Üç kişi buluşuyoruz. Güneş doğalı saatler olmuş. Lakin üzerimizde günün mahmurluğu var

15733
15734
15735
15736
15737
15738
15739
15740
15741
15742
Resimleri büyütmek için üzerini tıklayınız

henüz. Bizi şehirden çıkaracak küçük bir otomobil emrimize amade. Çorbacı’da çorbalar içiliyor. Ciğerler için nevaleler alınıyor! İlk hedef Tortum Şelalesi. Ve ‘Bismillah’ diyerek çıkıyoruz yola.

Bir şehirden kaçıyorduk

Dostların, arkadaşların, tanış olanların içinde olduğu bir küçük arabada yolculuk yapmak keyiflidir her zaman. Bir cenazeye, bir hapishaneye, bir ayrılığa… varmıyorsa yolun sonu. Bindiğimiz araçta da böyle bir şey yoktu. Bir şehirden kaçıyorduk. Dağları, ağaçları, sarı çiçek tarlalarını, çılgınca akan suları temâşâ etmeye ve onlara katılmaya gidiyorduk. Belki şehrin gizli telaşından, daima iş başındaki halinden, ancak içinden çıkılarak aşılabilecek karmaşıklığından kaçıyorduk.

Otomobille yolculuğun güzellikleri, ayrıcalıkları çoktur

Hususi bir otomobille yola çıkmak, seyahat etmek; tanımadığınız onlarca, yüzlerce insanla yapılan otobüs, tren ve uçak yolculuklarından farklıdır. İstediğiniz yerde konaklarsınız mesela. Hızınızı kendiniz ayarlarsınız. İstikametinizi değiştirebilirsiniz her an. Sevmediğiniz müziklere katlanmak zorunda kalmazsınız.

Yollar düzgündü, tekerlekler asfaltı öperek hızla bizi menzile yaklaştırıyordu. Teypte Nusret Fatih Alihan’ın ‘Ali Mevla’sı vardı. Yıllarca evvel İstanbul’dan satın aldığım bu kasette Nusret Fatih, Ali (k.v.) sevgisini müthiş bir coşkuyla ruhun müziğine dönüştürüyordu. Bir kaç moladan sonra Ahmet Özhan’ın ‘Güldeste’ serisinin üçüncü kasetini dinlemeye başladık. Evrenin, mevsimlerin en coşkulu zikri olan ‘yeşil diriliş’e bu enfes zikir ilahileriyle katılmak, biz yolcuların kalp ritmini de arttırıyordu. Bu arada söz sözü kovalıyordu. Söz Filistin'e de geldi. Gölgesiz ve taptaze bir inançla haykırdım:

“Filistin bizimdir, bize geçecek. Güçleniyoruz, güçleneceğiz daha da. Yahudi kaçacak delik arayacak. Adaletli olabilirsek Süleyman'ın mülkü bize geçecek.”

Şelale: 'Toprakla suyun aşkı mesela'

Şelaleye ancak Tortum’u aştıktan sonra ulaşabildik. Asıl Varlık’a varabilmek için geçici varlıkları aşmak gerekiyormuş demek. Suların kendini korkusuzca uçurumdan aşağı bıraktığı şelaleyi izlemeye koyulduk. Ama öyle yukardan bakmak yetmiyordu. Hem kimin haddineydi bir aşkın mecnununa yukardan bakmak? Çünkü orada, aşağıda, suyun toprağa kendini bir ok süratinde teslim ettiği yerde bir şehrayin vardı. Ebemkuşakları bu şehrayini yedi renkle süslüyordu. Bu da biz ziyaretçilere bir çağrıydı. Buluşmanın gerçekleştiği ana/mekâna şahit olmak için aşağı inmeye başladık. Biz indikçe suyun etkisi arttı. Suyun damlacıklarından, sıçrayışlarından nasiplendik, ıslandık. Orada kalbim mi bana fısıldadı, ben mi kalbime fısıldadım bilmiyorum: “Yüceliş ancak tevazu ile gerçekleşir. Bizi muhteşem bir güzelliğe ulaştıracak olan (Allah’ın indinde ve kullarının gönlünde) hesapsız fedakârlıktır. Aşk hesaba kitaba sığmaz. Modern filozofinin bahsettiği düşüş ise, bizi Allah’a ulaştıramadı, ulaştıramaz da. Modernizm her güzelliği kendine perestişe dönüştürüyor çünkü. Nefretin ve hayranlığın mihengini kaybeden, aldanışın içinde yitirir kendini.”

