Evet, başlığı doğru okudunuz. Bu kitap, okuyanlarda keskin bir mızıka çalma isteği uyandırıyor. Ya da en azından öyle bir hayal kurdurtuyor. Bir solukta okunan Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikâye”si, o ana kadar belki de sadece western filmlerinde uzun yolların yolcusu yalnız kovboyların yoldaşı diye bildiğimiz mızıkayı o kadar bizden bir yere oturtuyor ki anlıyorsunuz: aslolan mızıka değilmiş, o ânın geri planındaki derin ve bir o kadar sahici özlem ve hasretmiş. Zaten sebepsiz bir hüznün tam ortasındaysan ve yapayalnızsan, geride bıraktıklarınla ve seni bekleyen belirsiz, puslu bir gelecekle, ha bir çölde ol ha köhne bir otel odasında, yeteneğin olsun olmasın, “Mızıkaya üfledim. Aa… Bayağı çalıyorum. Çalıyorum be…” der ve sevinirsin. Yani, sanırım.
Her şey var…
Koskoca kitap sadece mızıkadan ibaret değil elbette; daha saka kuşu var, küpe çiçeği var, her şey var. (Hani Uzak İhtimal’deki bir sahnede, cemaatten yaşlı bir amca, sabah namazı sonrası cami bahçesinde kurdukları küçük sofralarına müezzini de davet ederken, “gel, bak simit var, peynir var, her şey var” diyor ya, aynen öyle.) Ya vagondan eve ne demeli: “Ne zaman annem aklıma düşse, o vagondan evi hatırlıyorum. Sisler arasında beliren bir masal gemisi gibi. Hafızamda bir takım resimler, olaylar, insan yüzleri var. Bölük pörçük cümleler, gülüşmeler, hıçkırıklar. Bunları babama soruyorum. Hiç yüksünmeden, sanki yazdığı bir romandan pasajlar okuyormuş gibi, bütün teferruatıyla anlatıyor. Ve ben yeniden beş altı yaşların pembe beyaz dünyasına gömülüyorum. Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk. Vagondan ev.”
Bu işler bize göre değil mi sahi?
“Yahu bırak bu işleri: mızıkaymış, küpe çiçeğiymiş, saka kuşuymuş, vagondan evmiş; nerede yaşıyorsun sen; onca önemli adamı okumak gerekirken; o kadar ‘fikir fahişeliği’ yapmamız gerekirken(!); bunca ekonomik-sosyal-siyasal-toplumsal-düşünsel-sel-sal sorunları dert etmemiz gerekirken, bıdı bıdı bıdı…” Siz de benim gibi, böyle düşünen-konuşan adamların ağzını bantla yapıştırın, cümlelerini tamamlamalarına bile fırsat vermeyin. Ya da şöyle yapabilirsiniz; rahmetli Gemuhluoğlu, kendisine burs formalarını teslim eden talebelerin formlarına şöyle bir göz atar, sonra bir kenara atar gibi koyar: “sen bırak bunları da söyle bakalım, hiç âşık oldun mu?” diye sorarmış. Neyse, boşverelim şimdi bunları.
Uzun Hikâye işte…
Mustafa Kutlu’nun, okurunu hayata çağıran, döndüren, onca kargaşadan kurtarıp silkeleyen, başını göğe çevirten çok güçlü bir sesi var “Uzun Hikâye” ve benzeri kitaplarında. Kaç yaşında olursanız olun, balondan aşağıya gül boşaltan Kara Turan’ın akla hayâle gelmeyecek maceralarına ortak olmak geliyor içinizden, makasçının dilsiz kızı gibi bir çocukluk arkadaşınız olsaydı keşke diye hayıflanıyorsunuz, kas erimesi nedeniyle pencere önüne mahkum olan Celal’le boncukların ışıltılı dünyasına girmek en büyük eğlencelerinizden birisi oluveriyor. Her kaçıp kurtulmak istediğinizde, sizi bir “Uzun Hikâye”de bulduruveriyor Kutlu; istemeyerek de olsa bindiğiniz trenden bir gece vakti, ansızın, ıssız bir istasyonda iniveriyorsunuz. Sonra… Sonrası, uzun hikâye işte…
Hava bedava su bedava, hayâl etmek de öyle…
Keşke diyorum bazen, bir hayırsever çıksa da Kutlu’nun “Uzun Hikâye”sinin tüm ilköğretim öğrencilerine dağıtılmasına ve okutulmasına vesile olsa; M.E.B. okullara tavsiye etse; “Hayat Bilgisi” dersinde bu kitap okutulsa… Çocuklar “playstation”a, 3G’li telefonlara, internete merak salacağına saka kuşundan, küpe çiçeğinden, küçük şeylerden haberdar olsa… Hayâl etmek parayla mı canım, aa, dokunmayın, hayâl kuruyorum. Sahi, “Mızıkanın nağmeleri otel penceresinden sızıp kasabanın dumanı tüten kırmızı kiremitli damlarına doğru yayılmaya başladı. Nereye kadar gider bu ses, kime ulaşır?”
Mehmet Emre Ayhan böyle şeylerle meşgul