Birlik Vakfı Bursa Şubesi, geleneksel Cuma Meclisinde değişik alanlarda uzman konukları davet edip onların bilgi ve deneyimlerinden üyelerini yararlandırmaya devam ediyor. Bu deneyim ve bilgilendirmeler de, toprağa saçılan tohum gibi, bugün olmasa da yarın meyve verecek elbette.

Ki zaten Bursa özeline bakıldığında, son zamanlarda umut verici bazı kazanımların yaşandığı da gözlemleniyor. Bu kazanımların arkasında, bu meclisleri düzenleyenlerin, bu meclislere Türkiye’nin her yerinden gelip bir şeyler anlatmaya çabalayan insanların katkısının olmadığını kim iddia edebilir ki!

Geçen hafta sözgelimi, Arap Baharı ve Libya örneğinde bir ufuk turu yapılırken bu hafta da Türkiye’nin ekonomisi ve iktisadi zihniyet haritası masaya yatırıldı.

Birlik Vakfının bu haftaki konuğu, UÜ İİBF Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feridun Yılmaz idi. Feridun Yılmaz, Türkiye ekonomisi ve iktisadi zihniyet hakkında ufuk açıcı bilgiler aktardı dinleyenlere. Bu sohbetin can alıcı notları şöyle:

Türk ekonomisinin seyri

Cumhuriyet, yeni bir sistem, yeni bir rejim getirdiğini iddia etmesine rağmen, iktisat anlayışı aslında çok yeni değildir. Bu anlayışın kökeni, 1908 yılında alınan kararlara dayanır.

Aslında İngiltere ve Kıta Avrupa’sında yaşanan gelişmeler ve ilerlemeler, Osmanlıyı derinden etkileyip sarsmıştı. Bilindiği gibi Osmanlı, bu gelişmelere uyum sağlama adına özellikle askeri bürokrasiyi yenilemişti. Askeri yenilikler, işin görünen tarafıydı. Bir de işin görünmeyen tarafı vardı: İktisadi anlayış değişiyordu! Bu anlayış, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başlamıştı. Bu değişiklik, iki farklı  iktisadi politika olarak kendini hissettirdi: 1. Tarımsal kalkınma, 2. İçe kapanmacı (Korunmacı) anlayış…

İttihatçı çevre ikinci anlayışı benimsiyordu ve kısa süre sonra da İttihatçılar başa geçince, bu anlayış iktisat politikası olarak uygulanmaya başlandı.

Osmanlının mülk anlayışı

Osmanlı insanı, sahip olduğu değer yargıları gereğince nihai mülk sahibi olarak Allah’ı gördüğü için hiçbir zaman çıkarcı bir mülkiyet anlayışına sahip olmadı. Dolayısıyla da Osmanlıda hiçbir zaman için Batılı anlamda bir sermayedar sınıfı oluşmadı.

Ne var ki İngiltere’den yola çıkıp kısa zamanda tüm Kıta Avrupa’sını da etkileyen ‘sonsuz derecede sermaye sahibi olma’yı öngören kapitalizm, kısa zamanda Osmanlıyı da etkiledi. Bu etkilenme Osmanlıda çeşitli iktisadi eğilimlerin ortaya çıkmasına yol açtı.

İlk yapılacak iş, yerli bir sermayedar sınıfı oluşturmaktı çünkü Osmanlıdaki sermaye sahipleri hep gayrimüslimlerdi. İttihatçılar da öncelikle bunu amaçladılar ama süreç bunu gerçekleştirmeye yetmedi.

Ve cumhuriyet…

1. Dünya Savaşının ardından kurulan cumhuriyet, elitlerinin, ardılı oldukları İttihatçıların iktisadi anlayışlarını sürdürmeleri beklenirdi ama hiç de böyle olmadı. 1923-1929 arası döneme bakıldığında, İttihatçıların benimsediği kapalı-korunmacı bir anlayış yerine, çağa göre ileri seviyede sayılabilecek liberal bir anlayışı benimsemişlerdir. Bir de şunun farkına varmıştı Cumhuriyetin kurucu elitleri: Yerli sermayedar da durup dururken ortaya çıkmazdı!..

1929 Buhranı, 40’lı yıllar…

ABD’de 1929’da ortaya çıkan iktisadi buhran, sadece ABD’yi değil, tüm dünyayı derinden etkiledi. Yine bu tarihlerde Almanya ve İtalya’da gerçekleşen rejim değişiklerinin de etkisiyle, iktisadi anlayış kökten değişti. Tüm dünyada liberal politikalar yerine, devletçi politikalar benimsendi ve Türkiye de, sistemin bir parçası olarak bu politikaları benimsedi zorunlu olarak.

Devletçi-korunmacı bu anlayış, 1940’lı yılların sonuna kadar devam etti. 1950 yılının başında da, DP iktidarıyla beraber tekrar dışa açılma başladı.

Türkiye’nin sistemdeki ağırlığı ne kadar?

Şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin de içinde yer aldığı kapitalist sistem içinde Türkiye, belirleyici bir aktör değildir. Bir orantı kurulursa eğer, Türkiye, 100 birim kabul edilen bu sistemde, ancak % 1’lik bir öneme sahiptir ki bu da önemli bir ağırlık değildir. Örneğin ABD, bu sistemin üçte birine hükmederek belirleyici olmaktadır.

