Belgrad ormanı adının nereden geldiği hakkında anlatılan en yaygın rivayet, Kanunî Sultan Süleyman’ın 1521’deki Belgrad seferinden dönüşü sırasında yanında getirdiği Sırp esirleri bu civarda bir köye yerleştirdiği, köyün adının Belgrad konmasını müteakiben bunun civarındaki ormanın da dolaylı biçimde ismi olduğudur.
Ormanın adıyla ilgili bilinen bu; peki ya içi hakkında bilinenler?
Belgrad ormanı, Suriçi İstanbul’a olan mesafesi itibariyle uzaklığı bariz bir yerde duruyor. Ancak İstanbul’un su ihtiyacını karşılama hususunda hayatî bir görev üstlendiği bilgisi de kayda değerdir.
Fethin ardından şehrin iskânıyla ilgili mühim kararlar alıp uygulayan Fatih Sultan Mehmed ve ondan yaklaşık yüz yıl sonra gelen Kanunî Sultan Süleyman, su meselesiyle yakından alakadar olmuşlardır. Kanunî’nin bu meseleyi Mimar Sinan’a havale ettiği, onun da Kırkçeşme tesisatını inşa etmek üzere hummalı bir gayrete giriştiği biliniyor. Bu halkadan ayakta kalabilen çeşmeler hâlâ İstanbul’da görülebilir. 18. asır sonlarına gelindiğindeyse şehirde nüfusla bağlantılı yayılma ve yeni semtlere yerleşim başlayınca, Kırkçeşme sularına ek olarak Belgrad ormanında üç bent inşasına karar veriliyor.
Bunlar, öncesinde ve sonrasında da inşa edilen çeşmelerle beraber orman içindeki önemli mimarî yapılardır. Üç dere saklayan ormanda sular üzerine toplam altı bent inşa edilmiş, sonuncusu 1839’da Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Stefanos Yerasimos bu sonuncusunu diğer bent inşalarından o zamana gelinceye kadar erişilen ustalığın bir eseri olarak, “evrimin son aşaması, mükemmel bir kemer-baraj” diye nitelemektedir.
Hüseyin Efendi hayratı
Bentlerin etrafındaki arazide, ağaçlar arasında bazı çeşmeler de göze çarpar. Kısa bir tenezzühün meyvelerinden olarak bu çeşmelerden tespit edebildiklerimizi fotoğraflarıyla birlikte yayınlıyoruz.
Bahçeköy girişinden sonra yolun sağından biraz devamla hemen solumuzda, köprünün başında kalan Hüseyin Efendi hayratı (1) geniş gövdesine karşın esasen bir ayna taşından ibaret.
Son devir süsleme sanatından esinlendiği görüldüğüne göre tarihi en fazla iki-üç yüzyıl ötesine gidiyor olsa gerektir. Ne yazık ki musluğun hemen altında, tek satırdan ibaret kitabesi kırılmış. Kırılan bölümde anlayabildiğimiz kadarıyla “merhum” kelimesi yer alıyordu, sonrasında “Hüseyin Efendikim” diye devam ediyor. Bu tek satırın aynı zamanda eserin inşası için tarih düşürülmüş olması muhtemeldir. Altındaki daha silik kalmış, kazımak suretiyle yazılan metne göreyse çeşme 1955 senesinde Sular İdaresi tarafından tamir edilmiştir. Söz konusu tarih sularında Cahit Çeçen müdürlüğünün de etkisiyle Sular İdaresi hem restorasyon hem yayın alanında güzel çalışmalara imza atmıştır.
Bent eteklerinde, araba parkı olarak kullanılan arazide tuğrası yerinde bir çeşme daha bulunuyor. Yanı başında onu tepeden seyreden bendi de bu çeşmenin banisi Sultan II. Mahmud inşa ettirmiştir. Şehir merkezindeki tuğraların bile yakayı kurtaramamalarına rastlandığı göz önüne alınınca buradaki tuğranın hâlâ nefes alması şaşırtıcı ve güzel. (2)
Tuğranın, padişahın mahlası olan ‘Adlî’ kelimesinin yazımında bir sıra dışılık ve diğer örneklerde olduğundan daha basit oluş göze çarpıyorsa da ketebesi olmayan bu numunenin Mustafa Rakım’a veya talebesi Haşim Efendi’ye ait olduğu tahmin edilebilir. Zira Mustafa Rakım Efendi hem Sultan II. Mahmud’un tuğrakeşiydi hem de tuğra çekme işinde bir dönüm noktası kabul edilecek denli mahir bir sanatkârdı.
