"Bana renk bile sormayın-bir beyazdan ya da sarıdan ne anladığınızı bilmeden size yanıt veremem."
(Şule Gürbüz-Kambur)
Nobel ödüllü romancımız Orhan Pamuk’un magnum opusu Kara Kitap’ın güçlü karakteri Celal Salik’in “Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman” başlıklı köşe yazısının başında etkileyici bir epigraf vardır: “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.” Pamuk’un muhayyel bilgesi İbni Zerhani’ye ait olan ve üniversite yıllarımda Kara Kitap aşığı bir arkadaşımın beyaz bir A4 kâğıdına büyük harflerle yazıp Kredi Yurtlar Kurumu’nun dört kişilik yurt odasındaki mavi elbise dolabının iç kapağına yapıştırdığı, her sabah uyandığımızda bizi sanki dünyaya karşı biraz da uyanık olmaya davet eden bu sözler, yaşamak ile yazmak (anlamın aktarılmak istendiği sözleri birtakım işaretlerle kayıt altına almak) arasında olduğunu düşünülen o tuhaf ve ürkütücü ilişkiyi yansıtır.
İbni Zerhani’nin hayat ile aynı satıra yerleştirdiği yazı, kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, sözün hayatı belirlemedeki etkisine ya da belirli açılardan hayat ile eşdeğer olduğuna işaret eder. Hayat da yazı (edebiyat) da… Her ikisi de şaşırtıcıdır. Değiştirir, yön verir, tuzağa düşürür, farklılaştırır, uzaklaştırırlar. “Ne dilediğine dikkat et, gerçek olabilir” şeklindeki o pek popüler mottoda da izini takip edebileceğimiz hayatın belirlenmesine dönük bu etki, hayatın mı edebiyattan önce geldiği (yani edebiyatı yapan şeyin hayat mı olduğu), yoksa edebiyatın mı hayattan önce geldiği (yani hayata edebiyatın mı yön verdiği) tartışmasının bir uzantısı olarak görülebilir. Kendi alınyazısını kendisi yazma girişiminde bulunan Japon yazar Yukio Mişima’nın bir yanıyla trajik, bir yanıyla da vahşi ya da çılgınca olarak nitelendirilmesi mümkün olan “edebiyat olarak hayat” deneyimi, herhalde edebiyat ile hayatı (kaderi) bir eşitliğin iki tarafı olarak gören bakış açısının zirve noktası olarak değerlendirilmelidir.
Ne o, ne bu
Edebiyatın hayata ilişkin bir tasvir girişimi mi olduğu, yoksa hayatı var eden bir yaratım, bir alınyazısı kaleme alma girişimi mi olduğu şeklindeki eski ve ilgi çekici soru, galiba insan zihninin kadim çalışma biçimi olan düalist sistematik ile ilişkilidir ve dolayısıyla da sorunludur. Kısıtlayıcıdır. Sorunun sahibini iki temel olası cevaba mahkûm eder. Özcü ve varoluşçu perspektiflerin en aksak noktası olarak düşünceyi radikalleştirir. Soruyu soran kişiyi kışkırtır, içine düşmanlık tohumları eker. Öfkelendirir. Onun insanı algılama biçimini sakatlar. Ne kadar derin görünürse görünsün, monolitik bir hatta taşır. Onun zihninde insanı salt düşünce ile kurar. Kırar. Salt bir düşünce olarak ele alır. Var eder. Yok eder. Düşünce kılar. İnsanı duyular dünyasından ve psikolojisinden söküp alır ve onu bir soyutlamaya dönüştürür. Benim anlayabildiğim kadarıyla Mişima’nın başına gelen şey budur. Aynı şekilde Nietzche’nin de…
Gelgelelim, insan bu şekilde idrak edilebilecek bir varlık değildir. Düşüncenin iktidarı onu anlamaya kifayet etmez. Aksi halde bütün felsefe tarihini çöpe atmamız gerekirdi. Ne edebiyat ne de hayat mutlak, içlerinde herkesin üzerinde ittifak ettiği ve herkes için her zaman geçerli olan anlamları barındıran kavramlar değildir. Kimine göre rüya kimine göre hülya, kimine göre dünya kimine göre de “öte dünya”dır hayat. Kimine göre hayat, kimine göre hayal, kimine göre yalan, kimine göre gerçek, kimine göre kader, kimine göre “hikâye,” kimine göre de “neyse o”dur edebiyat. Ortada bunca belirsizlik varken, aslında “bunca” doğru bir tavsif sözcüğü de değil, ortada böyle bir belirsizlik varken, edebiyat ile hayat arasında mahiyeti ne olursa olsun bir korelasyon kurma çabası, insanın “hakikat”e olan tutkusu ile zehirlenmiş bir varlık olmasından başka ne ile açıklanabilir? Herhalde dünyada iken dünyayı açıklayacak bir mutlak bulmanın, pozitif bir ilke tespit etmenin peşinde koşmak, söylemekte ne mahsur olabilir ki, havanda su dövmenin mahkûmu olan insanın, bu zavallı Sisyphos’un en büyük trajedisidir. Tanrılığa soyunan insanın Tanrı tarafından çarptırıldığı büyük, ebedî ve döngüsel cezadır.
