Algı, geçmiş, zaman, süreklilik, kırılma… Bu kelimelerin mahiyetleri itibariyle herkeste yaptığı bir çağrışım olduğu muhakkak. Fakat Anglo-Sakson eğitim metodunu benimsemiş yahut Fransız sosyolojisini ve post-modern anlambilim izleğini takip eden bir eğitim kurumunda hasbelkader bulunmak durumunda kalmışsanız, bu kelimelerin sizin zihninizde bulundurması gereken birçok yan anlamları ihdas etmek durumunda kalmıştır. Peki, nedir bu manalar? Sosyal bilim denen disiplin şu an bu sorunun muhatabı olduğu kavramların “efradını cami, ağyarını mani” bir tasvirini yapabilir mi bundan emin değilim. Fakat öyle veya böyle modern sosyal bilimler size bu kavramların tarih içerisinde bir dönüşüme uğradığını fark ettirerek onları anlama ve yeniden anlamlandırma uğraşısı içerisine girmiştir. Ve işte şu an pek çok kişinin diline pelesenk olmuş açmaz, çıkmaz ve kriz gibi kelimeler de işte bu anlama faaliyetinin bir sonucu olarak -hatta bir meyvesi olarak- ortaya çıkmıştır.
Süslü kelimelerle dolu bu giriş alakasız bir olgular tasvirinden mi ibaret? Yani bütün “büyük” yazılar gibi bu yazı da birkaç beylik cümleden mi başlıyor? Aslında bu girişin bizi getirdiği yer –ve benim de gelmesine uğraştığım yer- İsmet Özel’in tabiri ile “şehrin insanının”, daha gündelik bir kullanım ile de “modern” insanın tam olarak durmak zorunda olduğu yer, hatta araf. Hatta biraz daha ileri giderek söylemek mümkündür ki modern insanın varlığı arafın kendisidir. Modern insanı modern öncesi insandan ayıran şeyin ne olduğu meselesinin literatür dolduran tartışmalardan biri olduğu su götürmez bir gerçek. Lakin burada uzlaşılan nokta evveli ahirden ayıran bir çizginin bir şekilde ortaya çıkmış olduğudur. Yani bir araflık durumuyla mündemiç olan modern insan, büyük bir “kırılmalar bütünüyle”, evreni ve tarihi anladığı kavramların neredeyse hepsini yeniden anlamlandırmak zorunda kalmıştır. Bu yeniden anlamlandırma sürecinde kendini merkeze koyarak, hakikati kendisinde içkin olarak addeden modern zihin bütün tecrübelerini ve bakış açısını sanki hep oradaymış gibi verili olarak kabul etmeyi de bir ön koşul saymıştır.
Bir insandan fotoğrafa kalan nedir?
Bu durumun alegorik bir ifadesini Derviş Zaim’in “Cenneti Beklerken” filmindeki “ayna-resim” ilişkisi üzerinden görmek bana makul geliyor. Aynaya bakan kişi her zaman için kendisini “hakikat”, aynadakini suret olarak görme eğilimindedir. Burada eksik olan nokta tıpkı Chuang Tzu’nun hikâyesine benzer bir şekilde “Ben rüyamda kelebek olduğumu gören bir insan mıyım, yoksa rüyamda insan olduğumu gören bir kelebek miyim?” sorusunu sormamaktır. Daha açık bir ifadeyle sorulması gereken soru “aynadaki ‘suret’ mi, ben mi gerçek olanız?” sorusudur. Derviş Zaim’in mezkur filminde bu soruya vermeye çalıştığı cevap arada karşılıklı bir ilişki olduğudur. Bunun modern pozitivist bir zihin açısından pek mantıklı ve makul bir açıklama olmadığı muhakkak. O zaman bu açıklamayı modern zihnin “algı” sınırları dâhilindeki bir forma sokmaya çalışalım.
Benim açımdan meseleyi bahsettiğim bu alana çekmek, meseleyi görünürlülük ve teşhir, aynı zamanda geçmiş/geçilen ve henüz yaşanılan/yaşanmamış olan bağlamında incelemek demektir. Bunu ise anlayabileceğimiz en iyi araç modern zamandaki fotoğrafın anlamı ve bizatihi kendisidir. Bu açıdan ve meseleyi çektiğimiz tartışma zemini bağlamında, fotoğraf ile sahibinin ilişkisi var olan –ve biraz önce bahsedilen- iki hayatî pratiğin izdüşümünü yansıtır: Teşhir ve görünürlülük fotoğraf paylaşma çılgınlığına, geçmiş-şimdi-gelecek kategorileri de zaman algımıza delalet eder.
Buradan da “asri” zamanların aynası olarak adlandırabileceğimiz fotoğrafın mahiyeti hakkında konuşmak mümkün. Buradaki “asri” zaman vurgusu fotoğrafın modern zamanlara ait bir icat olmasından ziyade onun modern zihin bağlamında şekillendirilmiş olan bir “araç” olmasından kaynaklanmaktadır. Söz gelimi, buna en basit örnek: Normal bir aynayı manipüle edemezken bir fotoğrafı dünya görüşünüze göre manipüle etmeksizin onu “üretemezsiniz”. İşte fotoğraf nam icadın kendi içindeki iki ironisi de burada yatar. İlki, onun hakikatine ancak varlığına rötuşlar yaparak yani bir şekilde onu bozarak ulaşmak mümkün olur. İkincisi, modern ayna olarak adlandırdığım fotoğraf Baudelaire şiirlerini andıran şekliyle sürekli kaygan bir zeminde ilerleyen zamanı -bu açıdan belki de hayatı- kayıtlayarak onu bir “anda” dondurur ve yaşatmaya devam eder fakat ayna ancak bakan “var” oldukça orada varlığını sürdürmeye devam edebilir. Bu açıdan “bir fotoğraftan insanlara kalan nedir?” yahut “bir fotoğraftan kalan nedir?” sorusundan ziyade “bir insandan fotoğrafa kalan nedir?” sorusunu sormayı daha makul buluyorum.
