Öyküler, insanı başka bir yerden alıp bambaşka yerlere götürüyor. Çeşitli hayatları, karakterleri, coğrafyaları sözcüklerden yapılan bir dünyada gezinerek buluyor, yakalıyor, keşfediyoruz. Defalarca maruz kaldığımız bir durumun, yaşadığımız herhangi bir olayın, karşılaştığımız bir karakterin ayırdına varıyoruz öykülerle. Yıldız Ramazanoğlu, Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım isimli öykü kitabıyla başkaca bakmamızı sağlıyor hayata. Şöyle bir durup düşününce, ne çok ihtiyacımız var başka bir açıdan bakmaya... Hep aynı yerden, ayna taraftan baka baka duyarsızlaşan yığınlara döndük. Öyküler, insanın duyarsızlaşan kanallarına giriyor, algılama ve hissetme mekanizmalarını harekete geçiyor. Bir iç bakım sağlıyor diyebiliriz öyküler için. Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım’ın öyküleri, kendi küçük dünyasının dışında nice hayatların akıp gittiğini duyuruyor insana. Sorumlu olmaya çağırıyor bu öyküler. Yaşanılan her bir an'ın ne kadar değerli ve önemli olduğunu hatırlatıyor.
“Kayıp Defter” öyküsü, kaybolan bir defterin ardından duyulan hüznü anlatıyor. İnsanın kendi küçük tarihinin kaydı olan bu defter, anlatıcı için bir varlık evidir. Yeryüzünün acıları, kaygıları, heyecanları saklıdır kaybolan defterde. Anlatıcı, kaybolan bir defter üzerinden Avrupa’daki yaşamı, seyahat izlenimlerini, yaşadıklarının hayata bakışını nasıl etkilediğini, insanın şu koca yeryüzünde bir defterin bir satırına sığabileceğini anlatıyor. Bu öykü, yazarın kaleme ve deftere olan sevgisini de gösteriyor. “Kayıp Defter” öyküsündeki anlatıcı için defter bir yurtlanmadır. Ramazanoğlu, kuşkusuz öyküyü kendine yurt bilenlerden. Öyle olmasa, öykülerin anlatımı bu denli içten ve inandırıcı olamazdı herhalde.
Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım on iki öyküden oluşuyor. Her bir öykü, duygu ve düşünce dünyamıza bir ilmek atıyor. Durgun suya atılan taşın suda çizdiği halkalar gibi kitaptaki her bir öykü içimizde açıla açıla ilerliyor. Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım, Suavi Kemal Yazgıç’ın telkinleriyle ortaya çıkmış. “Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım’ın ortaya çıkışında Suavi Kemal Yazgıç’ın beni sıklıkla arayıp hikâye yazmamı telkin etmesinin büyük rolü var. Yavaşlamamıza, ülke olarak başımızdan geçenler üzerine düşünmemize izin vermeyen ortamı göğüsleyerek her telefondan sonra akıp gelen öyküler…”
Öykülere yaklaşmak, Ramazanoğlu’nun öykü sesine kulak vermek üzere, Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım’ın öyküleri ekseninde, Ramazanoğlu ile öz bir söyleşi gerçekleştirdik.
Güzel bir şeyi okuyunca “Beni yüreğimden yakaladı.” deriz. Yıldız Ramazanoğlu’nun öyküleri de öyle. Nokta atışı yapıyor ve insanı kalbinden yakalıyor öyküleriniz. Bu konuda neler söylersiniz?
Bunu okuyucu takdir eder. Dediğiniz gibi olmasını dilerim.
Öykünün işlevine, amacına yönelik neler söylersiniz?
Öykü, kelimeler yoluyla kötülükleri aşındırmak, güzele güzel, çirkine çirkin demek için. Var olduğumuzu, başımızdan kayda değer hikâyeler geçtiğini göstermek ve insan hakkında delil toplamak için yazılıyor. Bilgiden fazlasına ihtiyaç duyan insanlara hitap eder edebiyat.
“Kayıp Defter” öyküsündeki karakter ‘anlatıcı ben’ olunca, Avrupa’yı bir baştan bir başa gezen, günlüğünü kaybeden bir Yıldız Ramazanoğlu geçiyor hayalimizden. Öykülerinizdeki anlatım otobiyografiye mi yaslanır daha çok?
İnsan kendinden yola çıkar, en iyi bildiği yerden başlar. Kurgu ve gerçeklik iç içe hikâyelerimde, yaşamdan süzülen ne varsa başımın üstünde yeri var. Fakat önemsiz görünen anlara, yaşamlara ayna tutup onları büyütmek, içindeki görkemi göstermek önemli benim için. Sıradan görünen her şeyin içindeki fevkaladelik büyülüyor beni.
