Bakın hele bu dünyanın işine. Ne hallere düşmüş de ayağa kaldıranı yok. Hey gidinin dünyası hey. Nereden nerelere kadar gelmiş meğer döne döne feleğin çarkı. Bir uyku halinden uyanmak gibi bir şey bu… Uyumuşsun ve bir de uyanmışsın ki çok şey değişmiş. Uçup gitmiş, yeller seller alıp uçurmuş, alıp dağıtmış ortalığı. O eski hal yok yerinde. Yeni hal ise perişan bir vaziyeti resmediyor gelip geçenin gözleri önünde. Öyle bir hal ki ne arayanı var ne de soranı; öyle kendi başına mavi brandalara sarılmış mahzun ve biçare bir halde bekliyor.
Neyi bekliyor peki? Bir izan sahibini bekliyor, bir merhamet sahibini bekliyor, bir ilgili kişi bekliyor, bir yetkili kişi bekliyor. Günler geçiyor, aylar geçiyor, ramazan bayramları kurban bayramları geçiyor; o ise öyle mahzun her tarafı yıkılmış, soyulmuş, kazılmış bir halde bekliyor. Bağlar tarumar bahçeler viran misali bekliyor. Önünde soyulmuş, çıplak bırakılmış, yalnız başına kalmış minaresi ile öyle bekliyor.
Bostancıbaşı Abdullah Ağa Camii kaderine mi terk edildi?
Beybostanı caddesinden geçen her canlının hazin bakışları arasında acaba viran olacak tarumar edilecek mi diye bir halin içine giriyor. Acaba bu hal ne haldir? Acaba bu hallere düşecek bir günahı mı yüklenmişti de şimdi böyle sessiz sahipsiz kalmıştı. Adı: Bostancıbaşı Abdullah Ağa Camii oluyor bu yalnızlığa bırakılmış tarihî camiinin. Beylerbeyi’nin iki camiinden biri... Hatta Beylerbeyi’ne yapılan ilk cami oluyor kendileri. Zamanında bir hayli vakfı olan böyle hatırlı bir camii…
Ama neylersin ki 2010 yılından beri soyulmuş soğan gibi öyle ortada duruyor. N’eylemeli n’etmeli de artık bu hasreti vuslata dönüştürmeli. Nereye başvurmalı, nerenin dikkatine çekmeli ki bir el atılsın, bir imar hali başlamış olsun, ezanlar okunsun, dualar edilsin, namazlar kılınsın içerisinde.
Yoksa bir yol, yoksa bir haber uçurmalı mı yüksek makamlara ki hal bu haldir bir görün, bir güzellik yapın, bir emir buyurun İstanbul Vakıflar Müdürlüğü’ne ki bu mutena küçük camiye bir bakıversin. Bir tedbir alsın, bir güzellik kondursun ki bu hasret bitsin artık. Camiler, mescitler harap olsun, harabe olsun için değildir çünkü. Camiler, mescitler ibadet etmek içindir. Yazıktır, günahtır. Ecdadın hakkı vardır üzerimizde.
Vakıf bir cami
1581 yılında inşa edilen vakıf bir camii olan Bostancıbaşı Abdullah Ağa Camii şimdilerde vakıf haklarından da mahrum bırakılıyor ve himmete muhtaç bir hale getirilmiş oluyor. Bu durum da acı bir gerçekliği gözler önüne seriyor. Tabii bu minval üzere olan Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camii de vakıf konumunda… Bir hayli varlıklı olması gerekiyor bu camiler ama maalesef bu hakları elinden alınmış bir şekilde hayatlarına devam ediyorlar. Başlarına bir hal geldiğinde ise cemaate müracaat ediliyor imam efendiler tarafından: Camiimizin ihtiyaçları var, Allah rızası için yardımlarınızı esirgemeyiniz… Böyle gelmiş geliyor ve de böyle gidecek oluyor anlaşılan.
Hâlbuki önceleri bu küçük caminin gene Kısıklı’da Bostancıbaşı Abdullah Ağa’nın kendi adına yaptırdığı Abdullah Ağa Camii’nin olduğu yere kadar vakfiyesi olmuş ve ne yazık ki daha sonraları bu vakıf Eminönü’ndeki Yeni Cami’ye, daha sonra ise Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camii’ne devredilmiştir. Cami defalarca böyle naçar hallere düşmüş ve gene bir vesileyle tamir edilmiş ve böylece günümüze kadar uzamıştır ömrü.
2010 yılından beri onarılmasına karar verilip hazin bir durumda bekletilen Abdullah Ağa Camii, akıbetinin ne olacağını bekliyor adeta. İbadete açılmak mı, virane bir hale doğru gitmek mi?
Nurettin Durman “duymayanlar duysun, bilmeyenler bilsin, yazıktır günahtır” diyerek haber verdi