Geçenlerde yine bir yerde mevzu edildi: Üsküdar’a vapurla geçmenin martılardan ve deniz kokusundan açık ara daha iyi bir sebebi olan Şemsi Paşa Camii’nin fevkalade şirinliğinin yanı sıra üzerine kuş konmaması meselesi.

Aslında öyle olmaması lazım ama bu tarihî mirasa talihli biçimde sahip oluşumuz konuları yine gidip “Batılılar’da olsaydı” varsayımına ve bir sürü mükedder beyana dayanıveriyor. Evet, aslında öyle olmaması lazım ancak söz konusu hamakatın dibi bucağı gözükmeyince konuşmada da tutarlılık ve mantıkilik perdeleri kalkıveriyor.

Üzerine kuş konmayan bir camimiz var. Hakikaten ya Batılılar’da olsaydı? İnsana öyle geliyor ki adı hiç değilse Eyfel Kulesi kadar duyulmuş olurdu. Ama bizde bu neviden eşya bir, beş, on değil; sebil olduğu için Üsküdar’ın sevgili belediye başkanı sahildeki bina yükseklikleriyle ilgili bazı yeni güncellemelerden söz ediyor ama bu yeni yıkım-yapımların Şemsi Paşa Camii’nin rüzgârını kesip kesmeyeceğine dair bir ayrıntı vermeyi herhâlde lüzumsuz buluyor olsa gerek ki caminin adı geçmiyor.

Şemsi Paşa’nın rüzgârı sahildeki yeni yapı güncellemeleri sebebiyle kesilirse 437 yıllık bir Mimar Sinan hatırasını ve muazzam bir ayrıcalığı kaybedeceğiz. Ama gözyaşlarını silen okur hemen hüzünlenmesin, dediğim gibi, bizde nasılsa bunun gibi ayrıcalık daha çok var.

Galiba kaybetmeden değerini bir türlü fehmedemeyeceğimiz kıymetlerimizden biri de mezar taşlarımızdır. (Ağzının tadının değişmesini göze alanlar için ek okumalar: Tıklayınız.)

Mezar taşlarımızın farkında olmak ve güzelliklerine yakından şahadet etmek için aksamının en tatlı yerleri de denebilecek başlıklarından bir demet hazırladık. Şimdi seyircilerimiz hazırsa yarışmacılarımız da sıraya girsinler ve müsabaka başlasın. Sen, arkadaki güllü, çabuk ol. Hadi bakalım tonton kavuk, sen de.

1- İlk yarışmacımız aramıza Edirnekapı’dan katılıyor. Dâhiliye Nazırı Emin Efendi’nin sofasında Mevlevîlik alameti sayılan başlıktan giymiş daha pek çok mezar sahibi var. Baş üzerinde küçük fesi ve altında birtakım -jüriyi ayartmak için- ufak süslemelerle sade ama bir bakıma etkileyici bir manzara arz ediyor.

 

2- Yine Edirnekapı’dan ama bu sefer sadeliğiyle değil haşmetiyle göze girmeye çalışan bir adayımız var. Şerife Münibe Hanım berhayat iken de böyle keskin bakışlara mı sahipti acaba? Yazısını tepeden tırnağa kuşatan minik şukûfeler, ok ve sadakların buluştuğu yerde yaprakları içe kıvrılmış kocaman bir çiçek ve üst kısımdaki patlamak üzere güllerle Şerife Münibe Hanım aslında o kadar da sert bir mizaca sahip olmadığını söylemeye çalışıyor olmalı.

 

3- Üsküdar’ın gülü Gülnuş Valide Sultan’ın yaptırdığı ve medeniyet kelimesinin çıtasıyla oynayan sahildeki camisi birçok detayın yanında bazı mezarlar da saklamaktadır: Mütevazı edası ile Halim Dede bu mezarlardan birinde yatıyor. Halim Dede öyle anlaşılıyor ki kendi hâlinde bir sade vatandaşmış ancak minimal zevkleri olan seyirciler onun minik şirin sarığına tav olabilirler; sade, minik, şirin.