Sözün yükü
Yeni Ahit’in ilk dört bölümünü meydana getiren kanonik metinlerin sonuncusu olan Yuhanna İncili’nin ilk ayeti, “Önce söz vardı” diye başlar. Yine Müslümanların mukaddes kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’in “kalbi” mesabesindeki Yâsîn Sûresi’nin 82. ayetinde de aynı şeyden söz edilmektedir: “Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ‘ol’ der ve o şey hemen oluverir.” Her iki cümle de sözün yaratma eyleminden önce geldiğini, söz olmadan yaratımın olamayacağını, hatta yaratımın söz aracılığıyla gerçekleştiğini vurgular. Öte yandan burada söz konusu yaratma hadisesinin sözün kendisinden değil, sözün sahibinin kudretinden tevellüt ettiğini göz ardı etmemek gerekir. İnsanın kendi varlığına içkin olan böyle bir kudreti yoktur. Dine bakılırsa, o zaten sözü de Yaratıcı’dan (Bakara, 31.) öğrenmiştir. Dolayısıyla mutlak olanın “önce var olan” sözü ile insanın “sonra var edilen” sözü arasında açık bir mahiyet farkı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Mutlak olan ile mutlak olan tarafından (ya da her neyse, fark etmez) mutlak olmamak üzere yapılmış olan bir ‘sözde özne’nin sözü nasıl aynı olabilir? Değildir. İnsanın söz ile yaratması, insanın yaratan bir özne olmaması dolayısıyla muhaldir. Yaratma söze öncel olduğu için, sözü eyleyişine öncel olan insan yaratamaz. İnsanın, bu bakımdan “büyük söz” ile bir benzerliğinin olduğu, bir yaratım aracı olduğu söylenebilir en fazla.
Mutlak olanın sözü dikeydir. Yukarıdan aşağıya doğrudur. Var eder. Mutlak olmayanın sözü ise dikey değildir. Yatay da değildir. Bütün soyut ve somut yönlerini içerisine alacak bir gönderme ile belirtmek istiyorum, varlığın içerimlerini tarif ve tasvir etme çabasından ibarettir. Fakat yalnızca bir çaba, o kadar… Çıktısının bir tür sağlamasının yapılamayacağı kendine özgü bir çaba… İnsanın dilinde (dil ve lehçelerinde) masa kelimesi masa değildir. Masanın olası soyutlamalarından yalnızca bir tanesidir. Masa vardır ve masa kelimesi de masaya ilişkin’dir. Oysa mutlak olanın mutlak dilinde masa kelimesi masanın bizatihi kendisidir. Masa kelimesinin nerede başlayıp masanın nerede başladığı (en azında ayaltı âlemden bakıldığında) belirgin değildir. Mutlak olanın sözü oldururken (yaratırken, var ederken), mutlak olmayanın sözü, çok açık, öldürür (yansıtır, bağlamından koparır, soyutlar, özünden ayırır). Mutlak olmayanın sözünde, Jacques Derrida’nın ufuk açıcı ifadesiyle “metnin dışında hiçbir şey yoktur.” Onun sözü, doğası itibarıyla bir mevcuda yönelmek (bir mevcuttan el almak) zorundadır, fakat yöneldiği o mevcuda ilişkin idrakini de yine başka mevcutlardan soyutladığı sözler belirlediği için bu yönelmenin o çok örselenmiş “hakikat” kelimesi ile ifade edilmek istenen şeye ne kadar karşılık gelebileceği ölçülemez. Tarihselci yaklaşımların en büyük handikabı olan bu “tekabüliyetsizlik,” umarım kimse kusura bakmaz, anlam olarak tarif etmek istediğimiz şeyi dinamitlemektedir.
