Malum hikayedir, birçoklarımız bilir. Bir gün adamın biri, deniz kıyısına oturmuş ve kendince birşeyler mırıldanmakta imiş. Adamın bu hâlini gören bir diğer adam, yanına yaklaşmış. Selâm vererek ne yaptığını sormuş. Selâma karşılık veren adam, hiç hâlini bozmadan: “Dalgaları sayıyorum.” demiş. Diğer adam, şaşkınlıkla sormuş: “Peki, kaç oldu?” Adam, gene içinde bulunduğu hâli hiç bozmadan cevap vermiş: “Gelen gitti. Bu gelen bir.”

Büyükler bu hikayeye işaretle an bu an, dem bu dem derler. Ne geçmişe takılıp kalmak, ne de geleceğe odaklanarak yaşamak... Yaşamak, içinde bulunduğun anın hakkını vererek yaşamak... Ancak böylesi bir yaşayış insan olarak kendimizi hakkıyla okuma, tanıma ve yorumlama fırsatını verir bizlere. An bu an, dem bu dem sakinliği içinde yaşamanın bizlere sunduğu imkanları tadarız böylece. An ve dem tadı içinde durup dinlenir, kendimizi dinleriz. Kendi içimizdeki bin odalı evimizin salonuna çekilip, bekleme salonunda bekleriz. Bekleme salonumuzda en güzide şekilde ağırlayıp ve en güzel şekilde uğurlarız kendimizi. Ne yaşadığımız günlere takılıp kalmalı, ne geldiğimiz yerin ne de gideceğimiz yerin hayaliyle yatıp kalkmalıyız. O vakit anlarız; yalnızca kendi an ve demimizde, kendi bekleme salonumuzda uzun uzun demlenmenin, kendimizin tadını çıkarmanın vazgeçilmez keyfini..!

Dünyanın dur durak bilmeyen hızı içinde beni böylece kendi içime çeken ne olmuş olabilir..? Öyküleri Heceöykü, Dergâh ve Magrib gibi çeşitli dergilerde yayınlanan değerli yazar Ali Işık’ın Hece Yayınları’ndan çıkan Bekleme Salonu kitabı kendini bekleyecek, ağırlayacak ve en güzel şekilde uğurlayacak okuyucuları selamlıyor.

Bekleme salonu deyip geçme..!

Günümüzde, edebiyatımızın öykü kulvarında yaşadığı potluk vaktiyle Garip Akımı sonrası şiirin başına gelen potluğa benziyor. Dergilerde her geçen gün sayısı artan öykücülerimiz... Uzun uzun yazılan, bazen ise anlatılacak birşey bulunamadığı için kısaca karalanan öykülerimiz. Edebiyatımızda öykü nüfusu hiç bu kadar arttı mı bilemiyorum..! Okuyucu ister istemez dergiler ve sosyal medyadan maruz kaldığı öykücüleri okumak durumunda kalıyor. Talihsiz bir maruz kalış bu. Çünkü yaşadığımız hayatın hızı, bizlere pek de araştırıp ayırt etme fırsatını vermiyor. Hal böyle olunca yazgımız kendini gösteriyor ve yolumuza düşenler ile doyuruyoruz kendimizi.

Çok şükür ki; bendenizin yoluna böylesi bir bolluk içinde Ali Işık’ın Bekleme Salonu düşmüş. Bekleme Salonu kendimce demlendiğim bir kitap oldu. Günümüzde öykü namına yazılanları düşünüyorum. Bunca öykünün kol gezdiği, bunca öykü kitabının basıldığı ve hergün yeni öykücülerin doğduğu edebiyat mecramızda Ali Işık’ın Bekleme Salonu kendine has sesiyle farkını ortaya koymuş.

Kendini uzaklara fırlatılmış bir taş gibi hissettiğin oldu mu hiç?”

Ali Işık, Bekleme Salonu’nda beklemediğimiz yerlerden sorular soruyor bizlere. Binbir insanın hayatını sanki yaşamışçasına taşımış kitabın sayfalarına. Ali Işık’ın yaptığı, gözlemden daha fazlası. Üçüncü ağızdan değil, birinci gözden anlatıyor bitimsiz hikayelerini okuyucuya. Belli ki gözledikleri, ruhunda ikamet etmiş epey. Ruhunun salonunda epey bekletmiş onları, sonra ağırlamış bir güzel. Herbirinin hikayesini kendi ağızlarından dinlemiş, birçoğuyla birlikte yaşamış hikayeleri. Sonra onları uğurlamış bir güzel. Daha sonra mı..? Daha sonra bizleri çağırıp, başlamış anlatmaya. Tenha’da bir Selami’yi beklemiş hep, akan nehrin öte ucundan. Beklerken anlamış ki; uzaklara fırlatılmış bir taş imiş meğer. Dünyanın kirleri lekelemiş insanları. Hasan’ı kaybetmiş annesinin feryadında... Keskin nişancılar çocukları da adam saydıklarından, öyküden damlayan kan kara çalınmış sayfalar arasına. Paramparça olan akıllardan bir bütün olarak akmış müzik; ‘yerle gök arasında bir yerde.’ Sen beni tanımazsın.’ ‘Ah bu ben kendimi nerelere koşsam’ diyerek koşup kurtulmuş kendinden. Unutulan onca şey varken Sezai Karakoç unutulmamış: “Şeytan içerden mi gelmişti, dışarıdan mı? Bence daha önemlisi dışardan gelen şeytanın çağrısını dinleyen bir kulağın hemen içerde hazır oluşuydu.” Vefasını bir bozacıya bırakmasa da yüreğinde taşıyarak merhamet etmiş Zeliha...En ıssız yerlerde açan zambakları kıskanmış ve orkideler serpmiş mezarlıklara.

Bekleme Salonu’nda Ali Işık’ın kurgusu dilinin önüne geçmiş. Öyküler kurgu bakımından şiirsel bir dil ile destekleniyor. Sıradışı bir kurgu ve dille, yukarıda yakındığımız öykücülerden farkını ortaya koymuş oluyor Ali Işık. On üç enfes hikayenin yer aldığı Bekleme Salonu’nda okuyucu kimi zaman bir boşluğa kimi zaman bir bilinmezliğe sürükleniyor. Merdiven boşluğundan, bir hikayeye değil ancak bir şiire bakıyorsunuz. Baktığınız yerin tenhalığını, derin ve uzun uzun çalan bir zil bozuyor. Bir adım daha atmak için niyet ediyorsunuz ancak zihninize çalınan bir leke size bir adım ötesinin boşluk olduğunu anımsatıyor. Bekleme salonunuzda kendinizi beklerken şehir gümbürtüsünden daha çok kasabanın sıkıntısı sarıyor içinizi. Hatıralarınızı koyduğunuz çekmeceleri çekip başka bir sabaha uyanmanın resmini bulmak istiyorsunuz. Ancak açtığınız her çekmecede unutulan siz ve kendinizi görüyor, gizli öznenizi yükleminizle değiştiriyorsunuz. Bekleme Salonu tüm şiirselliği ve içtenliğiyle sizleri bekliyor.

Metin Erol, kendini bekleyenlerden olarak yazdı