“...Yaşadığın saati, duyduğun günü, her gün içini parçalayan sızıları ve her akşam sana yaşamak aşkını veren ümitleri anlat, ayrıldığın yüzler, gördüğün manzaralar… Hasret ve gurbetlerin bize yeter…”

İşte Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’indeki bu sözleri, örülen tüm ertelenmişliklerin ve suskunlukların hikâyesiyle yüzleştirmez mi insanı... Vakit, sızı, ümit, yüzler ve gurbetler... Oysa yüzyıllarca kendi hikâyemizden, yollarımızdan kaçarak oyalanmışız bir tek. Gözlerimiz de perde olunca sahnemize, rüyalarımızı yönetenleri “Tanrı” edinmişiz. Wall-E filmindeki gibi Axiom adlı uzay gemisinde yaşamaya alıştırılmış sistem kölelerinden(!) farkımız ne olabilir ki şimdi!Bloomington, amerika

Modern dünyanın frekanslarına ayak uydurmayı bir kenara bırakıp, her anın ölümüne rağmen yaratıldığına şahitlik edip, şükredercesine eylemsizliği terk edebilmek… Soluk kesilene dek okumak ve yazmak; yer altında direnen tüm vicdanların şiirlerini, hikâyelerini, fotoğraflarını sahnelemek bu yüzden vazgeçilmez olabilir, olmalı da…

Velhasıl, salt gurbet edebiyatı yapmaktan sakınarak yeryüzündeki gurbetliğimiz adına Dünyabizim’e uzun bir aradan sonra yeniden yazıyorum.

Gözlerini ilk açtığın gök gibisi yok aslında. Bu hissin ne demek olduğunu ta ki o göğün nefesinden ırak kalıncaya kadar bilemezsin. Nereye gidersen git, orası sana ecnebi. Hâkeza o topraklar da yabancılar seni. Bir yabancıya has o bakışlarla selamlamalar... Farklı olduğun için bazen durduk yerde gülümserler, bazen donuktur yüzler. Bazen bir- iki kelam etmek için yalvarırcasına yalnız… Bir köpekten daha fazla dost bulamadığın kadar yalnız! Bazısı ise aniden çarpışacağın duvarları andırıyordur. Bazısı ne gizemli, ne mucizevî hikâyeleri barındırıyordur içinde şimdi. Kendi kendine konuştuğuna şahit olduğum onlarca kadın, onlarca adam... Modern dünya nihayet modern yalnızlıkların gezegenini yaratmış bile. Tek tek okumaya koyuluyorum tüm bu arafı…

Bloomington, amerikaNokta. Başka bir resme geçmeliyim şimdi.

Bilhassa ilim gibi sebeplerle yola çıktığında hicret niyetini muhafaza etmenin peşinde dolanır durursun. Hayallerle birlikte gerçekler de ayaklanır bizimle. Yürümeyi  hatırlamak adına “gitmek” yazılmıştır kaderine. Yürümeyi ne çok unutan var yeryüzünde! Gittikçe, daha  uzağa gittikçe şahit olursun. Böyle bir anda bir rüzgâr, hayalimde, umudumda ve dileğimde olmayan bir ülkenin kuzeyine attı beni de.

İnsanların telaşları kendi kendini tekrarlayan ve kopyalanmış bir filmi andırıyordu

Kimisinin en çok küfrettiği, lanet okuduğu, kimisinin keşfetmek için can attığı, bazısının da gerek  iş gerekse Türkiye’de tam anlamıyla henüz hakkı teslim edilemeyen birtakım eğitim şartlarını burada en iyi şekilde değerlendirip, dolu bir heybe ile “Hoşçakal!” demeyi planladığı uzak bir ülke: Amerika.

