendi.

Geçen zaman içinde belediyeler İstanbul'un her köşesini çiçeklerle donattılar, eski eserler restore edildi, camiler dolup taşmaya başladı. Işıklandırma sonucu İstanbul pırıl pırıl bir mücevhere döndü.

Yaz Ramazanları'nda çadırların yanısıra 'sokak iftarları' boy gösterdi. Bir mahalle iftarda biraraya geldi. Bu da bir ilktir. Sebillerden, çeşmelerden, şerbetler, çorbalar akmaya başladı. Hemen her yıl etkinliklerde bir yenilik yapıldı. Daha önceleri Kubbealtı Cemiyeti'nde yaşatılan 'Çocuk iftarları' devreye girdi.

İstanbul halkı sahura kadar o cami senin, bu cami benim dolaşmaya başladı. Eyüp Sultan mahşer yerine döndü.

Bu güzelliği yaşamak için taşradan gelenler fazlalaştı. Sultanahmet Meydanı meselâ bir Kadir Gecesi'nde elli bin kişilik cemaatı kucakladı. Çayırlara ailece oturan Kırşehirli, Malatyalı, Burdurlu misafirler, hanımların beyaz başörtüleri ile oraları papatya tarlasına çevirdiler. Bu etkinlikler taşraya sıçradı ve oralarda da Ramazan büyük bir coşkuyla yaşanmaya başladı.

Pek çok vakıf ve dernek Ramazan'da fakirlere erzak-yemek dağıtmaya girişti. Bu vakıf ve derneklere rağbet o kadar arttı ki; bırakın İstanbul'u; Afrika'ya, Açe'ye, dünyanın neresinde ihtiyaç sahibi Müslüman varsa oralara TIR'larla yardım götürülmeye başlandı.

Televizyonun muhtelif kanallarında dini sohbetler yapıldı, bu sohbetler sonucu bazı hocaefendiler fevkalade rağbet gördü. Yaz Ramazanlarında sohbetler stüdyodan değil, bir cami bahçesinden, deniz üstünde bir sahneden ilginç bir mekandan yayımlanıyor.

Zamanla ipin ucunu kaçıranlar olmadı değil. Bir belediye beş bin kişiye iftar veriyorsa öteki on bin kişiye vererek yarışa girdi. Bunu olumsuz görmeyin, netice hayırda yarışmak değil mi?

Eh, şimdi sadede gelelim.

Bunca haşmet, bunca kalabalık, bunca etkinlik nicelik olarak alkışlanıyor ama nitelik olarak geride ne bırakıyor?

Bazı kişiler, hoca efendiler, gazeteciler bütün bu olanları gösteriş diye yorumluyor, niteliğin kaybolduğunu söylüyor. İş cıvıdı diyor. Bu Müslüman yaşantısını makbul saymıyor.

Nasrettin Hoca gibi onlara, siz de haklısınız diyeceğim ama kimsenin 'samimiyeti'ni ölçecek âletim yok.

Din samimiyettir.

Yapılan istatistiklere göre oruç tutanların oranı yüzde seksenleri bulmuş.

Hep söylüyorum ama cevap alamıyorum. Türkiye son otuz yıldır bir yandan dindarlaşıyor, öte yandan modernleşiyor. Acaba İslâmcıların asrın başında söyledikleri 'Batı'nın ilim ve fennini alalım, İslam ahlak ve faziletinden vazgeçmeyelim' tezi mi gerçekleşiyor?

Bu mümkün mü?

Evet geçmiş Ramazanları gaz lambasına, günümüz Ramazanlarını neon-lazer ışıklarına benzetebiliriz. Görünür dindarlık artıyor ama, samimiyet, merhamet, şefkat, fazilet, sünnete riayet kısacası ahlâk ne âlemde?

Ben iyimserim. Bu nicelikten nitelikli bir nesil çıkabilir. Çıkacak.

 

Mustafa Kutlu, 9 Temmuz 2014, Yeni Şafak gazetesi.

 

Harun Doyran ç-alıntıladı