Günümüzde yedinci sanat dalı olarak kutsallaştırılan sinema, son yüzyılımızın en büyük icadı, aynı zamanda en büyük kriz yaratan sanatıdır. Bir yandan insanı büyüleyip içinde galaksiler ötesi bir ruh barındırırken diğer taraftan insanı yıkan, onu metalaştıran, paramparça edip köleleştiren sistemin adıdır sinema.

Sinema, Batı sisteminin akademik, teknolojik göz boyama biçimlerinin tamamını kullanarak insanları gönüllü kölelere dönüştürür. İradesini yitirmiş insanı hızın ve hazzın peşinde sürükleyerek nefsine dost eyler. Boş zamanımızı doldurarak bizi eğlendirir, duygulandırır, sahteliğin büyüsüne çağırır. Zihnimize yerleştirdiği kalıplarla bize Batılı bir hayat tarzı dayatır ve yönlendirir. Batı’da filmlerin birçoğu buna hizmet etmek için çekilir. Kapitalist/neo-liberal sistemin devam etmesi için sinema vazgeçilmez bir araçtır.

Sinema bize model alarak yaşamayı öğretir; özdeşlik kurar, benzeştirir, sizi izlediğiniz kişinin yerine koyar. Dünyaya bir sunum biçimi dayatır ve sizi o sunum biçiminin dünyada yaşayan tipleri haline dönüştürür. Sinema insanın nefsinin hoşuna giden her şeyi barındırır; kötülükleri güzelleştirir, güzellikleri kötüleştirebilir. Her türlü imkânı kendinde muhâfaza eder; sizi büyük bir düşman ya da iyi bir dost yapabilir. Sinema büyük ordulardan daha kuvvetlidir, güçlü silahlardan daha fazla insanı öldürebilir. Sinema toplumları ifsat eden kutsal bir rehberdir.

Müslümanlar sinema ile bu çağa özgü cevaplar verebilir

Sinema ile ilgili birçok tanımlama yapmamız mümkün. Onun kötü kullanılan bir sanat olduğunu sabah akşam konuşabiliriz/konuşuyoruz. Elbette bu bize sinemanın bizatihi kötü bir şey olduğunu göstermiyor. Onu anlamak için hangi ellerde yoğrulduğuna, hangi yürekte piştiğine bakmamız kâfi gelir. İnsanların ilgilerine tecavüz edilip gasp edildiği bir zamanda sinemada iyi işler yapmak, bu alanda Müslümanca eserler üretmek bugün hayati bir anlam taşıyor.

Enver Gülşen yukarıda zikrettiğimiz bütün bu tanımlamalara “Sinemanın Kökleri” kitabında şerh düşerek Müslümanların sinemaya bakışına dair yeni şeyler söylüyor. Sinema ile Müslümanların hakikat yolculuğu yapabileceğini, tüm insanlığı bu hakikat yolculuğuna, hikmete davet edebileceğini ve bu çağa özgü cevapları yine Müslümanların sinema ile verebileceğini belirtiyor. Bu çağın yeni sözünü sinema ile Müslümanlar söyleyebilir. Bunu yapma potansiyeli taşıyoruz ancak öncelikle bu konuda dert sahibi olmamız şart.

Sinemanın bize göre tanımı yapılabilir mi?

Gülşen’in sinema tanımları üzerine tartışılmaya, düşünülmeye değer:

“Sinema, karanlığın yüreğinde O’na dönüp ilaç dileyen dertlilerin, modern çağlarda aldığı cevaptır adeta. Bir yanı balçığa batması ama öte yanıyla Allah’ın ‘ruhumdan üfledim’ dediği eşref-i mahlûkat olan insanın yüreğine temas etme kabiliyetiyle ruha ‘uçmasıyla’, aynı insanın kendisi gibidir sinema… Bir yanıyla esfel-i safilin’e, öte yanıyla da ahsen-i takvim’e bakar.

Sinema, Batı düşüncesi ve sanatının kriz noktasında ortaya çıkmış bir sanat olarak, insanlığın ‘yeni söz’ arayışının, yani karanlığın zirvesinde gerçekleşmiş bir doğum anının ismidir. Bir yandan içinden çıktığı karanlığın unsurlarını ‘bedeninde’ barındırır; öte yandan içine açıldığı ‘yeni söz’ün aydınlığını ‘akleden kalbinde’ ifşa eder. Bu ikili yapısıyla köprü vazifesi görür. Şiirin, hikmetin ve giderek hayatın kaybını ifşa ederken, kaybolanların nasıl aranacağının ve bulunacağının ipuçlarını verir.

Sinema, şizofreni hastası anneden doğmuş hikmet sahibi sanatçı evladın adıdır.

Sinema, çağımızın ‘yeni şiiri’ ve en büyük aynası olma imkânına sahiptir.

Mevcut sinemanın en az yüzde doksan beşinin profanlığına inat, sinemanın potansiyel olarak barındırdığı güç mevcut olanın ötesinde bir ‘mümkün’ün potansiyelini taşımasıdır.

Sinema, hayat sandığımız bütün o koşuşturmaca alanlarına karşı ‘şiirin orucunu’ sunar ve ‘dur, etrafına, hayata ama öncelikle kendine bir bak; temâşâ, teemmül ve tefekkür etmeyi yeniden öğren’ der.

