Birleşemeyen gönüllerin adası; Akdamar

Gün gelir, bizim hayatımız da bir efsaneye dönüşür mü acaba? Mesela bin yıl sonra; “Eskiden insanlar şöyle yaşar, böyle düşünürlermiş,” derler mi bizim için? Dünya kalırsa derler elbet. Derler ama ne kadar doğru tespit ederek derler? Bugün sıradan gördüğümüz bir yaşanmışlık, gelecekte çok farklı bir boyut kazanarak, olağanüstü bir hikâyeye dönüşebilir mi?

Bunun için, belki de gerekli olan, kalıcı bir eserdir. İnsanlar, o esere bakıp bakıp bambaşka yorumlarda bulunabilirler. Ne var ki çağımız kayıt çağı. Muhtemelen bunların hiç biri mümkün olamayacak. Her şey ayan beyan kayıt altında olacak. Yani bir anlamda efsane, halk hikâyesi, gelenek görenekler en fazla 1900’lü yılların başına kadar dayanacak. Öteye geçemeyecek. 

Bana kalırsa ‘halk’ diye bir şey de kalmayabilir. Tabii eğer şehirlileri halktan saymazsak. Koştura koştura işe giden, koştura koştura eve gelen, günün on iki saatini haftanın altı gününü çalışarak, on saatini uyuyarak ve sadece iki saatini yaşayarak geçiren bir kitleye halk denilebilirse. Komşuluk ilişkileri sadece apartman toplantılarından ibaret olan, çocukların sadece okulda arkadaşlarıyla görüşebildiği, sanallığın gerçeklikten daha gerçek algılandığı bir kitleye halk denilebilirse…

Neyse, kafaları karıştırmanın anlamı yok. Nasılsa “Bindik bir alamete, gideyoz kıyamete, amanıııın!”

Gelin, sizi geçmişe bir yolculuğa çıkarayım. Kayıt altında olmayan bir zamana, insanların olayları özgürce örebildiği, sonradan gönlünün istediği gibi değiştirebildiği, hangi dersi vermek istiyorsa o bağlamda anlatabildiği zamanlara…

Efendim, işte o zamanların birinde Doğu’nun İncisi Van şehrimizde, Ermenilerle Müslüman halk beraber yaşarlarken gerçekleştiği düşünülen ve asırlardır dilden dile dolaşan bir olay vardır.

“Derler ki bir Ermeni Keşişin güzelliği dillere destan bir kızı varmış. Adı Tamara olan bu güzelin, haliyle, âşığı da çokmuş. Nice genç, onun aşkıyla yanıp tutuşurmuş. Kızın da gönlü boş değilmiş elbette. O da kendisine âşık olanlar arasından bir Müslüman gence sevdalıymış. Böyle bir şeyin gizli kalması ne mümkün. Keşiş de bir gün öğrenmiş bu gerçeği.

Her ne kadar o zamanlar, Müslümanlar ile Ermeniler insani olarak barış içinde yaşasalar da özellikle Ermeniler, Müslümanlar’a kız vermeyi çok da hoş karşılamazlarmış.

Keşiş, ne yaparsa yapsın bu aşka engel olamayacağını anlayınca bir çare düşünmüş. Yöre halkının deniz dediği (ki gerçekten de deniz…) Van Gölü’nün ortasındaki beş adadan biri olan Akdamar Adası’na yerleşmeye karar vermiş. O zamanlar ada ıssız bir yermiş tabii. Su olmadığı için yerleşim de yokmuş. Efsane bu ya keşiş ne yapıp etmiş, oraya bir kilise inşa ederek ailesiyle birlikte adaya yerleşmiş. Adanın etrafı sarp kayalıklarla dolu, gölün suları hırçın, derinliği yer yer yüz metrenin üstünde…

Gel zaman git zaman, bu zaman ahir zaman, âşıkların aşkı pek yaman… Keşişin dünya güzeli kızı ile Müslüman çoban, buluşmanın bir yolunu bulmuşlar. Buluşmak istediklerinde akşamüzeri kız, bir fener yakıp işaret verir, karanlık çökünce de çoban, Van Gölü’nün hırçın sularında kulaç atmaya başlarmış. Kız, adeta deniz feneri olurmuş aşka. Buluşurlarmış kayalıklarda gizli gizli.