Fotoğraflar hikayeleriyle birlikte sizin kimliğinizi inşa etmeye başlar
Burada önemli olan şey fotoğrafın fiziksel halinin yok olabilir olması da değildir: An denen şeyin elde tutulamayacak ve durdurulamayacak kadar kuvvetli bir şey olmasıdır. Sanırım “Dehre sövmeyiniz (…)” ile başlayan o meşhur hadis de bir miktar bununla ilintili bir şey. Fotoğraf çekildikten sonra insana nisbetle çok daha uzun bir süre “baki” kalmayı başarıyor. Bu ise muhtemelen artık herkes tarafından fark edilebileceği üzere farklı sosyal medya araçları üzerinden fotoğraf paylaşma çılgınlığının temelindeki asıl saik ve saikin meydana getirdiği dürtü. Buradaki efendi-köle, gerçek-hayal ilişkisi aynadakinin tam tersine fotoğraftan yana bozulmuş durumda. David Lynch’ten Cristopher Nolan’a kadar bilinç konusuna eğilmiş bütün yönetmenlerin üzerinde durduğu “algılanan dünyanın bir illüzyon olduğu” fikri bu açıdan kendini daha kolay izhar eder nitelikte: Gerçekliği yansıttığı nisbette sahteleşen ve sahteleştikçe inandırıcılığı arttıran bir araç.
Peki, çekilmiş bir fotoğraf kendi içinde ne manaya gelmektedir? Eğer bunu anlamak istersek, fotoğraf çekmenin arkasındaki sürece bir göz atmamız gerekir. Fotoğraf çekmek isteyen herhangi biri fotoğraf makinasını herhangi bir yere koyduğu anda makinayı koyabileceği diğer yerleri hariçte bırakarak aslında radikal bir karar vermiştir. Bu radikal kararın sonuçları, modern özne denen şeyin kendi kendini yaratmasının sebeplerine dönüşür. Yani fotoğraf çekerek paylaşmanın karşı konulamaz dürtüsüne sebep olan fotoğrafın hakikati de iki yönlü çalışır: İlki, kendi seçtiğiniz bir an’ınızı kendi istediğiniz biçimde “dondurarak” o an’ı –tabiri caizse- ölümsüzleştirirsiniz. Bu sahte bakilik hallerinden mülhem bir “albüm” biriktirdikten sonra da fotoğraflar hikayeleriyle birlikte sizin kimliğinizi inşa etmeye başlar. Yani önce siz onu üretirsiniz; ondan sonra da o sizi.
Modern insanın acziyeti
Bütün bunlarla birlikte ortada cevaplanmayı bekleyen son bir soru daha kalmıştır: Fotoğraf ve “fotoğraf sahibi dışındaki herkes” ilişkisinin mahiyetinin ne olduğu sorusu. Her ne kadar fotoğraftaki “ben” ile şimdideki “ben” arasında bir fark olsa da bunu kastetmiyorum. Çok açık bir şekilde sorum: “Fotoğrafa bakan o üçüncü göz için fotoğrafın manası nedir?” Burada fotoğrafın manası ve mahiyeti farklı bir boyutuyla karşımıza çıkmaktadır: İlkin, “Neden başkalarının fotoğraflarını biriktiririz?” İkinci olarak ise, “Neden sevdiklerimizin fotoğraflarını defaatle çekmek isteriz?” Burada yukarıdaki tanımlanan durumun aksine modern insanın acziyetinin kendisi yatmaktadır. Kurgunun ve hakikatin ötesinde bir zaman sonra beraber olmanın mümkün olamayacağı sevilenler, eldeki en aciz çabayla kayıtlanarak koruma altına alınmaya çalışılır. Anılar toplanarak, her şeyin bir hışımla geçtiği asri zamanlarda en azından nadide bir çiçek misali “an’ların” toplanılması başarılır. Sonra da bu an’lar albüm kitaplarında “kurutularak” bir şekilde eskideki halleriyle onları hatırlatacak karinelerle birlikte bir kenara biriktirilmeye çalışılır. Gayet tabi, burada bahsedilen amel tarihsel ve mantıksal açıdan yukarıda bahsedilen durumdan önce gelmektedir. Ama bundan bağımsız olarak bir vakitten sonra başkasının yahut bir başka “şeyin” fotoğrafını çekmek bir lüks değil, insanî acziyetten tevarüs eden bir zaruret halini almaktadır.
Ezcümle; yaşadığımız âlemde her şey bir eksiklikle var olmak durumunda olduğundan bu yazı da kendini bundan kurtarabilecek kudrette değildir. Eğer hakkım varsa diyebileceğim son söz bütün bu yazının kendisi doğumumdan beş sene önce vefat eden dedemin fotoğraf albümünde duran fotoğraflarının ve sosyal bilimlere giriş derslerinin bende uyandırdığı izlenimlerin paylaşımından daha fazlası değildir.
Mustafa Runyun