Atıl bir izlenim bırakıyor
Çeşmenin genel manzarası atıl bir izlenim bırakıyor. Her ne kadar musluğu yerinde ve suyu akar durumdaysa da bu eserlerin birer müze hassasiyetiyle korunması için toplum şuurumuzun hâlâ gelişmemiş olması artık endişe veriyor.
Ormanın içine doğru patikayı çıkmaya başladığımızda iki çeşmeyle daha karşılaşıyoruz. Bunlar inşa edildiği zamanlarda, buraya şimdilerde yürüyüş-spor maksadıyla gelip yaz günü serinlemek ve nevalesini yıkamak için istifade edenlerinkinden daha zorunlu bir amaçla yapılmışlardır. Civarında yerleşim merkezleri veya tek tük de olsa haneler bulunup onların zarurî ihtiyacı için inşa edilmeleri muhtemeldir. Birinin üzerinde yine 1955 tamir tarihi ve Sular İdaresi adı kazınmış. (3-4)
Çengelköy’ün uzun zamandır bozulmadan duran Çınaraltı çay bahçesi ki Emirgân’daki maalesef bozulmuştur, sabahtan akşama kadar manzarasının nefaseti, çaylarının lezzeti ve havasının letafetiyle müdavimlerine hizmet veriyor. Bu çay bahçesi yüksek fiyatla çay satması haricinde bir de belki yoğun saatlerinde müşterilerin tam hizmet alamaması nedeniyle eleştirilebilir.
İki gözlü bir küçük çeşme
Konumuzla ilgili kısmı ise bahçeye ad veren ve neredeyse Osmanlı ile yaşıt devasa çınarının yanı başında iki gözlü bir küçük çeşme olması. (5) Suyu akan ve fotoğrafını çekeceğiniz esnada şahit olduğunuz kadarıyla bile çok insana faydası dokunan çeşmenin süssüz profiline rağmen istifadesinin bol olması bu eksiği hiç de aratmayan bir faktör. Hemen yanındaysa başka bir çeşme yer alıyor. (6) Bunun da klasik çeşme mimarisindeki sivri kemer ögesi haricinde bir süsü yok, diğerinde olduğu gibi musluk bölümü bir rozet ihtiva ediyor. İki çeşmenin de musluklarının, Vakıflar Genel Müdürlüğü restorasyonlarından sonra kullanılan ve ikinci bir örneğini hatırlamadığımdan tek tip olduğunu düşündüğüm biçimde oluşu, yakın zamanda sularına kavuşturulmak üzere bir al-i himmet sahibi tarafından ilgi gördüklerini gösteriyor. Keşke şehirdeki her çeşme için bu gayret mümkün ve devamlı olsa.
Saraçhane’deki Amcazade Hüseyin Paşa Medresesi’nin dış kapı bitişiğinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bir dakikalık yürüyüş mesafesinde olmasına karşın hiç de iç açıcı görüntü vermeyen ve üstelik bir şeyhülislam tarafından yaptırılan çeşme ne yazık ki kimi telafisiz bazı kayıplarla gelen geçenin yüreğini dağlıyor. (7)
Osmanlı tarihinin en sansasyonel isimlerinden
1152 (1739) tarihli çeşme banisinin, bütün Osmanlı tarihinin en sansasyonel isimlerinden Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğlu Şeyhülislam Mustafa Efendi olmasının yanı sıra kitabesinin yazarı belli olmakla da önemli bir eserdir. İbrahim Hilmi Tanışık, kitabeyi yazanın Mehmed Refi bin Mustafa olduğunu ve Katipzade mahlasıyla şöhretini zikrediyor. Bu bilginin anlaşılacağı kitabenin son iki mısraı arasındaki boşlukta “harrarehu” diye başlayan ketabe kısmı ne yazık ki kitabenin geri kalan birçok kısmı gibi yok olmaya yüz tutmuş, belki de geri getirilemeyecek biçimde mahvolmuş durumdadır –belediye binasının olanca bakımlı civarına bir dakikalık yürüyüş mesafesinde durduğunu tekrar belirtelim.
Bir tevafuk da Mustafa Efendi’nin babası tarafından inşa ettirilen medrese-çeşmenin, Fevzipaşa istikametinde yürünürse bu çeşmeden iki dakika mesafede bulunuyor olmasıdır. Yani baba-oğul hayrat komşusudur.
Sadullah Yıldız