Orhan Pamuk, “Ben kendimi Tanpınar okuyarak yaptım.” dedikten Huzur’u modern Türk edebiyatının en iyi aşk romanı olarak tanımlar. Ahmet Hamdi her ne kadar, romanının ismini Huzur koymuşsa da okur, sayfaları çevirdikçe gönül rahatlığından ziyade, insanoğlunun büyük çaresizliğine kapı aralar. Zaten Tanpınar da bu ismi seçmesinin nedenini, “Çünkü huzursuz bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü insan kendisiyle barışık değil. Değerler karşısında ve insan karşısında yeniden düşünmeye mecburuz. Çünkü her şeyden şüphedeyiz. Ve nihayet arkamızda eskisi gibi o kadar kuvvetle Allah’ı hissetmiyoruz. Hülasa huzursusuz onun için” diye açıklar.
İstanbul’un renkleri
Yazının hemen başında romanın konusunu da hatırlattıktan sonra, asıl maksadımıza gelelim. 1948 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen roman, 1949’da müstakil bir kitap olarak okuyucunun karşısına çıktığında yazar 48 yaşındadır, hatırlatalım. Tarihlere dikkat ettiyseniz eser, II. Cihan Harbi’nin patlak vermesinden hemen evvel kaleme alınır. Hâliyle Tanpınar’a göre dünya çok da iyi bir yöne gitmiyordur. Yazar, aşk fonunda henüz çeyrek yüzyıllık Cumhuriyet tecrübesinin ışığında ya da karanlığında yaşanan aydın gelgitlerini anlatır aslında. Varoluş problemlerini ustaca işleyen Tanpınar’a göre, ‘insan doğduğu günden itibaren mağluptur, şefkate muhtaçtır.’ 391 sahifelik başyapıt, iki ana kahraman üzerinden yürür: Mümtaz ve Nuran. Kabaca tarif etmek gerekirse Mümtaz; anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş, akrabalarının yanında büyümüş, tarih alanında uzman ve maziye hayran bir İstanbulludur. Nuran ise, kocasından boşanmış olmasına rağmen, hayatla barışık; lakin umutsuz biridir. İkili arasındaki aşk, son payitahta yapılan seyahatlerle şekillenir. Aşk, İstanbul’un renkleriyle boyanır ve hemen her semtin kendine has kokusu siner bu birlikteliğe.
‘Sokakta muaşaka…’
Şimdi maksudumuzu söyleme zamanı geldi: Romanda Bursa, İzmir, Kastamonu, Antalya gibi şehirler geçse de asıl mekân İstanbul’dur. Tanpınar, sevdiği kadınla ‘sokakta muaşaka’ eder. Nuran, Süleymaniye, Mümtaz ise Aksaray’la Şehzadebaşı arasındaki küçük bir mahallede doğmuştur. Ve Mümtaz’a göre, eski İstanbulluların hepsi, ‘bir medeniyet çöküntüsünün yetimleri’dir. Huzur’un coğrafyasında Küçükçekmece’den Kozyatağı’na, Kocamustafapaşa’dan Suadiye’ye kadar birçok semt işaretlidir. Hele Üsküdar gezintileri Nuran için Dersaadet’in anahtarı hüviyetindedir. Bir Mayıs sabahı Ada vapurunda tanışan Mümtaz (Araya girelim: Mümtaz’a göre insan Ada’ya giderken anonim bir şey olur.) ile Nuran’ın asıl güzergâh ise Boğaziçi’dir. Çünkü Mümtaz için ‘kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardır: Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmektir. İşte buradan mütevellit, biz de Abdülhâk Şinasi Hisar’ın ‘Boğaziçi uyku değil bir rüyadır’ sözlerinin rehberliğinde, bu iki âşığın Boğaziçi’ndeki ayak izlerini takip edeceğiz. Sahi, Mümtaz, Nuran’a ne diyordu, “Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?”
Emirgân: Huzur’un evi
İmkânsız aşk, Mümtaz’la Nuran’da vücut bulur. Tanpınar, kahramanlarına İstanbul’u gezdirir; ama bir yığın hüzün peşlerini bırakmaz. Mesela Nuran bir yerde, “Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz?” diye sorar ve şöyle devam eder, “İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor; dışarıda ve içeride. Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz, garazımız, büyüklük arzumuz, aşkımız, yeisimiz, ümidimiz hep onunla.”
