Bir Ortaçağ panoraması: Tarihin Dehşeti

Ketebe Yayınları’ndan çıkan Tarihin Dehşeti’nin yazarı Teofilo F. Ruiz, bir akademisyen. Bunun dezavantajlarını kitapta fazlasıyla yaşıyoruz. Basit bir konuyu derinlemesine ve uzatarak anlatması, mesleğinin gereği olsa da okuyucu üzerinde, en azından benim gibi konunun uzmanı olmayan okuyucular üzerinde iyi bir etki bırakmıyor. Kitap, basitçe tarih boyu süregelen korkulardan bahsediyor. Bu korkuların altyapısı ve bunlara verilen tepkiler, kaçışlar yazarın çok da eğlenceli olmayan üslubuna rağmen dolu dolu bir kitap okumamıza yardımcı oluyor.

Kitapta; bir Batılı’nın gözünden Batı’ya has korkuları okuyoruz. Yazarın bahsettiği korkuların bizim toplumumuzda olmadığını, esamesinin bile okunmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle “cadılık” türü bâtıl inanç kurguları ve ruhban sınıfının hem siyasi otorite hem de ‘cahil halk’ üzerinde tahakküm kurma aparatlarının bizde karşılığı yok. İslâm’ın bu tür konulara bakışı, en başından belli zaten.

Tarihin Dehşeti, girizgâhını epey uzun tutmuş bir kitap. Tam manasıyla anlaşılamama kaygısı ya da korkusu yaşadığı da kesin. Bu sebeple yazar, anlatmak istediğini, okuyucunun anlayacağına da pek ihtimal vermeden uzun uzun anlatıyor. Sokaktaki adamın, üniversite kürsülerinde ders veren hocanın mesajını çabucak almasını beklemiyor yani.

Avrupa tarihinde belirli olaylar var ki toplumların davranış biçimlerini derinden sarsmış ve bir kaçışın ve kurtuluşun yolu olarak belli odakları güçlendirmiş. Genel olarak kilise ve ruhban sınıfı örneğin cadılıkla mücadelede olduğu gibi uydurma bir inanış nedeniyle kendi politik alanlarını genişletmeyi bir fırsat olarak en iyi şekilde değerlendirmiştir. Buradan “yaşlı kadın düşmanlığı” ve hatta “kadın düşmanlığı” gibi alışkanlıklar edinilmiş, toplum buna göre yönlendirilmiştir. Dinsel sınıflar kendi çapsız dünya görüşlerini korkular üzerinden topluma yaymayı bu yolla başarmışlardır. Kitaptaki ilginç bilgilerden birisi; asrın bilim adamlarından olan ve yalnızca bilimsel gerçeklikleri dayanak edindiğini düşündüğümüz Newton’un bile bu cadı palavralarına inanmış olması ve işkence altında yapılan sözde itirafları doğru kabul etmesidir. Albrecht Dürer ve Francisco Goya gibi isimlerin sanatçı olmaları dolayısıyla cadıların karanlık dünyalarını resmetmeleri, doğal karşılanabilir. Onların cadılardan ya da olmayan varlıklardan varmış gibi söz etmeleri ancak sanatta yaratıcılıkla açıklanabilir. Nitekim sanatçılar bunu fazlasıyla kullanmışlardır. Fakat Newton’un durumu pek iç açıcı görünmüyor.

Aynı yüzyıllarda İslâm toplumları ise böylesi ucuz film konularıyla pek ilgilenmemiş ve özellikle Avrupa bunlarla uğraşırken İslâm dinini anlatmakla ve yaymakla meşgul olmuşlardır. Avrupa ve bilhassa Orta Avrupa, korku tecrübeleriyle belirli periyotlarla karşılaşmıştır. Veba salgının belirli zaman aralıklarıyla devam etmesi, bu ölümcül salgının devletlerin tüm kurumlarını olumsuz etkilemesi ve yeniden yapılandırması halkta meydana gelen korku ve paniğin tezahürüdür. Kiliselerin bir korunma ve arınma yeri olma özellikleri salgın zamanlarında kökünden sarsılmış ve insanları Allah’la baş başa bırakan bir eğilim doğmuştur. “Bunca felaketin ve neredeyse her evde en az bir kişinin hayatını kaybettiği bir hastalığın çözümünde din adamlarının yapacakları bir şey yoksa burada sorgulanması gereken bir şeyler de vardır” düşüncesi hâkim olmuştur. İnsanlar daha bireysel inanç sistematiği peşine düşmüşler ve kendilerine yardım edebileceklerine inandıkları kurum ve kuruluşları daha az önemser olmuşlardır.

Özellikle veba salgını yıllarında anlatılanlara göre bir grup, kendisini tamamen bu salgın yokmuş gibi toplumdan soyutlayıp eğlencenin, zevkin tavan yaptığı bir yaşayış biçimi benimsemiştir. Bunun da tarihin dehşetinden kaçış olduğunu ifade edebiliriz. Bu insanların çevrelerinde her gün ölen insanları görmek ve onları gömmek ya da ileride kendi başlarına gelecek felaketi hayal edip erkenden ölme yolunu seçmediklerini söyleyebiliriz. Kısa hayatlarında ölümü bekleyerek ve yok yere üzülerek geçirecek zamanları yoktur. Asıl sorun şimdiye kadar medet umdukları kurumlardan alamadıkları yardımlardır. Ne devlet ne de kilise onlara yardım edebilmiştir. Sırası gelen herkes ölmekte ve uzaklarda bir yerlere kimsesizler gibi törensiz, duasız defnedilmektedir.

