İsim olarak; yatkınlık, alışkanlık, yeti, meleke gibi anlamlara gelen ve halk ağzında daha çok kılavuz, yardımcı, yöntem gibi anlamlarda kullanılan yordam kelimesi Gökhan Özcan’ın bu kitabında alışkın olduğumuzun dışında uygun olan davranış biçimi, adap/erkan anlamına gelecek şekilde yol kelimesiyle değil, belirtisiz isim tamlaması oluşturacak biçimde ruh kelimesiyle birlikte kullanılıyor ve karşımıza Ruh Yordamı adıyla bir güzel kitap çıkıyor. Kitabın ilk yayımlanma tarihi olan 1997 değişim ve gelişimin çok hızlı yaşandığı çağımız açısından düşünüldüğünde aslında pek de yeni sayılmaz, ama içeriği nokta-i nazarından baktığımızda üzerindeki buğusuyla ve mis gibi kokusuyla henüz fırından yeni çıkmış çıtır çıtır bir ekmeğin aç bir insanda meydana getirdiği yeme ihtiyacı ve iştiyakını oluşturuyor okuyucuda.
Hayatın ikircikli hikâyelerinde zorlu roller aldığını ve elleriyle bir ruh yordamı aradığını ifade eden Özcan, okuduğum her yazısında olduğu gibi Ruh Yordamı’ndaki yazılarında da dertli bir insanın yüreğinden sökün edip geldiği besbelli olan cümleleriyle hissettirmeyi, düşündürmeyi, farkına vardırmayı, duyarlı davrandırmayı ve yüreklerimize dokunmayı/dokundurmayı başarıyor; kısa, anlaşılır, net ve sarsıcı cümleleriyle.
“Siz gerçekten hiç konuşmuyorsunuz!” diyerek irkiltiyor önce bir okuyucusunu, kimsenin ağzının fermuarı çekilmemişken ve ağzı olanın konuşmaktan imtina etmediği bir devri yaşarken. Ama peşi sıra art arda sıralıyor iddiasının gerekçelerini. Sözlerimizin içimizin derinliklerinden değil dilimizin ucundan çıkmasıyla nasıl bir yüzeysellik denizinde boğulduğunu yüreğimizi cız ettirecek bir kesinlikte ama zarif bir dille söyleyiveriyor. Sonra ilave ediyor; birbirimizle, dünyayla, yaratanla ve en önemlisi de kendimizle hiç konuşmadığımızı. Yüreğimizden çıkmadığı için muhatabımızın yüreğinde de bir karşılığı olmayan ve boşlukta kaybolan ve konuştukça sessizliği büyültmekten başka bir işe yaramayan sözlerimiz; etrafımızı kuşatan onca güzelliğe ve bizi sarmalayan onca ikrama bigane kalarak ne güle ne bülbüle nida arzusu taşımadan görüntülerin dışında ve perdelerin içinde geçen suskunluklarımız; Yaratanın huzuruna çıktığımız, samimiyetten ve yalınlıktan uzak, soğuk tekerlemelerden öteye geçmeyen, bizi değiştirmeyen ve dönüştürmeyen hissiz ve kalpsiz dualarımız ve yüreğimize giden yolu bilmeyen, içimize işlemeyen, ruhumuzu temizlemeyen kelimelerimiz üzerinde bir kez daha düşünmemizi sağlıyor ve ‘söz meclisten içeri’ keskinliğinde önce iğneyi kendine sonra da çuvaldızı bize/okuyucuya batırıyor. “Konuşmuyorsunuz!” diyen yazar ardından sağırlığımızdan da dem vuruyor. Ne kendimizi ne birbirimizi ne dünyayı ne de Yaratanı duymadığımızdan yakınıyor. Anlaşmak için elimizdeki tek silahımız olduğunu düşündüğümüz dilimizin; ürettikleriyle “konuşmak” sonucuna ulaşmaktan çok, çılgın bir gürültüyü çoğaltmak ve bir sağırlar diyaloğuna malzeme olmaktan öte bir icrada bulunamadığından hayıflanıyor. Bu nedenle de dilin inanılmaz zenginliklerle dolu bahçesinde anlamlar üzerine eğlenceli seksek oyunları, saklambaçlar ve kovalamacalar oynamak için hiç kimseye randevu veremediğimiz için üzülüyor. Ama bu tablonun bizim değişmez yazgımız olmadığı kanaatinde olan yazar, bir süre için dilsiz bir konuşmaya değil, konuşmayan bir dile ihtiyacımızın olduğunu ve bunun için de işe susmayı öğrenmekten başlayabileceğimizi salık veriyor.