Sözdeki öz
Mutlak olanın sözü, bizim kendisine ne kadar nüfuz edip edemeyeceğimizden bağımsız olarak kendinde bir öz ve kendisinin dışında bir şeyi var etme kudretini taşır. Bir başka ifadeyle varlığın bizatihi kendisine dönük bir buyurganlığı ihtiva eder. İnsanın sözü ise esas olanı nasıl yansıttığını anlayamayacağımız bir aynadan yansıyan görüntüleri yansıtan isli bir aynadan ibarettir. Tarihin her döneminde, her toplumda ve her coğrafyada görülen ezoterik (bâtınî) anlama ve anlamlandırma girişimleri de bununla ilgili değil midir?
Kendi söz ve anlayışı bakımından sahip olduğu ontik yoksunluğun (giderilemeyecek büyük noksanlığın) idrakinde olan insan, karanlığın, ışığa aksetmeyen erişilmez böğründeki “hakiki kaynağı” görmeye, ona ulaşmaya, onunla irtibat kurmaya çalışmıştır. Alegoriyi ve metaforu, şiiri ve mitolojiyi, Kâhin’i ve İmam’ı, te’vili ve tefsiri “keşf” ve icat etmiştir ya da öğrenmiştir. Özelde klasik İsmâilî Bâtınî, genelse ise bütün ezoretik geleneğin “hakiki anlam” ile sert kabuklu bir cevizin içerisindeki lezzetli yemiş arasında analoji kurması ve hakikate ulaşmak için kabuğun aşılması gerektiğini, bunun ise sıradan bir insan için mümkün olmadığını ve “hakikatin sahibi ile doğrudan irtibatı olan kutsal bir vasıta” (İmam, Kâhin, Rahip) aracılığıyla gerçekleşebileceği ileri sürmesi, insanın sözünü ettiğimiz ontik noksanlığını Mutlak’ın kendisine dönük bir atıfla aşma girişiminden başka bir şey değildir.
Hal böyleyken, “kaynağı” bakımından bulanık bir insan sözü olduğunu söyleyebileceğimiz edebiyata atfedilmek istenen anlamın, edebiyat ile hayatın birbirleri üzerindeki belirleyiciliği hattında salınıp duran sarkacın dışında aranması en makul yol olacaktır. Süreğen bir tahavvül, tebeddül, tağayyür ya da tekâmül ile muttasıf olup kelimeleri, anlamları, sözleri, anlayışları, anlatışları vb. her bir şeyi tarihsel ve “ilişkin olan” insanın kendisiyle, kendisinde, kendisinden hareketle kurduğu söz evreni, kapalı devre çalışan kerameti menkul bir öz-ifşa aracıdır. Kendi olduğuna kani olduğu bir şeyi kuran, anlatan, çizen, boyayan, dönüp dönüp tekrar kuran, anlatan, çizen, boyayan ve dönüp dönüp tekrar tekrar tekrar ve tekrar vd… Ruhsal bir süreç olarak insanın bir anının sabitlenmesine, küçük bir parçasının alınıp genele (ya da sürecin bütününe) şamil bir şeymiş gibi bina edilmesine, bütüne ilişkin bir şey söyleme iddiasıyla bütünün tahrip edilmesine çalışır. Bilinçsiz bir bilinç hali de denilebilir onun için… Hibrit bir motor gibi kendi elektriğini (malzemesini, varlık sandığını yanılsamayı) kendi devinimi ile üretir, kullanır, inanır, inandırır.
Yazar hangi konuda yazarsa yazsın, son tahlilde aslında pek mümkün de olmayan bir şeyi yapmaktan, kendi otobiyografisini kaleme almaktan başka bir şey yapmış olmaz.
Mustafa Alican