 

4- Deniz kıyısındaki Şemsi Paşa Camii’nin haziresinde mahşer sabahını bekleyen Defter Emini Hacı Mustafa Efendi’nin haşmetli ve ekose (bu modele destarî deniyor) sarığına da bir göz atınız. Üzeri biraz kir tutmuşsa da hâlâ şekli şemailini yeterince açıkça ortaya koymakta, heybetiyle bir nevi masaya yumruğunu vurmaktadır.

 

5- Şimdi yükseklerden bir aday katılıyor aramıza: Devlet-i Aliye’nin kaptan-ı deryası Sinan Paşa. Kendi adıyla Mimar Sinan’a inşa ettirdiği Salacak civarındaki camisi henüz inşaat hâlindeyken vefat eden paşa hazretleri Mihrimah Sultan Camii’nin haziresine defnedilmiş. Hazirede devasa burma kavuğu sebebiyle çıt çıkmıyor. Osmanlı devletlülerinin sarıkları sahiplerine hakiki bir mehabet bahşediyor.

 

6- Şerife Fatıma Zehra Hanım. Kendisi Sami Bey’in eşi ve aynı zamanda Tophane-i Amire reisi iken Silistre Kalesi kuşatmasında şehit düşen Musa Hulusi Paşa’nın kız kardeşi. Mezar başlığının böyle mutantan olmasına aldanmamak lazımdır zira bir Osmanlı, Osmanlı’yı dışarıdan seyredenler için şaşırtma kozlarının hepsini tek seferde asla oynamaz: Şerife Fatıma Hanım’ın o sivri süslerinin orta yerde çevrelediği çiçek kuşağının tam ortasına “şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir” hadisi yerleştirilmiştir.

 

7- Hafız Mehmed Emin Efendi, Nişanca Mehmet Paşa Camii haziresindeki heybetli örfî destarî kavuklardan birini taşıyor. Aynı zamanda Galata Kadısı kesedarının kardeşi olan bu mübareğin sadrazam sarıklarını andıracak denli büyük bir başlığı var. Özenle sarılmış ve kuşağın ucu tepeden tutturulmuş.

 

8- 1890’da vefat ettiği zaman henüz 8 yaşında olan Fatıma Saadet Hanım, kitabesi ve şahidesinde aynı başlığı, genellikle hanımlara mahsus bilinen süslemeyi taşıyor. Mehmed Ali Paşa’nın da kız kardeşi olan bu bahtsız hanım Gazanfer Ağa Medresesi’nde medfun.

 

9- Yine Gazanfer Ağa Medresesi’nden, bu sefer yine bir Fatıma ama aynı zamanda Melek bir hanım karşımızda: Fatıma Melek Hanım. İrtibatları bakımından iki cihetten paşalara kavuşan Fatıma Hanım, Eğribozlu Ömer Paşa’nın kız kardeşi, Akif Paşa’nın oğlu Abdullah Ragıp Bey’in de eşi. Daha yeni patlamış gülleri, yapraklar üzerinde minik çiçekleri ve kıvrım süslemeleriyle meydana iddialı tavrını bırakıveriyor. Güzelliğinden emin bir havası var.

 

10- Osmanlı toplumunda sanki “evden camiye, camiden işe gidiyorum, kendi hâlimdeyim” konumunun işareti gibi duran bu kuşağı bükülerek sarılmış sarık, festen hallice bir şey gibi gelir hep bize. Haziresinde gömüldüğü Aşçıbaşı Camii imamı Hafız Abdullah Efendi’nin oğlu Molla Salih’in lakabı ‘molla’nın bir ima mı yoksa iktisap edilmiş mi olduğunu bilmiyoruz. Ancak sarığının pek yakışıklı olduğunu biliyoruz.

 

Sadullah Yıldız