Buralara gelir gelmez kendimi tuhaf bir Amerikan filmindeymiş gibi hissetmiştim ilkin. İnsanların telaşları kendi kendini tekrarlayan ve kopyalanmış bir filmi andırıyordu. Önceleri o filmin içinde olmaktan ve kaybolmaktan korkmuyor değildim. İlk defa farklı bir kültürün ortamına  adapte olmak kimisi için kolay bir geçiş süreciyse de, herkes için öyle değil. Başka dilce düşünmenin de ötesinde olan yaşama biçimine ilişkin muğlak değişimler gelgitleri doğurur. Berrak olana da evrilebilir bu değişim, necis olana da. Ancak burası tamamen steril bir ortam üretmenin dünyası hiç değil. Nerden ne gelebileceğine her  anlamda hazır olabilmenin devri işte!Bloomington, amerika

“I’m a Muslim”

Fakat Hakan Albayrak’ın deyimiyle “Amerika bir vesvese…” olsa dahi büyü yapacak bir güçte değil. Amerika’da “Ben bu oyunu bozarım!” diyebilenler tarihte olduğu gibi ve “Bozabilecekler de  mevcut!” demek ütopik bir söylem sayılmaz kanaatimce.

Bazen bir sokak ortasında Malcolm X’in varlığını hissetmek nefes aldırabiliyor size. Amerikalı rapçi Everlast’in, caz müzisyeni Gigi Gryce'in ve Yusuf İslam'ın sesini duyduğunuzda, Michael Wolfe’un, Daniel Abdal Hayy Moore’un şiirlerine ve yazılarına rastladığınızda ve bilhassa Rachel Corrie’yi düşündüğünüzde birbirinden farklı inanca sahip olup köle olmayı reddedenlerin mücadelesiyle uyanır, iyi adamların da bu ülkede yaşadığını bilirsiniz.

Nokta.  Indiana eyaletinin Bloomington şehri…

İnsanları, şehirleri, kültürleri kıyasıya eleştirmek çok mümkün ve aksine yüceltmek de. Bense önce bizden yola çıkarak sadece gözlemleyebildiğim Amerika’nın bir şehrinden, ortamından, insanından bahsedebilirim.

Avrupa’da ırkçı ve İslam karşıtı eylemlerin artışta olduğu bir dönemde Amerika’da benzer durumun zaman zaman nüksettiğini biliyorsunuzdur. Ancak Bloomington, 11 Eylül sonrası saçmalıkların yoğun olarak tekrarlandığı bir şehir değil. Müslüman olduğunuz için sempati duyanına bile rastlarsınız. Genel itibariyle İstanbul’a nazaran fazlasıyla sakin olan bu şehrin insanları, 40’ı aşkın birbirinden farklı mezhebe bağlı. Indiana Üniversite'sinin etkisiyle de "çok kültürlülük" belirgin bir durum.

Her şehir gibi Bloomington da ne aradığınıza bağlı olarak değişebilen bir yer. Bilhassa Indiana Üniversitesi, Mescid (Islamic Center) ve muhtelif dil kursları farklı kültürleri bir araya getiren ilginç bir ortamı ve tecrübeyi sağlıyor. Kimisine kariyerin, kimisine kimliklerin, kimisine ilmin, kimisine de alışveriş merkezlerinin kapısını aralıyor bu şehir. Arayışlar hangi yönde ve neyin uğruna yol alıyorsa ondan ibaret dünyamız.

mezar taşı kitabeEcnebiliğine rağmen tüm uzak ülkelerin, şehirlerin yollarında “hikmet” arayışıyla yürümek... Riskli olanlardan biri de bu işte. Bense mezarlık çocuğuydum. Bir zamanlar İstanbul’un Erenköy semtinde yaşarken mahallemizde yol boyunca uzanan o asil mezarlıkla her sabah göz göze gelerek büyüdüm. Bir kaldırım kenarında karşınıza çıkan küçücük mezarlık bile o şehre aitliğinizi ve sonsuz hikmetleri hatırlatır size. Ya şimdi… Bir sâlâ hiç bu kadar özlenebilir mi!

Yeryüzü gurbetliğinde ölüm ile ölümsüzlüğü örtünerek, cehennemle bütünleşmeden arayışını sürdürmeyi gerçekten isteyenlerin arınan tüm rüyaları, Sezai Karakoç’un Yitik Cennet’indeki ilham üfleyen o sözleriyle şaha kalkabilir bir gün:

“Bütün eksikliğimiz, bir ilham. Zindanlardan, savaş meydanlarından, dağ başlarından, şehir aralıklarından sızacak bir ilham, işte eksikliğimiz. Susuzluktan çatlayan bir toprak gibi bu ilhamı beklemekte ruhumuz.

Bir diriliş ilhamını beklemekte ruhumuz.”

Hatice Algın Hatipoğlu yazdı