Bir de şunu not düşmeli: Türkiye ve benzeri ülkeler, iktisadi anlayışını belirlerken, dünya sistemindeki gelişmelere uymaktadırlar. Sistemin yaptığı bir uygulama, belki birkaç yıl gecikmeyle ama mutlaka diğer ülkeler tarafından da benimsenip uygulanmaktadır. Kısacası, ülke içinde hükümetlerin uyguladığı iktisat politikaları, sadece iç dinamiklerin zorlamasıyla değil, asıl olarak dünya iktisadi sisteminin yönelimleriyle belirlenmektedir. Hükümetlere düşen ise, bu politikaları doğru ve yerinde uygulayıp toplum kalkınmasını sağlamak olmuştur. Bunu becerebilen hükümetler zamanından ülke kalkınmış, beceremeyenler zamanında ise krizler yaşanmıştır.

50’li ve 60’lı yıllar

1950’li yıllarda, gelişmiş ekonomi olması beklenen iki ülke vardı: Arjantin ve Türkiye… Ama yazık ki Türkiye, bu beklentiye cevap veremedi.

1960’lı yıllarda planlı kalkınma rüzgarı esiyordu. 1960 darbecileri, DPT’nin kurulmasını sağlayarak planlı kalkınmanın fitilini ateşlemişlerdi. Günümüzde sıradan bir kurum olan DPT, kurulduğu dönem ve sonrasındaki yıllarda, ülke iktisadı açısından belirleyici bir yere sahipti.

1970’li yıllara gelindiğinde…

Bu yıllar, planlı kalkınmanın gözden düştüğü yıllardır. Planlı kalkınmayı başlatan darbeci anlayış, yine 1980 yılında başka bir darbeci anlayış tarafından terk edilecek, yerini piyasacı yaklaşıma bırakacaktır. Bu dönemin en önemli aktörü, hiç kuşku yok ki Turgut Özal’dır. Turgut Özal, ülke ekonomisine ciddi bir sıçrama yaşatmıştır.

1980 ve sonrası…

Piyasacı yaklaşım, ülkenin kalkınmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde dünya sistemiyle daha ciddi yakınlaşmalar olmuş, ekonomiler büyümüştür. Ama bazı şeyler de kontrolden çıkmış, ardından da ciddi krizler yaşamıştır ülkemiz. Bu krizler sadece bizde değil, benzerimiz olan başka ekonomilerde de yaşanmış ve nihayet iki binli yılların başında sistemi regüle etme zorunluluğu doğmuştur.

2000li yıllar, günümüz, tahminler…

Şunu kabul etmeli ki Türkiye, tek parti hükümetiyle istikrarı yakalamış ve hatta dünya ekonomisi için de bazı ilginç denebilecek şeyleri gerçekleştirmiştir: Örneğin, 2009 yılı hariç tutulursa, Türkiye hem enflasyonu düşürmüş hem de büyümeyi sağlayabilmiştir. Bu durum, klasik iktisat teorileri için şaşılası bir durumdur.

Günümüz Türkiye’si, parlak bir performans sergilemektedir. Bu büyümenin iktisadi sebepleri yanında, sosyal nedenleri de vardır. Eskiden devlet-millet arasında ciddi mesafe vardı ama artık bu mesafe iyice kapanmıştır. Bu da sahneye yeni aktörlerin çıkması, yeni sermayenin devreye girmesine yol açmış, bu da büyümeyi sağlamıştır.

Kabul etmeli ki düne kadar baskı altında tutulan siyasi figürler, bugün birer önemli aktör olarak sahnede yer almışlar ve bu da Türkiye’nin büyümesinde itici güç olmuştur. Böylelikle Türkiye önemli bir sıçrama yaşamıştır. Bu sıçrama ve istikrar sürdürülebilirse, Türkiye süper devlet olabilir.

Çağa iktisadi yorum

Şu yaşadığımız dönem, aslında kapitalizme hükmeden ülkelerin devir-teslim töreninin yapılmak üzere olduğu bir dönemdir. Şu güne kadar kapitalizme patron olan devletler artık yerlerini başka ülkelere devretme sürecine girmişlerdir. Ama bu süreç, öyle kısa bir zaman dilimini kapsamaz, bazen 50-60 yılı da bulabilir. Mesela geçen dönemin iktisadi patronu İngiltere’nin patronluğu ABD’ye devretmesi yaklaşık 60 yıl sürmüştür. İngiltere, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar iktisadi patrondu. Bu patronluğu sonra ABD devraldı ve şimdi de yeni bir devir teslimin çok kuvvetli belirtileri görünüyor. Süreç başladı, bu kesin. Bilinemeyen şey, sürecin ne zaman tamamlanacağı…

Bir de işin şu sevindirici tarafı var: Bu gibi kaotik durumlar, hakim unsurların diğer ülkeleri tam denetleyememesine yol açtığı için diğer ülkeler için bu gibi kritik durumlar birer fırsattır. Potansiyeli olan ülkeler, böyle durumda sıçrama yapabilirler.

Türkiye’nin hali

Türkiye’nin iktisadi olarak 2023 vizyonu var. Günümüzden bakıldığında bu hedefler, çok büyük gibi görünmekte ama dünya ekonomisine 2023 ölçeğinde bakıldığında, bu hedeflerin bizi kendi içimizde zenginleştirse bile, o anki global ekonomik değerler için çok ciddi sıçramalar olmadığı öngörülebilir. Bunu oranlarsak eğer, şu söylenebilir: Şu an dünya ekonomisinde % 1 olan ağırlığımız, o hedeflerin gerçekleşmesi durumunda, %1,25’e çıkar. Bu da bizi kendi içimizde zenginleştirse bile, önemli bir ekonomik aktör kılmaz.

Olayın bir de şu boyutu var: Zenginleşmenin, değer yargıları üzerinde aşındırıcı bir etkisi vardır. Zenginleşme sürecinde ne kadar kendimiz kalacağız, ne kadar aşınacağız, o da işin diğer boyutu.

 

 

Ahmet Serin bildirdi