Öykü konjonktürüne baktığımızda postmodern anlatımların arttığını görüyoruz. Bu eğilime nasıl bakıyorsunuz?
Her yöntemle, üslupla insanın bu dünyadaki macerasının etrafında dolaşmak mümkün ve meşru. Çok kıymetli genç hikâyeciler var. Yeter ki zorlama olmasın, inandırıcılık, samimiyet ve içtenlik en kıymetli cevher. Borges’e metinlerarası rabıtalar yüzünden postmodern denir ama öte yandan bildiğimiz geleneksel hikâye anlatıcısıdır. Sınırlar nerede başlayıp nerede bitiyor ve tanımları kim yapıyor, bu önemli. Klasik türlere bile sadakat zorunlu değil artık. Roman ne, hikâye ne, ya da denemeler nasıl romana dönüşüyor belli değil.
Öykülerinizde farklı karakterlere yer vermekle birlikte daha çok kadın karakterler üzerinden kadının hayattaki konumunu, toplumun kadına bakışını, toplumdaki kadın algısını sorguluyorsunuz. B”u Sefer Lila Olsun Saçlarım”, “Film Seyreden Kadınlar”, “Selma’nın Bahçesi”, “Süslü”, “Döndü”, “Perçem”… hepsinde acılı, yaralı, anlaşılamayan, derdini anlatamayan, kırık, hüzünlü kadınlar var. Öykülerin kadınların daha güzel yarınlara uyanması için bir araç olduğunu düşündüğünüz oluyor mu?
Kadınlar kırık dökük değil aslında, hayat herkese neyse, kadınların yaşadığı da odur. Dünya hayatı cennetin kurulacağı bir yer değil. Hikâyelerde havada uçuşup duran nesneler, haller çarpışarak yere iner. Sis dağılır gibi olur ama bir türlü billurlaşmaz başımıza gelen. Hikâyelerimde kelimeler arasından helezon şeklinde yükselen bir inilti olduğu doğru. Duyulmasını istediğim sesler var. Bu bilinç olmadan yazılamaz zaten.
Toplumsal meseleler gündeminizde, dolayısıyla da öykülerinizde. “Siirt Marşı” öykünüzde, “Sığıntı kelimesini memleketin dilinde tedavüle sokmak isteyenlere karşı, kardeşliğin bütün kelimelerini toplayıp kanat yapmış insanlar var.” diyorsunuz. Evsiz, yurtsuz, yuvasız kalan insanları anlatıyorsunuz. Bu bağlamda Ramazanoğlu’nun öyküleri için ‘meselesi olan öyküler’ nitelendirmesini yapan okur haklı mıdır?
Bir meselen, derdin, davan yoksa neden yazasın ki. Yazmak bir boğuntu sonucu olmaz, çok bilinçli ve net bir eylem, ağırlıklara işaret etmek ve onlardan kurtulmak içindir. Calvino, hafiflemek ve okuru hafifletmek için yazdığını söylerken haklı. Farkına varmadığımız nice haksızlıkları, adaletsizlikleri okurken anlarız. İnce oylumlu öldürmeler. Ancak yavaşlayıp yazarken, okurken açığı çıkan durumlar. Üzerimizden bir yük kalkar, körlük aşınır. Bir daha önceki gibi olmayız.
Öykülerinizde modern zamanlara, modern insanlara eleştiriler var. “Hayat devam ediyor çılgınlığında birkaç dakika olsun ara verilmiyordu cep telefonlarının hiçbir koşulda kapatılamadığı azaplı dünyaya.” İster istemez modern dünya ile baş başa kalıyoruz, modern yaşamdan kendimizi tamamen soyutlayamıyoruz. Modern aletler, yaşantılar, konfor, sosyal medya… Modernizmin tüm türevleri, genelde yazmanızı, özelde öykünüzü nasıl etkiliyor?
Çok tuhaf ama modern yaşamın açtığı alanlardan yararlanarak, sağladığı imkânları kullanarak yazıyorum. Bu, modernliğin her yönüyle mercek altına alınmasını engelleyemez. Çünkü yazmanın yolu verili olanla mutlu olmamaktan, yetinmemekten, sorular sormaktan geçiyor. Neyi arzu etmemiz gerektiği bile dışımızda kurgulanan bir dünyada kendi hakikatimize ulaşmak için gözümüzü dört açmamız lazım.
Hatice Ebrar Akbulut konuştu