Bu muhaverelerin ana mekânı Emirgân’dır. Mümtaz, burada ikamet ediyordur çünkü. Huzur’da otuz üç kez anılan, adı en çok geçen semttir. Onlar, burada akşamı ve baharı tadarlar. Bahar bir nekahet sıtması gibi derin ve ürperticidir. ‘Bütün gezintileri boyunca bu ürpermeyi duyarlar. Sanki her şey, taze ve yumuşak yaprağın, parlak renklerin, beyaz aydınlıkta kendisini gölgesiyle bulmanın telaş ve sevinciyle birbiriyle kaynaşıyordur. Mor, kırmızı, erguvani, pembe, yeşil, kümelendikleri sırtlardan insanın derisine hücum ediyorlardır.’ Emirgân, birbirlerine tuttukları aynadır aslında. Bir keresinde Nuran onu dinlerken; Mümtaz'ın kaderini Emirgan’da ağacın dibinde kendisine söylediği şeyleri hatırlayarak, onu evvelden hazırlanmış bir şey gibi görür. “Kim bilir.” der. “Belki de çocukluğumda maziden gelen her şeyi inkâr ettiğim için eskiyi bu kadar seviyorum.” Haftada iki kere birbirlerini görmek, ruhlarına dokunmak için buluşurlar. Nuran, Emirgan’daki evi pek sever ve Mümtaz’ı tanıdığı günden beri bütün ömrünce burada oturacakmış gibi hayaller kurar. Bir sabah erkenden Emirgan korusuna giderler. Çünkü ağaçların titreye titreye uyanışı çok güzel oluyordur.
İstanbul’un ruh dalgınlığı
Tanpınar’a göre Kanlıca, İstanbul’un ruh dalgınlığıdır. Hâliyle, kahramanlarının yolu sık sık Kanlıca’ya da düşer. Burada, aynı zamanda Nuran’ın akrabası da oturuyordur. Onun Emirgan’a gelemediği günlerde, Kanlıca’da buluşurlar. Hatta bu görüşmeler epey veluttur. Kayıkla Boğaz’ı gezerler, plajlara giderler, yetmez Çamlıca’ya kadar uzanırlar. Mümtaz, bu gezintilerden sonra evine ruhu mutmain döner. Bu arada Mümtaz’ın Şeyh Galip üzerine çalışması vardır. Mümtaz, Kanlıca Koyu’nda mehtap denize bir altın oluk gibi boşanırken, bir yandan Nuran’ı dinler, öte taraftan Galip Dede üzerine yazmayı planladığı kitabını düşünür. Kanlıca, iki sevgilinin bazen akşam yemeklerini yedikleri, Kanlıca kahvesi ise birbirlerini kelimelerle şifaladıkları yerdir. Çünkü Boğaz’da her şey insanı kendisine çağırır, kendi derinliğine indirir.
Mahur Beste’nin sesi
Bir söylenceye göre, IV. Murad Han, Revan seferine gideceği sırada Kandilli’ye bir büyük saray yapılmasını emreder. 1632 senesinde zaferle sonuçlanan seferden döndüğünde ailesi, yapılan yeni saraya nakledilir. Burada Mehmed isminde bir şehzadesi dünyaya gelir. Ve yedi gece kandil donanması yapılır. Semtin ismi bu hatıradan yadigâr. İşte Mümtaz, sevdiği kadına bütün çocukluğunun bir kuş kafesi gibi ney sesleri içinde geçtiğini anlatırken; fonda Kandilli vardır. ‘Sanki her zaman böyle oluyormuş gibi iskelenin tahta döşemesi üzerinde beraberce yürürler. Mümtaz, kapıdaki memura ikisinin biletlerini birden verir ve adam hiç şaşırmadan alır. İskele meydanından beraberce geçerler. Birbirlerinin varlığına sarılmış bir vaziyette yokuş yukarı yürümeye başlarlar. Biraz sonra genç kadının ayağı taşa takılır, Mümtaz koluna girer. Solda bir sokağa saparak; küçük bir yokuş daha çıkarlar.’
Genç kadın, bahçeli evini göstererek; sevdiği adama daha fazla gelmemesini rica eder. Bu arada başlarının üstünde bir sokak feneri vardır. Tanpınar der ki: “Üstlerine yaprak yaprak dökülen bu aydınlığın altında, bahar kokuları, çeşme ve kurbağa sesleri içinde birbirinden ayrıldılar.” Kandilli’deki ev, bu mucizenin en fazla değiştirdiği sofasının, aralarına çıtalar konmuş tahtalarına bile mücerret bir hakikat gibi Nuran’ın sindiği bu âlemlerin en değişiği, en harikasıdır. Ve bu değiştirici füsun, oradan başlayarak; kademe kademe bütün hayata yayılır. Mesela bir başka zaman Nuran Kandilli Tepesi’nde Mümtaz’a kısık sesle Mahur Beste’yi okur.