Yine geçmiş bir zaman, ateş olan yerden tütmüş duman, zaman aşka vermemiş aman… Keşiş bir şekilde öğrenmiş olanları. Öğrendiği anda da kan beynine sıçramış. Kızını korumak için bunca emek ve zahmetin boşa gittiğini kabullenememiş. Almış kızını çekmiş sorguya. Nice eziyetlerden sonra öğrenmiş buluşma formüllerini. Hiç vakit kaybetmeden kurmuş yine planını. Kızını kilisenin bir odasına sıkıca kilitlemiş. Almış eline feneri, akşamüzeri olunca çıkmış kayalıklara vermiş işareti.

O gün de hava soğuk, dalgalar bulutları dövüyormuş adeta. İşareti alan Müslüman çoban duru mu, durmaz. Karanlık çöker çökmez başlamış hırçın dalgaların bağrına kulaç atmaya. Dalgalar hırçın, hava soğuk, zifiri karanlık, ay bulutların ardına, Tamara, kilisenin bir odasına kilitli…

Adaya yaklaşınca fenerin yerinde olmadığını fark etmiş çoban. Biraz dikkat edince yer değiştirdiğini anlamış. Bu sefer o tarafa yüzmeye başlamış. Karanlıkta nereye çıkacağını kestiremeyince feneri takip etmek zorundaymış. Keşiş de bir o köşeye bir bu köşeye gidip gelmeye başlamış. Çoban, onun peşinden sürekli yön değiştirerek yüzmekten bitap düşmüş. “Ah Tamara, Ah Tamara!” diye diye Van Gölü’nün soğuk ve mavi sularında can vermiş. Birkaç gün sonra âşığının hazin sonunu öğrenen Tamara da adanın sarp kayalıklarından kendini sulara bırakıp can vermiş.

O gün bugündür bu hikâye dilden dile, ilden ile anlatılır durur. Adanın da adını buradan aldığı söylenir. “Ah Tamara”, “Akdamar” olarak kalıplaşmıştır.

Her ne kadar bu anlatım şeklini ben kurguladıysam da bu hikâyeyi kendisinden ilk defa dinlediğim, eski arkadaşlarımdan Necati’nin babaannesi Gülbiye Teyze ve yıllar önce bir vesileyle okuduğum edebiyatımızın önemli folklor derlemecilerinden Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun Anadolu Efsanesi isimli eserini de anmadan geçemeyeceğim.

Bu ada ile ilgili daha nice efsaneler vardır. Bir gün yolunuz Van’a düşerse Edremit veya Gevaş’tan kalkan teknelerden birine binin. Lüks kamarada oturmak yerine teknenin dış tarafında çobanın kulaç attığını görmeye çalışın. Adaya yaklaştığınızda, “Ah Tamara, ah Tamara!” çığlıklarını duymaya gayret edin. Sarp kayalıklardan Tamara’nın bedeninin sulara karıştığı yeri tahmin etmeye çalışın.

Kim bilir belki de içinizden bir ağıt yakmak gelir. Ben yaktım bir ağıt. Ekleyeyim bu yazıya da hem çobana hem Tamara’ya hem de çağımızın özgür kölelerine gelsin. Bana, sana, ona; bize, size, onlara gelsin…

AH TAMARA

Kulaç attım denizin masmavi yüreğine,

Yunuslarla yarıştım ah Tamara geldim ben.

Senin adını kazdım kayıkçı küreğine,

Çok uzadı destanın ah Tamara böldüm ben.

Sen ki başka dünyanın erişilmez güzeli,

Tarifte âciz kalır şuaranın gazeli.

Süheyla gamzelerin nergislerle bezeli,

Aşkın serin suyuna ah Tamara daldım ben.

Sımsıcak bakışların anlam katar sözüne,

Billurdan kelimeler yükselir gökyüzüne.

Hangi renk yakışmaz ki gülkurusu yüzüne,

Bütün çiçeklerimi ah Tamara saldım ben.

Bir yanıp bir sönüyor taşlara çarpan ateş,

Ne olur bekle beni artık bir yere yerleş.

Azgın fırtınalarla gece tutulmaz güreş,

Oynamak istiyorsun ah Tamara bildim ben.

Sönüyor yavaş yavaş sönüyor tüm ışıklar,

Şimdi ıssız bir ada ötede beni bekler.

Senin gözlerin oldu, gözlerin oldu her yer,

Hırçın dalgalar yuttu ah Tamara öldüm ben.

YORUM EKLE