Küçük ayrıntılar büyük gerçeklikler saklar
Yıllar önce okuduğum bir kitap bana güzelliklerin detaylarda gizli olduğunu öğretmişti, Özcan da gerçeklerin detaylarda gizli olduğundan bahsediyor, kaba doğruların yuvarlatılmış biçimi olduğunu düşündüğü istatistik mevzuunu ele alırken. Hayatın; sayısal ifadelerin, matematiksel formüllerin giremediği kapıların ardında başladığı hakikatini ifşa ederek farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Ömrü boyunca bir çocuğun kaç dondurma yediğini sayabileceğimizi, hatta çıkan sonucu başka çocuklarınki ile karşılaştırabileceğimizi, ama bu rakamlarla bir çocuğun her dondurma yiyişinde belki de ilk yediği dondurmanın lezzetini aradığını asla bilemeyeceğimizi ve böylece insana ait olanı, insani olanı ıskalayabileceğimizin riskini haber veriyor. Küçük ayrıntılardaki büyük gerçekleri yakalamamızın gerekliliğini, sıradan bir insan olmanın ötesinde sıradışı bir insan olabilmek için de elzem gören yazar, bugün bizim sıradan olmanın güvenirliliğinin cazibesine kapılarak sıradışı olma ihtimalinin en büyük korkularımızdan birini oluşturduğunu ifade ediyor.
Musavvir ismi ile varlığa farklı şekiller ve suretler veren ve aynı kategoride olsa dahi her birini bir diğerinden ayırt etmeyi sağlayacak farklı özellikler ve güzellikler ile yaratışı çeşitli kılan Rabbin sünnetinin hilafına bugün tek tipleştirmenin, tekdüze hâline getirmenin, aynı şeyleri düşünüp aynı şekilde hareket etmenin dayatıldığı dünya düzenine de itirazı vardır Özcan’ın. Aynı kaşı, aynı gözü dünya üstündeki iki insana vermeyen yaratıcının aynı ruhu da iki ayrı insana vermediğinden hareketle, yaratılış sürecine ve fıtrata ters bir istikâmet olarak düşündüğü “aynı”laşmanın niteliksiz “bütün”lükler meydana getirdiğini, hâlbuki bizim bu sığlığı yaşamaya mecbur olmadığımızı, bilakis kendi adımıza yaşayarak hayatımızı anlamlı bir yolculuğa pekâlâ çevirebileceğimizi, kendi aydınlık yarınlarımıza kanat çırpmanın çarelerini arayabileceğimizi, kendimiz olmaktan feragat etmeden, meşru sınırlar içinde bütün farklılıklarını sonuna kadar yansıtabilen bireyler olarak gelecek tablosunun en can alıcı renklerine hayat verebileceğimizi coşkulu bir imanla dile getirir. Birey olabilmeyi bir hedef olarak çok önemser ve yaşadığımız genel çürümenin ipuçları arasında bireyi hiçe sayan kitleci anlayışların izlerine vurgu yaparak herkesi derinleşmenin dikenli yollarında kendini aramaya çağırır ve bu yazılarının “sürü” olmaya itirazı olanların ortak bir sesi olarak zaman içinde yankılanmasını arzu eder. Bugün insanın sosyal bir varlık ya da daha karamsar bir ifade ile sosyal bir unsur olmak dışında bir anlam ifade etmemesini de eleştiren Özcan, insanın toplumsal olana maddi katkısı ölçüsünde değer kazanmasını da doğru bulmaz ve zihnî ya da kalbî üretimin kariyer denen tek boyutlu cetveli yükseltmemesini, görünenin dışındaki varlığımızın kimseyi ilgilendirmemesini insanın içsiz ve tek boyutlu bir varlığa indirgenmesiyle eşdeğer tutar.
