Emeğe saygı… Esere değer… Okuyucuya göz nuru… Büyüyenay Yayınları’ndan, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Yakup Öztürk’ün emekleriyle çıkan ve tam adı “Bozoklu Osman Şakir’in Musavver İran Sefaretnâmesi ve Fatih’ten 1914 Kuşağına Türk Resim Sanatı” olan eser hakkındaki düşüncem kısaca bu..,
Konaklanan kasaba ve şehirlerin resmedildiği bir Sefaretnâme
II. Mahmud dönemi şeyhülislamlarından Yasincizade Abdülvehhab Efendi, İran’a sefir tayin edilip yola çıktığında kendisine Bozoklu Osman Şakir adında bir mütercim de eşlik eder. Osman Şakir Efendi, Farsça mütercimliği vazifesine ek olarak aynı zamanda Üsküdar’dan hareket eden heyetin İran’a kadar olan güzergâhını da resimler. Her ne kadar detaylarda bilgisine sahip olamasak da Bozoklu Osman’ın geçtiği yerleri resmetmekle de görevlendirildiği muhtemel. Zira dönem hem resme meraklı ve resme teşvik eden II. Mahmud dönemidir, hem de resim çizmek için ayrılan vakit bunun bir emirden kaynaklanan bir titizlikle yapıldığını gösterir.
19 Ekim 1810 tarihinde İstanbul’dan Tahran’a yapılan yolculuğun anlatıldığı, konaklanan kasaba ve şehirlerin resmedildiği Sefaretnâme’de 31 adet resim yer alır. Metinle de desteklenen resimler Merzifon’dan sonra yerini sadece resme bırakmıştır. Tabi eserin değeri resimlendirilmiş olmasından başka; geçilen yerlerin tarihi, idarecileri, mimari özellikleri ve insanları hakkında da bilgi vermesinden kaynaklanıyor. Eserin resim sanatı açısından önemini ise çizilen resimlerin sulu boya ile yapılmış olması oluşturuyor. Suluboya ile çalışma dolayısıyla suyun kağıdı yumuşatması ve bu yumuşamayla renklerin birbirine karışması riskini Bozoklu Osman Şakir ustalıkla bertaraf etmiş ve resimlerini çok temiz bir şekilde çizmiş.
Bozoklu Osman Şakir’in şiir gibi ahenkli üslûbu muhafaza edilmiş
Eserde yer alan detaylar yer yer keyifli, yer yer serzenişte bulunan bir hüviyet arzeder. Mesela heyet Sapanca’nın ardından Geyve’ye devam ederken, Sakarya Nehri’nin üzerinde II. Bayezid tarafından yapılan köprünün bir kemerinin harap hali ile karşılaşır. Bozoklu Osman Şakir, bunu tamir eden kişinin Allah katında büyük mertebeye ulaşacağını kaydettikten sonra, II. Bayezid vakıflarından senede yüz kese akçenin bu tarz hayrat yapılarının yenilenmesi için ayrıldığını söyler ve bu köprünün neden hâlâ bu halde olduğunu ima ederek, ima yoluyla bir serzenişte bulunur.
Bozoklu Osman Şakir aynı zamanda araştırmaya da meraklı biridir. Mesela Bolu ile Çağa Gölü arasında bulunan Köroğlu Çeşmesi diye bilinen yerde heyet dinlenirken Bozoklu Osman Şakir orada gördüğü, üzerinde yazıt olan bir dikili taşın sûretini bir kağıda geçirmiş ve Tokat’a vardıklarında bunu bir papaza sormuş, papaz da kendisini bu konuda aydınlatmıştır. Kitap bu tarz dikkat çekici detaylarla doludur.
Kitabın sonunda sefaretnâmenin Osmanlıca tıpkıbasımının bulunması kadar değerli bir diğer şey de latinize edilen kısmın sadeleştirilmeden bırakılması. Bozoklu Osman Şakir’in şiir gibi ahenkli üslûbu böylelikle muhafaza edilmiş. Ayrıca eserin en sonunda bulunan Ali Emiri Efendi’nin mührü de ayrı bir güzel detay olarak karşımıza çıkar. Bozoklu Osman Şakir’in bu eseri de, belli ki Türk kültürüne böylesine hizmette bulunmuş Ali Emiri Efendi’nin elinden geçmiş. Allah hepsinin kabrini nur etsin
“Resimsizlik ve nesirsizlik”
Yakup Öztürk, istifade ettiği ve kaynakçada belirttiği yüzden fazla eserle, bizim medeniyetimizdeki resim anlayışını, bir eser hacminde olabilecek yaklaşık 100 sayfa ile masaya yatırıyor. İki başlıktan oluşan kitabın “Fatih’ten 1914 Kuşağına Türk Resim Sanatı” kısmını burası oluşturur. Peki bizde gerçekten de resim yok mudur? Bu sorunun cevabı nereden bakacağımızla alakalı biraz da. Eğer Batılı resim anlayışıyla duruma yaklaşacak olursak Yahya Kemal’in şu serzenişine hak vermemek mümkün olmayacaktır: “Milliyetimizi, kendime göre, idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: “Resimsizlik ve nesirsizlik.. Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimiz bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.. Resimsizlik yüzünden cedlerimizin yüzlerini göremiyoruz. Ah bu ne feci hicrandır! Eski şehirlerimizi göremiyoruz; yanmış yahut yıkılmış nice binalarımızı göremiyoruz; eski kıyafetlerimizi göremiyoruz; o kıyafetlerin asırlar arasında, yavaş yavaş nasıl tekamül ettiklerini anlayamıyoruz; vatanı kurduğumuz eski seferlerimizi, eski meydan muharebelerimizi, bu muharebelerini başaran şerefli ordularımızı göremiyoruz. Ah, ah.. Resimsizlik yüzünden daha neleri, daha neleri göremiyoruz.”