Bir sevda vapuru kalkar Çengelköy’den
Mümtaz için Çengelköy, hüzün kokan bir evdir. Yazarın romanın başlarında tasvir ettiği gibi ‘kül rengi bir tıkızlık, akışı bile belli olmayan bir nehir gibi, başta kendi varlığının şuuru olmak üzere, her şeyi alıp götürürdü. Bu, ömür dediğimiz şeyle beraber yürüyen bir nevi küller altında Pompei’dir. Keza eserin sonunda Çengelköy, yeniden görülür. Mümtaz, sevdiği kadına kavuşamamanın verdiği derin teessür ile Çengelköyü’nde veya Boğaz’ın herhangi bir köşesinde kendisini, aslında Nuran’ı görmeyi ister: “Ne kadar isterdi ki ayaklarının altında bozuk bir yol, başının üstünde Kuleli’nin ağaçları, o gölgelerin karanlık suda kendilerine mahsus bir âlem kurdukları yerde bulunsun. Biraz ileride fabrika bekçisiyle konuşsun. Sonra yavaş yavaş Vaniköyü’nden Kandilli’ye doğru yürüsün ve tam yokuşun üstünde bir taşa otursun, denizi seyretsin, geceyi büyük ve siyah bir gül gibi koklasın. Nuran’la yarınki buluşmalarını düşünsün.” Çünkü onların sevda vapurları ağırlıklı olarak Çengelköy’den kalkar. Sevgili kari, şu cümleler al ve Çengelköy-İstinye vapurunda tekrarla lütfen: “Bu kadar ıstıraplı ve güzel şeyleri gördükten sonra yan yana, bu vapur kanepesinde akşamın ortasında, şimdi içinde canlanan, evdekileri nasıl bulacağım üzüntüsü bile güzeldi. Çünkü hepsi bizde şuur dediğimiz o mekanizmayı oynatıyor, onunla hayata, eşyaya sahip oluyorduk.”
Boğaziçi’nin saklı bahçesi
Vaniköy, Boğaziçi’nin bugün bile saklı yahut görünmeyen yüzüdür. Bunda, 17. asrın ateşîn çehrelerinden Niyazî-i Mısrî ile IV. Mehmed’in Hünkâr Şeyhi Vanî Mehmed Efendi’nin aralarındaki husumetin ne kadarı etkilidir bilinmez; ama bu semt, kendi halinde bir bahçedir. Huzur’un sayfalarında kaderi gibi ara ara görünür. Mümtaz, Kandilli ile ilgili bir şiir okurken Vaniköy’ü de anlatır Nuran’a yahut şöyle bir pasajda renk verir, Nuran’ın ağzından: “Derin geceye ve asıl Boğaz’a giriyorlardı. Biraz sonra Vaniköyü’nde olacaklardı. Burada iskelenin çıma kütüğü üstünde oturarak konuştukları günü hatırladı. Hayat güzeldi, fakat yaz bitiyordu. Bu yaz ömürlerinin incisi, biricik mevsimi. Ne olurdu o da Mümtaz gibi, İhsan gibi hayata güvenebilseydi. Fakat hayata güvenmiyordu. O, hayat karşısında zayıftı. Bu zaaf yüzünden bir gün Mümtaz’ı kendisine o kadar lazım olan, kendisine o kadar muhtaç olan Mümtaz’ı kaybedebilirdi. Çünkü kendisini iyi tanıyordu. O bir düşünceye, bir fikre, bir aşka kendisini tam veremiyordu.” Mümtaz’ın da kendi iç âlemindeki sıkıntıyı atmak için seçtiği yerlerden biri Vaniköy rıhtımıdır. Ve ‘gözlerinin önünde Vaniköy’den Kandilli’ye giden yol, kablonun büyük elmas iğnesiyle, balıkçı ışıkları, yıldız çalkantıları, kuş ve böcek sesleriyle, tıpkı geceleyin perdesi indirilmiş büyük yalı pencerelerinin camlarında seyredilen ve ışıktan yapılmış ebruları andıran o sade parıltı ve renk perdesi hayaller gibi canlanır.’
Masmavi bir dünya
Mümtaz’la Nuran’ın parklarından biri de Bebek’tir. Aşk, onlara göre hayatın içlerinde gülümseyen yüzdür. Mesela gecenin gittikçe serinleştiği bir zamandır. ‘Ara sıra küçük bir rüzgâr kabarıyor, suyun üzerinde şuradan buradan taşıdığı çiçek kokularıyla sade özden bir bahar, hayalden bir bahçe yapıyordur. Akıntı yerlerinde, harap rıhtımlarda dalgalar çırpınıyordur. Nuran’a göre, ayın çamaşırları yıkanıyordur. Masmavi bir dünya içinde olan iki sevgili, yüzlerce görünmeyen ağzın üflediği ney nağmeleri ve onun etrafında bu musiki ile beraber büyüyen, değişen, ilerleyen sessizliğin tam ortasındadırlar. Geceyle sokak fenerleri, mehtaptan gayrı her ışık garip bir durgunluk kazanmıştır. Öyle sessiz, sadece kendileri olarak suyun üstünde ve içinde sütunlarını, kemerlerini, altın saçaklardan kapılarını uzatıyorlardır. Ve ay hepsinin ortasında bozulmağa başlayan bir meyvenin çekirdeği gibi, olgunluğunun son anlarını yaşayan bu ihtişamı kendi etrafında topluyordur.’ İşte Bebek önleri, onlar için böyle bir dünyanın varlığıdır.
Samet Altıntaş