İnsan muazzam yapısıyla kocaman bir muamma. Çoğu zaman, değil karşımızdaki insanı anlamak içimizdeki “ben”i çözmek dahi özel bir çabayı ve başlı başına bir mahareti gerektiriyor. Bunun için kendimizle konuşmayı öneriyor yazar, milyarlarca göz kırpan yıldızın süslediği bir gecenin serinliğinde, dışarıdan gelen seslere kayıtsız kalmaksızın, balkonumuzda yudumladığımız tarçın kokulu çayın eşliğinde kendimizle baş başa kalmayı tavsiye ediyor. Sahte gündemlerin esaretine bir dur demek, her gün yeni bir iştahla startını aldığımız duraksız koşularımıza bir ara vermek, zamanla olan kavgamızı nihayetlendirmek ve kendimizle birlikte etrafımızda her ne varsa, keşfedilecek yönlerini birer birer keşfe çıkmak için...
“Küçük şey yoktur” farkındalığı
Galiba bu ayrıntıları önemseyen yapısı ve “küçük şey yoktur” farkındalığı Özcan’ı yazmaya sevk eden en önemli saiklerden. Çünkü ona göre yazmak bir sestir, bir akistir, konuşmanın bir başka şeklidir. Yazı bir kaygıdır, dünyanın bütün insanları adına beyne çöreklenen bir yılandır; bir kavgadır, daralan göğüslerde bir kasırga, bilinçaltlarında kopan bir tufandır; bir sırat köprüsüdür, gerçekle yalan, doğruyla yanlış ve varla yok arasında kurulan bir tahterevallidir; bazen bir kuştur yazı, uçar; bazen bir oyundur, eğlencelidir. Bazen bir şahitliktir, karda yürüyüp izini belli etmektir. Kalemin mertliğidir, harflerin kahramanlığıdır, ahengin gözü pek türküsüdür. Yazı bir yolculuktur, anlamları öpen bir göçebeliktir. Yazı bir kalp yarasıdır; deştikçe kanar, dokundukça yanar, dağladıkça büyür.
Yaşadıklarımızdan duyduğumuz rahatsızlıklar; taşıdığımız sorumlulukların idrakinde olmanın, daha güzeli aramanın; yanlıştan uzaklaşmayı, doğruya kavuşmayı arzulamanın; dağılanı toplamaya, yıkılanı onarmaya çabalamanın; acıya, zulme kayıtsız kalmamanın; arşı titreten feryat ve figanları, yüreği yerinden oynatan ağıtları duymanın bir tezahürü olsa gerek. Nemelazımcı bir insanın tuzu da kuruysa neden, niye rahatsızlık duysun ki! Özcan, Ruh Yordamı kitabında Rilke’ye ait bir mektuba da yer verir ve Rilke’nin Tunus hakkındaki düşüncelerinin yer aldığı mektubun son cümlesi üzerinden o dönem ile kendi yaşadığı bir olay arasında kıyas yapar ve duyduğu haklı rahatsızlığı, Müslümanları arpacı kumrusu gibi düşündürtecek bir şekilde beyan eder. Rilke’nin mektubundaki bahsi geçen son cümle şöyledir: “Burada, İslam’ın sadeliğini ve canlılığını harika bir biçimde hissediyorsun. Peygamber daha dün yaşıyormuş gibi kent hep onun egemenliğinde…” Özcan’ın yaşadığı olay ise Kadıköy’de geçer, oradaki camilerden birinde müezzin, içeriye gelenlere çalınmaktan korunsun diye ayakkabılarını koyacakları poşetler dağıtır. Her sosyolojik cümlenin başına “Yüzde 99’u Müslüman olan…” ibaresinin yerleştirildiği bir ülkede, hem de manevi başkent olan bir şehirde, Allah’ın evine giren insanların ayakkabılarına musallat olabilen başka Müslümanların varlığı kendisini kahreder ve Rilke’yi sarsan manevi hava ile kendi yaşadığı kaba maddiyat tablosunun arasındaki korkunç uçurum karşısında feryat eder. “Ben kendi adıma bulduğumuz her boş arsaya bir çirkin cami kondurma gayretini gerekli bulmuyorum. Çevresinde Rilke’leri sarmalayacak manevi ikim oluşturamayan camiler inşa etmenin zerre kadar anlamı olduğuna da inanmıyorum.” Bunun için de bir gün bir yabancı şairin gelip de “Peygamber daha dün yaşıyormuş gibi kent hep onun egemenliğinde…” deyinceye kadar ruh inşaatımızı sürdürmemizin gerekliliğine vurgu yapar.