Korku dönemlerinde cezalandırma biçimleri, toplumu mobilize etmede gösterişli yöntemler seçilmesine sebebiyet vermiştir. Bir cadının alelade idam edilmesi ve sabaha karşı ruhunu sakince teslim etmesi kimseyi tatmin etmeyecektir. Bunun için hazırlıkları günler öncesinden başlayan idam seansları tertip edilmiş, herkese haber verilmiş ve bu ‘cemiyet düşmanlarının’ infazları, en gösterişli hâliyle topluma açık alanlarda izlettirilmiştir. Burada hem bir gövde gösterisi hem de bir uyarı vardır. Gövde gösterisini ‘Biz çok güçlüyüz’le açıklarken uyarıyı da ‘Böyle olursanız bunları yaşarsınız’ şeklinde açıklayabiliriz. Esasında yüksek sesle mezarlıkta şarkı söylemekten pek de bir farkı yoktur.

Hristiyanlığın özellikle batıl inançlardan mürekkep korkulara gereken karşılığı verebileceği de ayrıca muammadır. Çünkü Hristiyanlığın kökünde yani malum konsülden sonra birtakım yanlış bilgilerin doğaüstü bir şekilde kitaplara girdiğini görüyoruz. Yani toplumda meydana gelen özellikle doğaüstü korkularla mücadele yönteminde Hıristiyanlık, yardımcı olma özelliğini yitirmiştir. Çünkü Hristiyanlığın mevcut hâliyle kendisiyle alakalı da izah edemediği çok şey vardır. Bunun neticeleri salgın zamanlarında din adamlarına sığınan halkın birer birer onların da ölümünü görmesiyle ortaya çıktı zaten.

Kitabın ‘Din, İktidar ve Siyaset’ bölümünde dini sembollerin devletler katında etkinliğinden bahsediliyor ve bundan şikâyet ediliyor. Burada yazarın ateist olduğunu ve bu husustaki şikâyetlerini anlayabildiğimizi belirtmek isterim. Mahkemelerde İncil üzerine yemin etmeyi, Kongre’de dini açılışların yapılmasını örnek olarak veriyor ve bu tür davranışları eleştiriyor. Ama bu ve buna benzer uygulamaların her yerde olmadığını söylemeliyiz. Belki bir gün Türkiye hakkında bir şeyler öğrenirse on yıllarca “dine kör bakan gri duvarlı” devletin varlığından memnuniyet duyacaktır. Yazarın Küba’dan sonra en çok rahat edeceği yer olarak Türkiye’yi seçeceğinden hiç şüphem yok.

Tarihin dehşetinden tek kaçış yolu; sanat ve estetik

Öte yandan yazar, kitapta korkuların sona ermediğini fakat görünüm değiştirdiğini belirtiyor ve artık güvenlik konulu korkuların öncelikli olduğunu söylüyor. Bunun yanında ekonomik zenginliği kaybetme, yalnız kalma kaynaklı korkular, az evvel bahsedilen korkuların çok çok ötesindedir.

Korkulardan kaçmanın ya da bunları dönüştürmenin bir yolu olarak yaşanılanları sanata dönüştürme çabasını ele alıyor. Verdiği pek çok soykırım, felaket örneği arasında ‘Ermeni katliamı’ ifadesi açıkçası gönüllerimizi kırmıyor değil. Burada “Kendisinin tarihsel bir gerçekliği değiştirmeye çalıştığını” doğrudan söyleyemeyiz ancak Batı dünyasının önyargılarını kırmak bilinen ifadeyle atomu parçalamaktan daha zor. İnandıklarından bir adım geri atmıyorlar ve kaleme aldıkları eserlerde tek cümle bile olsa kayda geçirmekten geri durmuyorlar. Yazarın tüm bu felaketlerden ya da tarihin dehşetinden kaçış yolu olarak gördüğü sanata ve estetiğe sığınma içgüdüsünün pek çok sonuç verdiğini söyleyebiliriz.

Tarihin Dehşeti, bir tarih kitabından öteye bir felsefe kitabı olarak değerlendirilebilir. Hatta psikoloji ve sosyolojiden faydalanıp insanların gerek bireysel gerekse de toplu hâlde hangi saiklerle hareket ettiklerini anlamaya ve anlatmaya çalışmış. Yukarıda bahsettiğim önyargılar dışında başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bu arada kitabın isminin Mircea Eliade’nin Ebedi Dönüş Mitosu adlı eserinde yer alan “Tarihin Dehşeti” bölümünden alınmış olduğunu da belirtelim. Bunu kitabın başlarında yazar, kendisi ifade ediyor zaten.

Kitabın sonunda yazarla yapılan bir de röportaj var. Burada kendisini daha yakından tanıma imkânı buluyoruz. Kitap içinde Batı dünyasına ilişkin yaptığı olumsuz yorumlar bizler için malumun ilamı niteliğinde olsa da hoşumuza gidiyor. Öteden beri biz bunları birer itiraf olarak değerlendiriyoruz. Fakat işte kitabın bir yerinde Ermeni bahsi açılınca da gördüğümüz rüyadan uyanıyoruz.

YORUM EKLE