Film tecrübesi, öznelliğin duvarlarını yıkarak ‘Mutlak’a ulaşabilecek bir ‘nesnelliğin’ kapılarını açar bizlere.

Sinemanın bir doğurganlığı vardır. Bu doğurganlık, bataklıkta yeşeren çiçekler gibidir. Ancak bataklık şartlarının iyi tespit edilmesi bu aşamada çok önemlidir.”

Bütün bu tanımlamalar “Filmlere neden ihtiyacımız var, neden film izleriz?” sorusu çerçevesinde tüm kitap boyunca devam ediyor. Kitabın kapsamı kendi sorularımız ışığında sinemaya dair cevaplar üretmemizi perçinleyecek bir genişlik taşıyor. Diğer sanat dalları ile sinema arasındaki ilişki çözümlenirken kitaplara ve filmlere yapılan göndermeler dini tecrübe ile harmanlanıyor.

Türkiye’deki sinema kitapları arasında özgün bir eser

“Anlam Arayışında Sanat ve Sinema” alt başlığını taşıyan Sinemanın Kökleri kitabı, Enver Gülşen’in daha önce yayınlanmış olan Sinemanın Hakikati ve Hakikatin Sineması kitaplarıyla, 2017 yılının sonlarına doğru yayınlanmayı planladığı beş ciltlik Sanatın Sineması, Sinemanın Sanatsal Tarihi kitabına bir köprü kurması amacıyla yayınlanmış. Derinlemesine ele alınacak meselelere birer girizgâh olarak çıktığı ifade edilse de kitabın, bu haliyle bile Türkiye’deki sinema kitapları arasında özgün bir yeri olacağı âşikâr.

Sinemanın Kökleri’ne yapılan bu yolculuğun benim açımdan olumlu-olumsuz iki yönüne işaret ederek devam edelim. Olumlu açıdan, ne piyasa ucuzluğunda kuru kuru yorumları ne akademik düzlemde somurtan bir üst dili ve içeriği taşımıyor oluşu kitabın güzel tarafı. Yer yer akademik düzlemi aşan ve İslami, tasavvufi bir bakış açısıyla sinemayı ve diğer sanatlarla ilişkisini yorumlayan içten, akıcı, hakiki bir anlatım taşıyor olmasını beğendim. Bu anlamda Sinemanın Kökleri akademik ve piyasa sinema kitaplarına kafa atıyor. 500 sayfalık bir hacmi olmasına rağmen sizi yormayan, hatta okuma şevkinizi arttıran bir gönül dili var.

Olumsuz olarak ise kitabın sinema ile kurulmak istenen İslami, tasavvufi ve Müslümanca bakış açısının çok soyut kaldığı ve somutlaştırma problemi taşıdığı söylenebilir ancak kolaycılığa da kaçmak istemem. Çünkü İslam dünyasında sinemanın teorik kısmının (tasvir/ temsil/ suret yasağı) hâlen tartışma konusu olduğu bir gerçek. Diğer taraftan kitabın üzerinde durduğu meselelerin derinliği yani film sanatının imkânlarını kendisinde bulunduran şiir, hikâye, roman, resim, müzik, fotoğraf, tiyatro vb. sanatların her birine doğru yolculuk yapıldıkça karşınıza bir umman çıkıyor ve bu bir karmaşa da yaratıyor. Ki yazar burada seçtiği eserlerle sinema ilişkisini anlatmayı yeğlemiş. Bu sizi sinema alanında besliyor, fikir sahibi kılıyor ve diğer sanat dallarından beslenen sinemanın imkânlarını keşfe çıkartıyor. Bu fikirleri ütopik bulanlar veya abartıldığını düşünenler de çıkacaktır.

Tarkovsky en iyi yönetmen, Semih Kaplanoğlu zirve

Dünya sinemasında Tarkovsky, Enver Gülşen’in en beğendiği yönetmen olarak öne çıkarken, Türk sinemasını dünden bugüne zirveye taşıyan yönetmenin Semih Kaplanoğlu olduğunun altını çiziliyor.

Türk sinemasında Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ ve Yılmaz Güney gibi yönetmenlerin gelenek ile sinema arasında bir ilişki kurmayı başardıklarından söz ediyor müellif. Türk sinemasının yeni döneminde Derviş Zaim’in Nokta, İsmail Güneş’in Ateşin Düştüğü Yer’de görünen aracılığıyla görünmez olanı araştırmaya soyundukları çabayı “Yusuf Üçlemesi” ile Semih Kaplanoğlu’nun zirveye taşıdığını ve sinemamıza bir derinlik kattığını ifade ediyor.

9 bölümden oluşan Sinemanın Kökleri’nde ele alınan konu başlıklarını yazarak noktalayalım: Sinemada imge ve sanat gelenekleri, sinema-şiir arasındaki ilişki, film-edebiyat ilişkisi, sinema-tiyatro ilişkisi, görsel sanatlar ve sinema, hakikat ve hayal sineması, dünya sinemasında dini filmler ve kişilikler ve son olarak da tasavvuf, sanat ve gelenek arasında Türk sineması değerlendiriliyor.

 

 

Abdullah Güner