Sürçen dilimizi düzeltmek, kayan ayağımızı doğrultmak, hasar gören kalbimizi onarmak ve böylelikle ruh inşaatımızın devamını sağlamak için emsalsiz bir fırsat olarak sunulan Ramazan ayının bu fonksiyonunu icra edememesindeki sorumluluğu da “biz”de görür Özcan. Gerek yazılı gerekse görsel basında dillendirilen Ramazan nutuklarının gerçek hayatta karşılıklarını bulmakta zorlanır. “Ramazanın manevi havası” diye başlayan söz kalıplarının dünya meşgalesine iyiden iyiye dalmış “biz”lere ulaşamadan boşlukta patlayan sabun köpüklerine dönüştüğünü düşünür. Bunun sebebini sözlerin yanlışlığına değil, duyuşlarımızın sesten manaya geçiş yapamamasına bağlar. Fakat “biz”im ne duyduğumuzu fark etmemizin gerektiği kadar “doğruyu dillendirenlerin” de ne söylediklerini duymalarının bir o kadar gerekli olduğuna işaret etmeden geçemez.
Bir kardelen heyecanıyla filizlenen umutlar
Ruh Yordamı’nda öyle bir hayat hikâyesinden de bahseder ki Özcan, bu kitap başka hiçbir şey için değilse bile sırf bu hikâyeye muttali olmak için dahi okunmaya değer. Daha yirmi sekiz yaşındayken gazetecilikte kariyerinin en yüksek basamaklarına tırmanan Bauby, tıpta “Kilitlenme Sendromu” denilen bir hastalığa yakalanır ve bilincin, sindirim sisteminin ve kalbin çalışması dışında beyin vücudun hiçbir bölgesine hareket emri vermez. Bunun tek istisnası sol göz kapağıdır. Bunun üzerine bir ortofoni (doğru heceleme) uzmanı hemen özel bir alfabe hazırlar ve Bauby bu alfabe sayesinde göz kırpışlarıyla cümleler kurabilir hâle gelir. Zamanla cümlelerinden yazıya duyduğu özlem yansımaya başlayınca hemen yardımcı bir bayan bulunur kendisine ve hummalı ve meşakkatli bir çalışmanın sonunda, tam iki yüz bin defa kırpmak zorunda kaldığı göz kapaklarıyla, yüz elli sayfalık “Dalgıç Elbisesi ve Kelebek” adında bir kitap yazdırır. Kitabının yayımlanmasından dört gün sonra da ikinci projesini gerçekleştirmeye fırsat bulamadan hayata veda eder. Bu hikâyenin yaşadığımız hayatlar adına bir parça karamsarlığa düşeceğimiz bir final barındırması yanında hayatımızın bundan sonraki kısmı için alabileceğimiz birçok dersi de muhtevi olduğuna inanan yazar hayatı yaşamak ve yaşayamamak hususunda şu çıkarımda bulunur. “Bize gelince; vücudunun her zerresi tıkır tıkır çalışan insanlar olarak, hayatımızı ve dünyayı anlamlandırmak konusunda içine düştüğümüz gevşeklik kuyusuna mazeretler aramak yarışındayız sadece. Tıpta bizim yaşadığımız felce ne ad veriliyor bilmiyorum; ama bildiğim, Bauby’nin sadece sol gözkapağı ile yaşamanın hakkını bizden fazla verebildiğidir.”
Kitabına birbirinden güzel dua cümleleriyle nihayet veren yazarın bütün dualarıyla birlikte hepimize iyi geleceğini düşündüğüm “Allah’ım, umarsız bekleyişlerle sıkıntı duvarları ören yalnız kullarına, bir kardelen heyecanıyla filizlenen umutlar ver yarabbi.” niyazına da gönülden âmin demek ve Ruh Yordamı'nın okuma listemize çoktan eklenmiş olmasını ümit ederek sözlerimi bitirmek istiyorum.
“Söz; ruhun göğsünden çıkan süttür.” Der Mevlana. Ne kadar susamış ve ne kadar çoraksa insan o kadar emer.sözü özümsemek de ,sindirmekte ve hikmetine mazhar olmakta insanın susamışlığı ve çoraklığı ile doğru orantılı. “Dünyanın safası gitti cefası kaldı” şeklinde ki sahihliğini bilemediğim bu hadis-i şerifi tasavvuf erbabı safa kelimesine duruluk, cefa kelimesine bulanıklık manası yüklerler.İnsanın ruhi bulanıklığını alan,ruhuna duruluk katan bu makaleden dolayı çok teşekkür ederim.Emeğinize sağlık.