Ağaçlar altında ne yemeli?

‘Seyr fi’ş-şelale’ bitmişti. Ama biz de bitkin ve yorgun düşmüştük. Açlığımızı bastırmamız gerekiyordu. Şelalenin hemen yukarısında, Yedigöller Yöresi’ne sapan yolun başında küçük bir cağ kebapçısına vardık. Oturduk, cağları söyledik. Getirdiler, afiyetle yedik. Sadece etler değil, yanında sunulan soğan ve domatesler de nefisti. Ağaçların altında nefsimize de bayram ettirdik böylece. Hem orada hem Tortum’u geçip Uzundere’ye varmadan önceki molada içtiğimiz çayların tadını nasıl anlatsam sizlere?

Yusufeli yolunda Attar'ı düşünmek

Şimdi Yusufeli bekliyordu bizi ve biz de yola çıkmaya hazırdık. Dağların rengi de, biçimi de sürekli değişiyordu. Allah’ın azametine delil oluşlarına şehadetimiz de pekiştikçe pekişiyordu. Karadeniz’e yaklaştığımızı dağların dikleşmesinden ve yeşilliğin artmasından da anlıyorduk. Yolun bu safhasında hayret ve hayranlık ifadeleri dile şöyle dökülüyordu:

“Bu dağları milyonlarca yıldır böyle dimdik ayakta tutan, yoldan geçenlerin üstüne yıkmayan kim? Bu uçurumları, bu tehlikeli geçitleri aşmamızı sağlayan Yüce’nin dilini anlayabilecek miyiz? Mantıku’t-Tayr’ı yaşayan büyük sufi-şair Attar da geçmiş miydi böyle yarlardan/yerlerden? Nerede yazmıştı o uzun ve zorlu hakikat öyküsünü?”

Erzurum’dan Yusufeli’ne katettiğimiz kilometrelerce yolda beni en çok sevindiren şeylerin birincisi küçük köy ve yol camileriydi. Onlarca köy vardı dağlar arasında, yol kenarlarında. Bazılarını uzaktan görebildik yalnızca. Yol kenarlarındaki camileri ise daha yakından görme fırsatını değerlendirdik ve durup fotoğraflar çektik. Selam verdik, selam aldık.

Küçük camiler: hafi zikre durmuş Üveysi dervişler

Bir tepeciğe inşâ edilip dağla bütünleşmiş camiler, köyün ortasından minaresi selvilerle, kavaklarla birlikte göğe uzanan camiler, bir kavşakta hazırolda nöbet bekleyen rütbesiz camiler… Maşukuna kavuşmuş, sükûn bulmuş, hafi zikre durmuş Üveysi dervişler gibiydiler. Sıcacık, gösterişsiz; yalnızca Allah’ın ve Resulu’nun adını haykıran mütevazı mabetler. Onları çok sevdim ben.

‘Öyle diyorlar’

Yusufeli’ne vardığımızda öğle namazı kılınmıştı. Dağlar arasındaki bu yeşil beldede arabamızdan inip camiye yöneldik. Abdestle uyandık, secdeye vardık. Merkez caminin yanında 83 yaşındaki bir dedeyle çaylar içtik. Biraz sohbet ettik. ‘Yusufeli sular altında mı kalacak’ diye sorduk. Bastonuna yaslanarak gözlerini bilmediğimiz bir noktaya dikmiş olan dede: ‘öyle diyorlar’ dedi. Dededen hayır dualar dileyerek kalktık, Yusufeli’nin içinde gezinmeye başladık. Kasabanın içinden geçen, Çoruh’a kavuşmak için çılgınca koşturan ve üzerinde rafting yapılan suların sesini dinledik bir süre. Suyun kenarına kurulan çayevlerinde sakin ve suyun çağıltısında sürdürülen sohbetler vardı. Yusufeli’nin leziz meyve ve sebzelerinin olduğunu biliyorduk. Mayıs ayının sonuna yetişen kirazlarından, çileklerinden ve salatalıklarından tattık.

Dönüş vakti gelip çatmıştı. Tortum yolu üzerinde verdiğimiz molada, günün en güzel çiçeklenmesi sayılabilecek koyu ve derin bir sohbet nasip etti bize Yaradan. Erzurum’a vardığımızda şehir gece ışıklarıyla aydınlanmıştı. Işıltılı bir tebessümle, sanki bize ‘hoşgeldiniz’ diyordu.

 

Mustafa Nezihi Pesen yolda