Yahya Kemal’in yukarıdaki sözlerine katılmakla birlikte, özellikle 16. yüzyıl Osmanlısında zirvesine ulaşan minyatür bir sanat mıdır, yoksa resim midir tartışmasına hiç girmeden, Batı ile Doğu arasındaki ayrımın dikkate alınmasının daha sağlıklı olacağına inanıyorum. Öztürk’ün de ifade ettiği gibi “İslam’ın eşyaya bakışı ile Müslüman sanatçının esere bakışı arasında bir fark yoktur. ...bu idrak maddeyi itibarsızlaştırır. Boyutlu olanı değil, kolayca silinip, bozulabilecek olanı kıymetlendirir”. Türk kültürünün önemli isimlerinden Malik Aksel’in de işaretiyle “Müslüman sanat telakkisi resimden kaçınıldığından değil, mücerret bir sanat anlayışına bağlılığından diğer sanatlardan ayrılmıştır”.
Yahya Kemal serzenişinde haklı olmakla birlikte, bizde resim olmamasını, salt Batı tarzı resim olmamasıyla özdeşleştirmek gibi Batıcı bir kafayla da düşünmenin yanlışlığı tartışılmazdır. Yahya Kemal’in tabi ki böyle bir düşüncesi yoktur. Belki onun özlemlediği biraz da Fatih dönemindeki örnektir. Fatih, İtalyan ressam Bellini’ye portresini yaptırmış, ayrıca Nakkaş Sinan adlı bir sanatçıyı da Venedik’e göndererek modern resim sanatının takibini sağlamıştır. Dikkate değerdir ki burada Nakkaş Sinan sadece Venedikli ressamlardan istifade ile yetinmemiş, Venedikli ressamlar da kendisinden bazı teknikler öğrenmişlerdir. Fatih’in bu adımının ileriki dönemlerde de devam ettiği, mesela kendisinden sonra tahta geçen II. Bayezid’in Michelangelo’yu İstanbul’a davet ettiği bilinen tarihi bir gerçektir.
Minyatür birikimine yoğunlaşmak gerek
Sanat denilen şeyin Batı menşeli olması gerektiği yönündeki zihin karışıklığı, toplumumuzda, bu coğrafyanın aydınlarında asırlardır devam eden bir kafa karışıklığı olma özelliğini maalesef günümüzde de muhafaza ediyor. Nuh Yılmaz’ın “İslam’da Resim Yasağı Söylemi” adlı eserinde de işaret ettiği gibi, Avrupamerkezci söylem tarihe, edebiyata, siyasete bakışımızda nasıl kurtulamadığımız bir paradigma inşa etmişse, İslam’da resim söz konusu olduğunda da aynı çevreden bakmaya bizi zorlamıştır. Dolayısıyla bu bağlamda bizde Batı resminin geç gelişmesinin eksikliklerinden ziyade, geleneksel anlamda ister buna sanat, ister resim deyin, başlangıcı Uygurlara kadar götürülebilecek minyatür birikimine yoğunlaşılması gerektiğini düşünenlerdenim.
Yakup Öztürk de iyi bir araştırma ile hazırladığı kitabının bu kısmında okuyucusunu doyuracak, hatta ikna edecek kadar bilgi veriyor. Kaldı ki geleneksel minyatür sanatından uzaklaşıp da Batı tarzında resim çalışmaları verildiği dönemde de bu eserlerde kısmen orijinalliğin korunması sağlanmıştır. Pek çok örneği arasında mesela Şeker Ahmed Paşa’nın “Ormanda Oduncu” adlı tablosu Batı sanatına bir doğu yaklaşımından başka nedir ki.. Aynı durum Bozoklu Osman Şakir’in Musavver İran Sefaretnâmesi için de geçerlidir. Osman Şakir’in resimleri geleneksel anlamda minyatürün çizgilerini külliyen muhafaza etmemekle birlikte, Batılı gerçekçi resim olarak da vasıflandırılamaz. Dolayısıyla orijinallik burada da söz konusudur.
Yakup Öztürk, Bozoklu Osman Şakir'in Musavver İran Sefaretnamesi, Büyüyenay Yayınları.
Yusuf Sami Kamadan